Öğlen molanızda, plazalarda ki masalarınızın başında, kahvenizi yudumlarken sizi iş yükünden kurtaracak bir kaç satıra hazır mısınız?
VICTOR HUGO Deniz İşçileri
Ta eski çağlardan, insanoğlunun kaosun yabanıl uğultusunu vurgulaya vurgulaya sesini yükselttiği, çığlıklarını, hâlâ tufanın balçığına bulanmış yeryüzünün üzerinden geçen esintilere, ilk ateşin parıltılarına kattığı o oluşumun bulanık şafağından gelen efsanevi bir destan; bir mitoloji masalı ;
İşte bu nedenle, pek çoğumuzun çocukluğunda okuyup da bir daha yeniden ele almadığı bu kitap yazarı ve yazıldığı tarih bilinmeyen öykülere benziyor. Aslında zaten biz de onu toplum sahneleriyle, o otoportreleriyle karşılaştırmaktan kesinlikle kaçınıyoruz. İnsanların kötülüğünün çalışmaktan, üretmekten uzaklaştırıldığı gemi kalıntısını denizin, kasırganın, ahtapotun elinden çekip kurtarmaya uğraşan Gilliatt’ın akıliara durgunluk veren girişimi, genç adamın adımlarını, en eski alfabenin harflerinin okunduğu, bir düşselin koyduğu taşların sıralandığı yolu izleyerek insanoğlunun yeryüzünde belirdiği tarihin belirtilebileceği adımların içine oturtuyor.
Tam tamına bir yüzyıl önce kaleme alınan bu sayfalarda, doğa güçlerinin bütün şiddetlerini henüz olduğu gibi korudukları, dünyanın kuruluş döneminin şiirini buluyoruz. Ama, aynı zamanda insanoğlunun öğrenme, dünyaya alışma, aşamaya başlama evresinin bir şiiridir bu. Âdem gözlerini açar ve başında dünyanın hesaba katmak zorunda olduğu bir ölçüyü yansıtır. Gilliatt çocukluk ve doğa durumundan, yetişkin, ergin yaşamın çarpışmalarına, savaşımlarına ve kavgalarına geçer hemen.
Bu duruma, hiç de kendisine uygun olmayan o çocuk-kadının, Deruchette’in gönlünü fethedebilecek yetenekte kibar, zarif bir roman kahramanı gibi midir Gilliatt?
İnsanoğlunun gönençli, mutlu bir toplumun temellerini atmak için dünyaya geldiğini kanıtlamak isteyen Robinson Crusoe gibi midir?
Hayır, efendim.
Gilliatt toplumu yeniden yalnızlığın içine atmaz; toplumsal üstünlüklerini de orada kazanmaz. Doğa güçleriyle dünyada bir başına boy ölçüşmek için insanlardan ayrılır ve onların içine yeniden karışır karışmaz da yeniden Okyanus’un bağrına döner.
Burada, romanın kahramanı ve Moby Dick’in son satırlarında olduğu gibi: “beş bin yıl önce olduğu gibi kefenini yuvarlayarak”, son sayfada yeniden onun üzerine kapanıp izini bile yok eden denizden başka çift yoktur.
Mitoloji ateşinin, bir topluma ait olan ve bir insan yazgısına kavuşan birisi tarafından çalındığını çok iyi biliyorum. Olağanüstü bir elipsle, Deniz İşçileri, en yaşlı efsane yazarını, hemen çağdaş bir bilinçle birleştirir. Sanki, beş bin yıldan beri o ıssız kayasının üzerinde terk edilen Gilliatt, XIX. yüzyılda, bir sabah, Fransa kıyılarının hemen pek yakınında uyanıvermiş gibi…
Elleri bomboş değildir. O uyurken, Tarih yürümüştür. Sahilleri aşındıran, örenleri yontan Zaman’ın dişleri arasında, -doğrudur, yıktığından fazlasını getiren- insanoğlunun da dişleri vardır.
Onun adı da, karlı patikadaki Gilliatt’ın adı gibi, dünyanın bütün alanında görünür hale gelmeye başlıyor.
