Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#240: 12 Ekim 2017, 15:11:58
Teknede iki kişiydik. Karalarda tutunamayan ve kendini denizlere atarak kaçmak istediklerinden uzaklaşan ya da uzaklaştığını sanan iki eski arkadaş, iki gerçek dost. Hayat ikimize de hiç acımamış bizi hiç bitmeyen bir fırtınan içinde sararmış, kurumuş, küçülmüş iki yaprağa dönüştürüp rüzgarın esaretine terk etmiş, ne göklerde kaybolmamıza ne de topraklara varmamıza müsaade etmişti. Oradan oraya atıp durmuştu hep.
Yan yana için için yanan iki tütsüydük denizlerin üzerinde. Bizden yükselen dumanların göklere yükselip bulut olduğunu biliyorduk. Ama hiçbir zaman yağmayacak, içini asla boşaltamayacak iki kara bulut. İçimizdekileri saklayarak göklerde oradan oraya savrulan.

Kimsenin bilmediği, kimsenin öğrenmek istemediği şeylerle dolmuş koca bir hayatın sonuna doğru yapayalnız kalan iki adamdık biz. Denizlere atılmış, savrulmuş iki sarı yaprak. Kaçtıklarımızın hatıraları aklımızın derin karanlıklarına atılıp üstü örtülmüş, acısı yüreklere gömülmüş, hatıralar kitabı kapatılmış ve hayata yabancı iki yaşlı adam.

Artık son yolculuklarına çıkmaya karar vermiş, dönüşü olmayacak sonu bilinmeyen bir gidişi cesaretle karşılamaya hazır iki adam. Yıllarca kah denizin kenarında balık tutarak, kah ufak teknelerimizle yelken yaparak ama Marmara’dan hiçbir zaman dışarı çıkmadan denizi kendi halimizde yaşayarak denizci olmuştuk. Kimse bize bir şey öğretmemiş kimseden yardım almamıştık. Geride kalan 65 senede ne biliyorsak kendimiz öğrenmiş kendimiz yapmıştık. O da ben de. Zaten tanışmamızda denizlerde olmuş, birbirimizi denizde bulmuştuk. Onca zaman sonra hayatla dövüşe dövüşe çekilmiş, buralarda kala kala yine ikimiz baş başa kalmıştık işte. Ne öte yandan bizi gözleyen hayat arkadaşlarımız ne de uzak diyarlarda babalarının varlığından bir haber evlatlarımız vardı etrafımızda. Sadece biz. İki eski denizci. İki eski yoldaş.
Bunca sene birbirimize sırt vermiş, arka çıkmış onlarca badirelerden birlikte sıyrılmış ama artık ömür denen yokuşun en üstüne ramak kalmış, oraya vardığında dibi görünmeyen uçurumdan aşağıya belki de beraber yuvarlanacak iki gönüldaştık biz.

Charles Bukowski’ nin dediği gibi “ Yaşamda hepimiz senaryosu baştan yazılmış bir sinema filminin içine hapsolmuş gibiyiz. Replikler herkesçe biliniyor. Yürüyeceğimiz yön belli. Yapacaklarımızda öyle. Nasıl oynayacağımızı da çok iyi biliyoruz. Ama tek fark etrafta hiç kamera yok. Ve çok istesek de çıkamıyoruz bu filmin içinden. Ama en kötüsü film çok acıklı. Ve karanlık bir sonla bitiyor”

Şehri terk etmeye karar verince son paramızla ufak bir yelkenli almış, evini o andan itibaren o yelkenli bilmiş iki deniz adamı.

Saroz’da bulmuştuk teknemizi. Onu almaya gittiğimizde sonbahar bitmek üzereydi. Pek bilinmeyen bir ufak koyda, derme çatma yapılmış bir tahta iskeleye eskilikten lime lime olmuş halatlarla bağlıydı. Yaşlı demirini tutan zincir defalarca tamir görmüş, yıpranmış, paslanmış bir yadigardı belli ki.