Münzevi keşiş, kuşların çıplaklığını bölüşmek için yerleşmiyor yuvasına. O oraya Durande’ın makinesini geri almak için gelmiştir. Geri kalanı, batık geminin ahşap kesimleri, araç gereçlerin madeni terk edilebilir. Her ne pahasına olursa olsun, sadece ve sadece makine kurtarılmalıdır; o bizi yeniden tarih öncesinin yavaşlıklarına düşmekten kurtaracaktır, o kesin ivmedir, en kestirme yoldur.
Ve küçük bir bölüm ekleyelim. Ahtapotun muhteşem anlatımı
CANAVAR
"Ahtapota inanmak için onu görmek gerekirdi. Eski su ejderhaları ahtapotun yanında gülünç kalır.
Kimi zaman insanın, düşlerimizde yüzen o ele geçmezin çizgilerinin belirdiği mıknatıslara rastladığını, düşün bu karanlık sabitleşmelerinden de yaratıkların çıktığını düşüneceği gelir. Bilinmez, mucizeyi emrinde hazır tutar, canavarı meydana getirmek için ondan yararlanır. Orfeus, Omeros, Hesiodos ancak düşsel canavarlar yaratabilmişlerdir.
Ahtapotu Tanrı yarattı.
Tanrı, isterse, iğrençte kusursuza erişir.
Bu istencin nedeni, niçini dindar düşünürü dehşete salar. Bütün ülküleri kabul edersek, dehşet bir amaçsa ahtapot bir başyapıttır.
Balinada muazzamlık vardır, ahtapot küçüktür; suaygırının bir zırhı vardır, ahtapot çıplaktır; yararaka yılanının ıslığı vardır, ahtapot dilsizdir; gergedanın tek boynuzu vardır, ahtapotun boynuzu yoktur; akrebin iğnesi vardır. Ahtapotun iğnesi yoktur; çıyanın kıskaçları vardır, ahtapotun kıskaçları yoktur; maymunun tutucu kuyruğu vardır, ahtapotun kuyruğu yoktur, köpekbalığmın keskin yüzgeçleri vardır, ahtapotun yüzgeçleri yoktur; iri kulaklı yarasanın tırnaklı kanatları vardır, ahtapotun kanatları yoktur; kirpinin dikenleri vardır, ahtapotun dikenleri yoktur; kılıçbalığmın palası vardır, ahtapotun palası yoktur; tor-pilbalığının yıldırımı vardır, ahtapotun yıldırımı yoktur; karakur-bağanın bir virüsü vardır, ahtapotun virüsü yoktur; engerek yılanının zehiri vardır, ahtapotun zehiri yoktur; aslanın pençeleri vardır, ahtapotun pençeleri yoktur; uşakkapan kuşunun gagası vardır, ahtapotun gagası yoktur; timsahın çenesi vardır, ahtapotun dişleri yoktur.
Ahtapotun kendine özgü kütlesi yoktur; korkutan, gözdağı veren bağırması, zırhı, boynuzu yoktur; iğnesi yoktur; kıskacı yoktur; tutucu ya da yaralayıcı kuyruğu yoktur; kesici yüzgeçleri, tırnaklı kanatları yoktur; dikenleri yoktur; kılıcı yoktur; elektrik akımı yoktur; virüsü yoktur; zehiri yoktur; pençeleri yoktur; gagası yoktur; dişleri yoktur. Öyleyken, ahtapot gene de hayvanların en korkunç silahlısıdır.
Ahtapot nedir öyleyse? Bir vantuzdur.
Açık denizlerin sığ kayalıklarında; suyun bütün gösterişlerini yaydığı, gizlediği yerlerde; gezilmeyen kayaların çukurlarında; bitkilerin, kabuklu hayvanların bol olduğu bilinmez mağaralarda; okyanusun derin kapılarının altında; yörenin güzelliğinin çekiciliğine kapılıp da oraya giren bir yüzücü böyle bir karşılaşma tehlikesindedir. Böyle bir rastlantıyla kaşılaşırsanız, meraka kapılmayın, kaçın. İnsan oraya gözleri kamaşarak girer, dehşetle çıkar.