Etraf ıssız, etraf sessizdi onu ilk gördüğümüzde. Ağır ağır salınıyor, eski günlerini arayan bir terk edilmiş gibi başını bir o yana bir bu yana sallıyordu. Bizim kadar olmasa da belli ki o da çok yaş almıştı bu hayattan. Üzerinde onca yaşanmışlıkların izleri, çevresinde uzun yılların, büyük seyirlerin atmosferi duruyordu. Sahibi çıka geldi sonra. Başı ile bize merhaba dedikten sonra uzun uzun onu süzdü. Belliydi paylaştığı çok şeyi olduğu. İstediği parayı söyledi usulca. Anlaşıp da parayı ona verince ağlar gibi bize baktı bir süre. Sonra bakışlarını önce yere sonra teknesine çevirdi son kez. Yanına gidip eliyle okşadı uzun uzun. Berisine yaklaşıp tam ona bir şey söyleyecekken beni susturdu.” Vaz geçmeden hemen avara olun. Olun ki kolay olsun benim için.” Ve hızlı adımlarla uzaklaşıp gözden kayboldu.

Sybil idi teknenin adı. Eski Girit dilinde “ Geleceği görebilme yeteneği olan” demekti. Bir tür kahin gibi. 9 metre boyunda 2 yelkeni olan, bordasında yer yer dökülmüş mavi boyalıydı Sybil (Sibel).
Bakıma ve ilgiye çok ihtiyacı vardı. Belki bizim de kendisinin de geleceğini biliyor ve o sonu bekliyor gibi duruyordu hareketsizce.
Eski model bir Sun Odyessey di. Odessey Girit dilinde macera demekti. Maceracı bir kahinle hayatında maceralardan uzak durmuş ve yaşam yolculuğunun sonunu kestiremeyen iki adam olarak baş başa kalmıştık bu soğuk sonbahar gününde gri bulutlar altında.

İşte Sybil’in havuzluğuna böyle adım attık. İkimizde hiç konuşmadan dudaklarımızda birer sigara, elimizde soğumuş kahvelerimizle oturduk karşılıklı. Saroz’da soğuk kışa dönmeye hazırlanan bir gecenin simsiyah karanlığında göklere bakıyorduk sadece. Yarın sabah erkenden çıkacağımız ve nereye gidileceği belli olmayan plansız yolculuğumuzun arifesinde. Nelere gebe olursa olsun umursamadığımız belki de böyle olduğu için gidiyor olduğumuz yolculuk öncesinde sessizce duruyorduk Sybil’le o tahta iskelede. Salınarak ve sakince. Her salınımda 65 senenin yükünün birazını denize atar gibi sallanıyorduk usulca. Bir o yana bir bu yana.

Üçümüz de hazırdık artık. Buralara bir daha geri gelmeyecek, bundan sonrasını denizlerin koynunda geçirecektik. Rüzgar bizi nereye atarsa. dalgalar nereye götürürse. Ve kahin Sybil nerede durursa. Bu yolculuğun eşiğinde son gecemizi bitiriyorduk sessizce. Hiç konuşmadan. Hatta bakışmadan. İki eski dost. İki kader arkadaşı. Son yolculuğa birbirimiz uğurluyorduk sakince. Gelenin gidenin ve bilenin olmadığı o zifir Saroz gecesinde. Sabah Egeye açılmak üzere bekliyorduk yeni başlangıcı…

Dört gündür yoldaydık. Hava kışa dönmüş iyiden sertleşmişti. Soğuk çok güçlüydü. Kuzeylerden, sanki kutuptan kopup gelmiş bir hava Egenin üzerindeydi. Kah Karayel kah Poyraz esip savuruyordu Sibel’i dalgaların içinde. Gök sanki hep geceymişçesine karanlık, bulutlar daim ve rüzgar delicesineydi. 65 yıl sonra ilk kez Marmara’dan çıkmışken, ilk kez Sibel’in yelkenlerini rüzgarla doldurmuşken ve ilk kez plansız seyir ederken kış bizi çok zorluyor ve içine berisine sığdıramadığı kasvetini saçıyordu üzerimize.
Oysa biz tıka basa efkar doluyduk zaten. Ne Karayel’in sağanaklarıyla, ne Ege’nin dalgalarıyla ne de dümen suyumuzdaki köpüklerle dağıtılmayacak kadar çok efkarla yüklüydük.

Ne bir korku vardı ikimizde ne de bir yerde durma isteği. Sırası ile Çanakkale boğazını, Bozcaada’yı ve Midilli’yi bordalayıp geride bıraktık.

İndiren yağmur denizlere her vuruşunda nota çaldırıyor, görüş mesafemizi sıfıra indiriyordu neredeyse. Sibel yıllar sonra Arşipel’e kavuşmaktan hoşnutça sakince suları yarıyor, biz gözlerimizle ufku yakalamaya çalışıyorduk. Sakindik. Fırtınaya rağmen. Dalgalara ve sağanak yağmura rağmen. Soğuktan da gittiğimiz her yere bizimle gelen efkarlardan da korkmuyor yelken basıyor, dümen tutuyorduk. Artık Sybil bizi biz onu tanımış ve alışmıştık. Kışın en soğuk zamanında Egede ilerliyorduk yavaşça. Karayel de Ege de halimizden anlayacaklardı nasıl olsa. Bunca zamandan sonra Ege’nin dalgaları ve sert havası içinde sınanıyor hissi ile seyir ediyorduk. Ama yavaş yavaş alışarak. Koca Ege’nin lacivertlerinde bir tek biz vardık o fırtınada.

Yıllardır içine tıkılıp kaldığımız koca şehirde ruhlar bozuk akıllar hastaydı. Şehrin bozulmuş insanları kendilerinden de bozuk şehrin girdap sokaklarında, labirent caddelerinde ruhlarını satarak olmadı kiralayarak gün tüketip adına da yaşam deyip geçiyorlardı umursuzca.

Ortaçağda Avrupa ruh ve akıl sağlığı bozulmuş zavallı insanları çarmıhlara gerip ateşlerde yakarken, Osmanlı başta Edirne, bir çok şehirde akıl ve ruhlara şifa dağıtan darüşşifalar açmıştı. Buradaki hastalara musuki dinletiliyor, dört bir yanı kaplayan havuz ve kanallardan dökülen şırıltılı su sesleri eşliğinde bin bir çeşit hoş kokularla tedaviler tamamlanıyordu.

65 sene ruhumuza ve aklımıza yapılan onca saldırının yarattığı derin tahribatları şimdi biz denizlerin kucağında dalgaların ve yağmurların sesleri, denizin iyot, kıyılarındaki ormanların kekik ve çam kokuları ve kah bordamızdan kah sahillerden gelen su sesleri ile tamir edecek, zaman içinde iyileşecektik.

Sybil ile her tramola attığımızda, gitarların tremolosu gibi denizin derinlerinden gelen ritimler ile tedavi olacaktık.
Büyüyen denizler ve hızını alan karayelle baş etmek zorlaşmaya başlayınca gücümüz tükenmeye ve yön tayini ile tekneyi kumanda etmek imkansızlaşmaya başladı. Bu sabah Çeşmeyi bordalamış Egenin ortasında bir yerlerdeydik. Gece yarısını geçmiştik ve fırtına flok u ile 8-9 mil hızla güneye doğru bata çıka ilerliyorduk. Etrafta ne karalardan gelen bir ışık ne de yakından geçen birilerinin seyir fenerleri vardı. Şom bir karanlığın ortasında deli bir fırtınanın içinde kalmıştık. Son hatırladığım bordadan aldığımız koca bir dalganın üzerimizde kırılmasıydı. Sonra her şey kararmıştı aniden. Sessizlik ve karanlık çok uzun sürmüş olmalıydı.

Gözümü açtığımda gökten bana bakan güneşle göz göze geldik. Sahilde kumların üzerindeydim. Biraz ileride o yatmaktaydı. Sybil ise sahilin sonunda yarısı kumlara gömülü vaziyette duruyordu. Hemen ayağa kalkıp arkadaşımın yanına gittim. Kendine geliyordu. Fırtına dinmiş hava sakindi. Koşarak Sybil’in yanına vardık. Sağlamdı. Yara almamış sadece kuma gömülüp durmuştu. Neredeydik acaba ? Sybili biraz uğraşla denize kavuşturup ta durumu kontrol altına alınca haritaları açıp mevkimizi anlamaya çalıştık. Furni adında bir yunan adasında olmalıydık. Adanın güneydeki koylarının birinin içinde kuytudaydık. Yanımızda bırakın vizeyi pasaportumuz dahi yoktu. Sonra birden Furni adı tanıdık gelmeye başladı. Düşününce hatırladım. Askerliğimi İzmir’de kurmay başkanlıkta yapmıştım. O zamanlar Ege’de uçaklarımız alçaktan uçar ve 1947 Paris anlaşmasına göre silahsızlandırılmış olması gereken Yunan adalarının casus resimlerini çeker bizim bölüme ulaştırırlar biz de çözümlemelerini yapardık. Bu ada ta o zamanlardan silahlandırılıyor ve ana ikmal noktalarından biri haline getiriliyordu Yunanlılar tarafından. Bu bilgileri Ankara’ya sürekli rapor ettiğimizi hatırlıyorum. Hatta bir seferinde adadaki yunan garnizonunda tavla oynarken çekildiklerini fark edip havadaki uçağımıza bakan yunan askerleri bile vardı resimlerde. İşte yıllar sonra kader bizi bu adaya atıp bırakmıştı.