Açık denizin kayalıklarında karşılaşabileceğiniz bu rastlantı bakın nasıl bir şeydir:
Kurşunimsi bir şekil suyun içinde dalgalanır. Kol kalınlığındadır, yarım arşın kadar uzunluğu vardır. Bu bir paçavradır; sapsız, kapalı bir şemsiyeye benzer. Bu paçavra azar azar size doğru ilerler. Birdenbire açılır, iki gözü olan bir yüzün çevresinde sekiz kol birden uzanıverir. Bu kollar canlıdır; dalgalanmalarında alevlenmeler vardır. Bu bir çeşit tekerlektir; açık haldeyken bir buçuk metre çapındadır. Korkunç açılma. Bu korkunç şey üzerinize atılır.
Deniz ejderi insanı zıpkınlar.
Bu hayvan avının üzerine yapışır, onu örter, uzun şeritleriyle bağlayıp düğümler. Hayvanın altı sarımtıraktır, üstü toprak rengi. Bu anlatılamaz toz rengini hiçbir şey tanımlayamaz; suda yaşayan, külden yapılmış bir hayvan sanırsınız. Biçim bakımından örümcekgillerdendir, renk bakımından da bukalemun. Öfkelenince mosmor olur Korkunç şey:
Yumuşaktır da.
Onun düğümleri insanı sımsıkı bağlar; inme inmiş gibi olursunuz.
Görünüşü iskorbütü, kangreni andırır. Canavarlık biçimine girmiş hastalıktır o.
Onu çekip koparamazsınız. Avına sıkı sıkıya yapışır. Nasıl? Boşlukla. Başlangıçta geniş olan sekiz kol giderek incelir, iğne gibi sona erer. Her birinin altında, birbiri yanı sıra, gitgide ufalan kabarcıklar uzanır; büyükler başa yakındır, küçükler uçtadır. Bunlar iki sıradır, her sırada da yirmi beş kabarcık vardır. Demek ki her kolda elli, bütün hayvanda da dört yüz kabarcık. Bu kabarcıklar vantuzlardır.
Bu vantuzlar boru biçiminde, kıvrık, morumsu kıkırdaklardır. Büyüklerde bunlar beş franklık madeni paranın çapından bir mercimek büyüklüğüne kadar küçülerek gider. Bu boru parçaları hayvandan çıkar, geri döner.
Bunlar avın içine iki, üç santim saplanabilirler. Bu emme aracında bir kalevyenin bütün inceliği vardır. Doğrulur, sonra kaçar. Hayvanın en ufak isteklerini yerine getirir. En ince duyarlılıklar bile hayvanın iç hareketleriyle dış olayları ayarlayan bu vantuzların büzülebilme yeteneğine erişemez. Bu ejderha duygulu bir yaratıktır.
Denizcilerin "ahtapot", bilimin "kafadanbacaklı", efsanenin de "kraken" adını verdiği canavardır bu. ingiliz gemiciler ona devil-fish (şeytan-balık) derler. Blood-sucker {kan emici) adını da verirler. Manş Denizi adalarında "ahtapot" denir.
Ahtapot Guernesey'de pek seyrektir, Jersey'de çok küçüktür, Serk'teyse çok büyüktür, sık da rastlanır.
Buffon yayınlarından, Sonnini'nin yaptığı bir estamp bir savaş gemisini kollarında sıkan bir "ahtapof'u gösterir. Denis Montfort yukarı enlemlerde ahtapotun bir gemiyi gerçekten batırabilecek güçte olduğunu söyler. Bory Saint-Vincent bunu yalanlar ama, bizim bölgelerimizde insana saldırdığını kabul eder. Serk'e gidin, Brecq-Hou yakınında, bir ahtapotun, birkaç yıl önce, bir İstakoz avcısını yakalayıp boğduğu kaya çukurunu size gösterirler. Ahtapotun yüzgeçleri olmadığı için yüzemeyeceğini sanmakla Peronla Lamarck aldanıyorlar.