Üçümüzde sağlamdık çok şükür. Hava kalmış ve rüzgar esmiyordu. Buradan hemen çıkmak için motoru çalıştırıp koydan dışarı atmamız gerekiyordu kendimizi. Marşı defalarca bastık. Geceki çalkantıdan olsa gerek hava yapmış olmalıydı Sybil’in eski motoru. Çalışmadı bir türlü. Rüzgarsızlıktan yelkende açıp çıkamadık o ufak koydan. Çaresiz beklemeye başladık. Endişeliydik çünkü askeri hareketliliğin çok olduğu Ege’nin ortasında bir Yunan adasında pasaportsuz, evraksız, vizesiz kalakalmıştık.

Sonra aniden fark ettik ki koyun yamacında bir asker gözetleme kulesi vardı. Dikkatli bakınca içindeki askeri gördük. Muhtemelen yukarıdan bize bakıyordu. Issız kumsalda ve koyun tam ortasında bizi görmemiş olması imkansızdı. Gurcatada yunan bayrağı olmadığı gibi kıçta sancak tarafta dev bir Türk bayrağı dalgalanıyordu. Burada olduğumuzu bilen bir tek kişi bile yoktu ayrıca. Şayet bizi yakalarlarsa bilemediğimiz sonumuz bir yunan hapishanesinin dört duvarının arasında biterdi de kimseler sonsuza dek akıbetimizi öğrenemezdi.
Durum çok ciddi bir hal almıştı. Hemen buradan ayrılmamız gerekiyor ancak yerimizden kıpırdayamıyorduk.

Derken arkamızda aniden bir tekne belirdi. Sanki durumu kavramış gibi bize bir halat atıp koçboynuzuna kazık bağı atıp volta etmemizi istedi. Beyaz sakallı kır uzun saçlı biz yaşlarında zayıf, uzun boylu bir denizciydi karşımızda duran.
Halatları volta edip tamam işareti verince ağır yol hareket etti. Bizi yedeklemiş açık denizlere çekiyordu. O önde biz arkada birkaç saat yol aldık sessizce. Başında sarımsı bir denizci şapkası, ağzında tütün kokusu burnumuza kadar gelen piposunu yakmış ufukları tarayarak dümen tutuyor ara sıra arkasını dönerek bizde sorun olup olmadığını kontrol ediyor, belli belirsiz gülümsüyordu.

Batıya gidiyordu. Aşağı inip haritalara baktım. Önümüzde yunan ana karasına kadar hiçbir kara yada adacık görünmüyordu. Öyleyse bizi nereye götürüyordu bu esrarengiz adam. Ve kimdi. Aksanı düzgün bir Türkçe konuşmuştu. Türk müydü peki ? Kim olduğunu ve nereye gittiğimizi bilemeden yol alıyorduk. Rüzgar hiç esmiyor sadece motorla seyir ediyorduk. Hava kararmaya yakın ufukta bir adacık göründü. Dümeni oraya kırmış, adaya gitgide yaklaşan bir seyrin içine girmiştik. Haritaları bir daha kontrol ettim. Bu ada haritalarda görünmüyordu. Durum daha da bilinmez bir hal almaya başladı. Nedendir bilmiyorum merak içindeydik ama tedirgin olmamıştık. Sakince arkasından yol alıyor ve bekliyorduk.

Neden sonra bir ufak adanın kuytusundaki gizli ufak koya ulaştık. Kıyıdaki derme çatma bir iskeleye bağlandı önce. Ardından da yavaşça halatımızı çekerek teknemizi yanına kadar getirdi. Yanına bağlandığımızda merakımız ayyuka çıkmıştı.

Yanımıza geldi sonra. Sıcak bir “Geçmiş olsun” dedi. “ Sizin mahsur kaldığınız koyun karşısında ufak bir adacığın açığında demirliyken olan biteni görüp anladım. Türk sancaklı bir teknenin zor duruma düşmesini içime sindiremezdim. Neyse ki sizi burada bulamazlar, rahat olun” dedi.

Sonra da bizi evi dediği adanın ortalarında kayaların arasında kuytu bir köşedeki ahşap kulübesine davet etti.

Kulübeye vardığımızda çocukluğumda defalarca okuduğum Robinson Cruose hikayesinin tam da ortasına düşmüş zannettim kendimi.
İçeri girip de demli çaylarımızı avuçlarımıza alınca suratına baktım yavaşça.
Ve o an anlamaya başladım yavaş yavaş. Kimse onun kadar yalnız olamazdı sanki bu dünyada. Bir küskünlük oturmuştu simasına. Burada kurduğu yalnız dünyasının dışında kalan her şeye kırgın bir hali vardı.
Çizgi çizgi yüzünde, gölgeli yeşil gözlerinde, ağır sessizliğinde kim bilir ne hikayeler gizlenmiş duruyordu.

Burada karanlık gecelerle, yalnız gündüzlerle bir başına dans ediyordu sanki hayatla. Kahpe dünyadan kaçmış, burada bir kardelen olmayı denemişti sanki. Her bahar öncesinde heyecanla yaşama gözlerini açan sonra kopan, koparılan.

Gözleri yorgun bakıyor, ifadesi üzgün karşımızda konuşmadan çayını yudumluyordu. Göz pınarlarında akmaya hazır bekleyen gözyaşlarında saklıydı sırrı belli ki.

Sonra sigarasından bir nefes çekip biz sormadan başladı anlatmaya sakince. “ Ben seksenimi çoktan geçmiş yaşlı bir adamım. Yıllar önce geldim bu adaya. Mübadele yapılmadan hemen önce. İzmirliyim ben. Eski bir balıkçı, eski bir yelkenci. Yaşlı dedemle beraber yaşarken İzmir’de, 9 Eylül de Kemalin askerleri şehre girdiğinde ufacık bir yetim ve öksüzdüm. Ailemin bir kısmı savaşta bir kısmı yollarda kaybolmuş yalnız bir çocuk. Daha okula bile başlamadan kendimi denizlerde bulmuş balık avlayan ve yelken yapan bir deniz sevdalısı çocuktum ben. O kargaşada dedemi de bulamadım. Muhtemelen o da gemilerden birine binip gitmiş olmalıydı. Ama hiç öğrenemedim ne olduğunu. Ailemden kimseye ulaşamayınca haftalarca, benim de gitmem gerekiyor diye düşündüm. Ama ötekiler gibi Atina’ya, Pire’ye yada Selanik’e gidemezdim ki. Ne tanıdığım ne de akrabam vardı.
Günlerce İzmir’in sokaklarında avarece dolaşıp durdum. En sonunda tek varlığım yelkenli küçük teknem, oltalarım ve üç beş parça eşyamla annemin kilerdeki küpe sakladığı altınları da yanıma alarak açıldım bir sabah karanlığında Egeye, gözlerimde akan yaşları sile sile. İzmir arkamdan ufalıp gözden kayboluncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağladım. Birkaç gün seyir ettikten sonra Ege’de şuursuzca kopan büyük bir fırtına beni işte bu adını bile bilmediğim ve haritalarda görünmeyen bu adaya attı. Bir ucundan diğerine 8-10 dakikada yürüyebileceğiniz bu adacığa. Önceleri hemen toparlayıp buradan ayrılmayı planlıyordum. Ama gittikçe bu ufak adanın bana ait olduğunu ve sanki benimde ona bağlandığımı hissettim.