Bu satırların yazarı Serk'te bir mağarada bir ahtapotun yüze yüze bir yüzücüyü kovaladığını kendi gözleriyle gördü. Öldürüldükten sonra onu ölçtüler, bir boydan bir boya bir buçuk metreydi, dört yüz de emici vardı. Hayvan, can çekişirken, kıvrana kıvrana onları dışarıya doğru itiyordu.
Yüksek derecedeki içgüdüsünün büyücülüğe kadar indirdiği ya da çıkardığı o gözlemcilerden birine, Denis Montfort'a göre ahtapotta aşağı yukarı insanların bütün tutkuları vardı. Bu arada, ahtapot nefret eder. Gerçekten de, salt düşüncede, iğrenç olmak nefret etmek demektir.
Biçimsiz, çirkin olan bir şey yok etme gereksinimiyle çırpınır ki bu da onu düşman haline getirir.
Yüzen ahtapot, denebilir ki, kılıfın içinde durur. Bütün kıvrımlarını sıkı sıkı kapatarak yüzer. İçinde bir yumruk olarak dikilen bir elbise kolunu gözlerinizin önüne getirin. Hayvanın başı olan bu yumruk sıvıyı iter, belirsiz bir dalgalanmayla ilerler, iki gözü, büyük olmakla birlikte su renginde oldukları için, pek belirli değildirler.
Ahtapot avlanırken ya da pusuda yatarken, göze görünmez; küçülür, toparlanır; en basit haline gelir. Alacakaranlıkla karışır. Dalganın bir kıvrımına benzer. Canlı bir şeyden başka bir şeye benzer.
Ahtapot ikiyüzlüdür. Ona aldırış edilmez; birden, açılıverir. istenci olan bir yapışkanlık, bundan daha dehşet verici ne olabilir! Kinle yoğrulan ökse.
Denizin bu obur iğrenç yıldızı berrak suyun en güzel mavisinde birdenbire ortaya çıkıverir. Yaklaşması yoktur; işte bu korkunçtur. Hemen hemen daima insan onu gördüğü anda yakalanır.
Yalnız, gece, özellikle de çiftleşme mevsiminde, ahtapot yakamozlanır.
Bu korkunç şeyin aşkları da vardır. Evlenmeyi bekler. Kendini güzelleştirir, yanar, aydınlanır, sonra da bir kayanın tepesinden, onun aşağıda, kapkara derinliklerde soluk bir ışıldamayla, hayalet güneş gibi, yayıldığı görülür.
Ahtapot yüzer; yürür de. Ahtapot bir parça balıktır, bu onun bir parça da sürüngen olmasına engel değildir. Denizin dibinde sürünür. Yürürken sekiz ayağını da kullanır, tırtıl gibi sürüklenir.
Ahtapotun kemiği yoktur, kanı yoktur, eti yoktur. Gevşektir, içinde hiçbir şey yoktur. Bir deridir. Sekiz kolu da bir eldivenin parmakları gibi içten dışa çevrilebilir.
Gövdesinin ortasında bir delik vardır. Bu tek boşluk anüs mudur, ağız mıdır? Aynı zamanda her ikisidir.
Aynı delik iki işi de yerine getirir. Hem giriş, hem çıkıştır. Hayvan baştan başa soğuktur.
Bu Akdeniz etoburu iğrençtir. Yüzücüyü saran, ellerin içine battığı, tırnakların içine göçtüğü, öldüremeden yırtılan, çıkaramadan koparılan, parmaklarınızın arasından geçen bu kaygan, yapışkan yaratıktan, şu canlı jelatinden dokunması daha iğrenç bir şey olamaz; hiçbir korku, şaşkınlık sekiz yılanın hizmet ettiği şu Medusa'nın, ahtapotun birdenbire ortaya çıkıverişine şu eşit olamaz.
Ahtapotun kucaklamasına benzer şaşırtıcı, heyecan verici bir kucaklama daha yoktur.