O gün bu gün buradayım. Egenin iki yanını da vatan bilemediğimden olsa gerek burayı vatanım, toprağım belledim. Zaman içinde bir köpeğim ve nereden geldiğini bilmediğim birkaç kuşum oldu. Balık tutarak, ve civar adalara gidip diğer bazı ihtiyaçlarımı karşılayarak yaşadım gittim.
Hep İzmir’e dönmeyi hayal ederek. Ama hiçbir zaman cesaret ve cüret edemeden. Ara sıra adalardan aldığım kitaplar, tamir edile edile başka bir şekle bürünen neredeyse 100 yıllık teknem ve köpeğimden başka hiçbir şeyim yok. Vaktimi avlanarak, kitap okuyarak ve denizlerle oynaşarak geçiren, alabildiğince özgür ama bir o kadar da yalnız bir haymatlosum ben.”

Hikayesi şaşılacak kadar garipti. İnanmak ile inanmamak arasında gelip giderken “Burada tek başına bir köşede ölmekten korkmuyor musun?” dedim aniden. Bu belki biraz ona ama çokça kendime sorup da cevabını alamadığım bir soruydu belki de.

“ En büyük kötülük sandığımız ölüm belki de en büyük iyiliktir. Ölümü kimse bilmez. Bilmediğimiz bir şey hakkında konuşmak cehaletin ta kendisi değil midir? En nihayetinde iki ihtimal var. Ölüm ya tam bir son ve yok oluş. Ki şayet böyle ise sonsuzluk sadece deliksiz uyunan bir tek gece kadar kısadır bize. Bu da korkulacak bir şey değildir. Ya da ruhun özgürleştiği ilk gecedir ölüm. Ve ruh başka diyarlara, farklı alemlere gidip de orada bütün hatırladıkları eşi dostu ailesine kavuşacak ve sonsuza dek beraber olacaklarsa bundan daha iyi ne olabilir” dedi bilgece.

Haklıydı. Sadece iki seçenek vardı ve ikisi de huzur doluydu.

Nefes almadan dinlediğim bu adama inanmak öyle zordu ki. Anlattıkları gerçek olabilir mi diye geçirip durdum içimden. Karşımda gerçek bir Robinson Cruose duruyordu. Ama bu gönüllü olanıydı. Belki bu dünyadaki tek gönüllü sürgün.

Biz tam da yağmurdan kaçarken doluya tutulmayı yaşıyorduk. Şehirden bunca sene sonra tek yöne bilet alan iki arkadaş bu adamı dinledikten sonra kaçışın ne demek olduğunu belirsizliğin, bilinmezliğin neye benzediğini anlıyorduk. Denizler Ülkesi işte böyle bir yerdi.

Birkaç gün sonra bir sabah sessizce oradan ayrılıp Sybil ile yeni denizlere, bilinmeyen rotalara yelken basarken arkamızda usulca kaybolmakta olan adanın ve içindeki haymatlosun gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyorduk beraberce…

 

Denizlerden/Cenk Şahin
  • IP logged

  • *
  • İleti: 283
Ynt: KAYIKEVİ
#241: 12 Ekim 2017, 20:49:31
çok güzel, teşekkürler .

böyle bir site olduğunu da öğrenmiş oldum , okumalı...
  • IP logged

  • *
  • İleti: 3573
Ynt: KAYIKEVİ
#242: 12 Ekim 2017, 22:35:14
Gerçek mi ki acaba? yani iki yaşlı adam..
  • IP logged

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#243: 12 Ekim 2017, 22:37:49
Gerçek mi ki acaba? yani iki yaşlı adam..
Gerçek değilse bile süpermiş, teşekkürler paylaşım için.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#244: 23 Kasım 2017, 23:17:33
Afyon’daki 3200 Yıllık Yazıt, Gizemli Deniz İnsanlarını Anlatıyor...





Arkeologlar 1878 yılında bulunan ve 3200 yıl önce taşa kazınan hiyeroglif yazıları çözmeyi başardı. Yazıt Bronz çağdan kalan en eski yazıları içeriyor.

Truva prensini anlatan ve gizemli Deniz İnsanlarına atıfta bulunan yazıları içeren 3.200 yıllık taş levha deşifre edildi. Afyonkarahisar’da 1878 yılında bulunan taş bir yazıt, Akdeniz arkeolojisinin en büyük gizemlerinden birine ışık tuttu.