Size saldıran bir hava makinesidir. Ayakları olan boşlukla uğraşmak zorundasınız. Ne tırnak ne diş, anlatılamaz bir hacamat. Isırma korkunçtur ama, emilme kadar değil. Vantuzun yanında bir pençe hiçtir. Pençede, etinize giren palvandır; vantuzda hayvanın içine giren sizsiniz. Kaslarınız şişer, lifleriniz kıvrılır, deriniz iğrenç bir ağırlığın altında çatlar, kanınız fışkırır, korkunç bir şekilde yumuşakçanın akkanına karışır. Hayvan binlerce iğrenç ağzıyla sizin üzerinize gelir. Deniz ejderi insanla tek vücut olur; insan deniz ejderine karışır. Artık ikiniz bir teksinizdir. Bu hayal sizin üzerinizdedir. Kaplan ancak sizi yiyebilir; ahtapotsa -korkunç- sizi soluğuyla içine çeker. Sizi kendine, içine çeker; siz de, bağlı, ökseye tutulmuş, güçsüz-kuvvetsiz, yavaş yavaş bu korkunç çantanın içine boşalır gibi olursunuz; bu çanta bir canavardır.
Diri diri yenme korkunçtur; bunun da ötesinde anlatılamaz derecede diri diri içilmek vardır.
Aşırı ihtiyat alışkanlığıyla bilim önce bu hayvanları kabul etmez, hatta olaylar karşısında bile; sonra da onları incelemeye karar verir; onları kesip biçer, sınıflandırır, kataloglara geçirir, üzerlerine birer etiket yapıştırır; onları müzelerde cam altına yerleştirir; terimler sözlüğüne girerler; bilim onları yumuşakçalar, omurgasızlar, ışınlılar diye niteler; yakınlarını bulur; mürekkepbalıklarının biraz ötesinde, sepia'ların biraz berisinde.
Bilim bu tuzlu su ejderlerine tatlı suda bir benzer bulur; su örümceği. Onları büyük, orta, küçük türler diye böler; büyüğüne karşılık küçük türü daha kolaylıkla kabul eder, bu da zaten bütün dallarda bilimin eğilimidir. Bilim teleskobik olmaktan çok mikroskobiktir. Onların yapılışına bakar, "kafadanbacaklılar" adını verir, dokunaçlarını sayar, "sekizayaklılar" adını verir. Bunu yaptıktan sonra, onları orada bırakıverir. Bilimin bıraktığı yerden onları felsefe alır.
Felsefe de bu yaratıkları inceler. Bilimden hem daha yakına, hem daha uzağa gider. Felsefe onları teşrih masasına ya-tırmaz; onları düşünür. Neşterin çalıştığı yerlere varsayımları sokar. Son nedeni araştırır. Düşünürün derin tasası. Bu yaratıklar onu hemen hemen yaratıcı üzerinde kaygıya düşürür. Bu hayvanlar beklenmedik, iğrenç şeylerdir.
Düşünceye dalanın oyun bozanlarıdır. Düşünen çılgınca onları görür. Onlar kötülüğün istenilen biçimleridir.
Yaradılışın bu kendi kendine olan küfürleri önünde ne hale gelmeli?
Kime kızmalı?
Olabilirlik korkunç bir dölyatağıdır. Bilmece canavarlar halinde somutlaşır. Bu kütleden, parça parça karanlıklar çıkar; ölümsüzlük. Bunlar birbirini yırtar, birbirinden ayrılır, yuvarlanır, yüzer, yoğunlaşır, çevredeki karanlıktan borçlar alır, bilinmez kutuplanmalara uğrar, hayat bulur, karanlıkta bilinmez hangi biçime girer, miyazmayla da bilinmez hangi ruha bürünürler; ölü ruhlar olarak, canlılığın içinde dolaşırlar. Bu, hayvan haline gelmiş koyu karanlıklar gibi bir şeydir. Ne yararı var? Bu ne işe yarar? Sonsuz soru.
Bu hayvanlar canavar oldukları kadar hayalettirler de. Onlar hem kanıtlanmıştır, hem de olasılık dışıdırlar. Var olmak onların gerçeğidir, olmamak onların hakkıdır.
Ölümün iki can; İdaridir. Onların mantıksızlıkları varlıklarını zorlaştırır. Akıl sınırının yakınındadırlar, hayal sınırını doldururlar. Siz "Vampir yoktur" diyorsunuz, ahtapot ortaya çıkıyor. Onların kaynaşması bizim güvenimizi şaşırtan bir gerçektir. Bununla birlikte, gerçek olan iyimserlik onların karşısında hemen hemen ne yapacağını şaşırır. Onlar kara dairelerin görülen uçlarıdır. Bizim gerçeğimizden bir başkasına olan geçici işaretlerdir. Düşünürün gecenin bodrum penceresinden belli belirsiz fark ettiği o korkunç yaratıklar başlangıcına aitmiş gibidirler.
Önce görülmezin içinde, sonra da olabilirin içinde, bu canavarları büyücülerle filozofların kendinden geçmeleri, sabit bakışları seçer gibi olmuş, belki de görmüştür.
Cehennem diye bir yerin bulunabileceği düşüncesi işte bundan gelir. Şeytan görünmezin kaplanıdır.
Ruhların yırtıcı, vahşi hayvanını insanlara iki hayalci açıkladı; birinin adı Yuhanna, ötekinin adı Dante Gerçekten de karanlık çemberleri sonsuzluğa kadar sürüp gidiyorsa bir halkadan sonra bir başka halka geliyorsa, bu hep böyle sınırsız bir ilerlemeyle sürüyorsa, bizim şüphe etmeye kararlı olduğumuz bu zincir gerçekte varsa, şurası kesindir ki bir uçtaki ahtapot öbür uçtaki Şeytan'ı kanıtlar. Bir uçtaki kötünün öbür uçtaki kötülüğü kanıtladığı bir gerçektir.
Her kötü hayvan, bozuk ahlaklı her zekâ gibi, bir sfenkstir. Korkunç bilmeceyi soran korkunç sfenks.
Kötülüğün bilmecesi.
Büyük düşünürleri çifte tanrıya doğru Manes mezhebinde-kilerin korkunç ikiyüzlülüğüne doğru eğen işte kötülüğün bu mükemmelliği, kusursuzluğudur.
Son savaşta, Çin imparatorunun sarayından çalınan bir Çin ipeklisi, tırtılı yiyen kırlangıcı, kırlangıcı yiyen kartalı, kartalı yiyen yılanı, yılanı yiyen timsahı, timsahı yiyen köpekbalığını temsil eder.
Gözlerimizin önündeki bütün doğa hem yer, hem yenir. Avlar birbirini ısırır.
Bununla birlikte, bilginler, aynı zamanda filozof olan, böylelikle de yaradılışa karşı iyi niyet sahibi olan bilginler açıklamayı bulurlar ya da bulduklarını sanırlar. Hele son hedef, daha sonraları Geoffroy Saint-Hilaire'in Cuvier'ye karşı olduğu gibi, Buffon'a karşı olan şu gizemli düşünürü, Bonnet De Gene-ve'i pek şaşırtmıştır. Açıklama şu olabilir: Ölüm her yerde olduğu için her yerde bir şeylerin gömülmesini istiyor. Yırtıcılar gö-mücülerdir.
Bütün yaratıklar birbirinin içine girer. Çürüme besindir. Yeryuvarlağının korkunç temizlenmesi. Et yiyici olan insan da bir gömücüdür. Hayatımız ölümden meydana gelmiştir. Korkunç yasa böyledir. B
Bizler mezarız.
Bizim alacakaranlık dünyamızda düzenin bu kaçınılmazlığı canavarları oluşturur. Siz: "Neye yarar?" dersiniz. Bu böyledir. Bu bir açıklama mıdır? Bu, sorunun karşılığı mıdır? Peki öyleyse, neden başka bir düzen yok? Soru yeniden ortaya çıkıyor. Yaşayalım! iyi, hoş ama, çalışıp çabalayalım da ölüm bize ilerleme olsun. Daha az karanlık dünyalar isteyelim.
Bizi oraya götüren bilincin ardından gidelim. Çünkü şunu asla unutmayalım ki iyi, ancak iyiyle bulunur."