Kireçtaşına işlenmiş yazıların ilk çevirilerinde Bronz Çağı’nın güçlü ve ileri medeniyetleri hakkında bilgiler yer alıyor. 1878’de Afyon’da bulunan kireçtaşı friz, Tunç Çağı’ndan bilinen en uzun hiyeroglif yazıtı taşıyor. Dünya çapında sadece bir avuç bilim insanı antik Luvi dilini okuyabiliyor.

Dünyada antik Luvi dilini okuyabilen 20 kişiden biri olan Dr. Fred Woudhuizen, söz konusu yazıları çevirdi.

10 metre uzunluğundaki taş levhaya antik Luvi dilinde yazılan yazılara göre, Batı Anadolu’daki krallıkların birleşik donanmaları Doğu Akdeniz’de sahil kentlerine baskın düzenledi.

İlk çeviriye dayanarak yazıt, Bronz Çağ’ın güçlü ve gelişmiş uygarlıklarının çöküşü hakkında bilgi veriyor. Yazıtta bu gemicilik konfederasyonuna ait yağmacı güçler tarihçilere göre yeni doğan Bronz Çağı medeniyetlerinin çökmelerinde rol oynadı.

Araştırmacılar yazıtın Bronz Çağı krallığı Mira kralı Kupanta-Kurunta’nın emriyle milattan önce 1190 yılında hazırlandığına inanıyor.

Taş yazıt, Truva’dan Muksus adlı bir prens liderliğinde askeri sefer başlatan Mira adlı güçlü bir krallığın yükselişini anlatıyor.

Yazıtta, Batı Anadolu’daki birleşik krallık filosunun, doğu Akdeniz’de kıyı şehirlerine nasıl baskın düzenlediğini anlatılıyor. Metinde Mira krallığının yanısıra diğer Anadolu medeniyetlerinin Antik Mısır’ı ve Doğu Akdeniz’deki diğer bölgeleri Bronz Çağı’nın bitişinden önce işgal ettiği belirtiliyor.

Deniz saldırılarını kimlerin yaptığı bilinmiyordu
Arkeologlar milattan önce 1200 civarında büyük medeniyetlerin ani ve kontrol edilemez çöküşünün arkasında deniz saldırıları olduğunu bir süredir düşünüyordu. Ancak bu saldırıları düzenleyenlerin kimliği ve kökeni bilinmiyordu. Bunlara “Truvalı Deniz Halkı” adını veren arkeologlar bu gizemi yüzyıllar boyunca çözememişti.

Yazıtta, Kral Kupantakuruntaş’ın şu anda Türkiye’nin batısında Mira adlı bir krallığı yönettiğini anlatılıyor. Yazıta göre Truva, Mira krallığının yönetimindeydi ve Truva prensi Muksus, bugün İsrail’de bulunan ve orada bir kale inşa eden Aşkelon’u fethetmeyi başaran bir denizci keşif gezisine liderlik etti.

Yazıtta, Kral Kupantakuruntaş’ın Mira’nın tahtına nasıl çıktığı anlatılıyor: Kupantakuruntaş’ın babası Kral Mashuittas, Walmus adlı bir Truva kralının devrilmesinden sonra Truva’nın kontrolünü ele geçirdi. Bundan kısa bir süre sonra, Kral Mashuittas, Mira’ya sadakati karşılığında Truva tahtını Walmus’a iade etti.

Kupantakuruntas, babası öldükten sonra Mira’nın kralı oldu. Truva’nın gerçek kralı olmasa da, Truva’yı kontrolü altına aldı. Yazıtta Kupantakuruntaş kendini Truva’nın koruyucusu olarak tanımlıyor ve gelecekteki Truva yöneticilerini “Wilusa’yı (Truva’nın eski bir adı) Mira’nın büyük kralının yaptığı gibi koruması için” çağırıyor.

Yazıt inşaat malzemesi olarak kullanıldı
35 cm yüksekliğinde taş levha, Afyonkarahisar’a bağlı Beyköy köyünde 1878 yılında bulunmuştu. Fransız arkeolog George Perrot yazıları bir kağıda kopyaladıktan sonra köylüler yazıtı bir caminin temelinde inşaat malzemesi olarak kullanmıştı.

Yazıtın kopyası, İngiliz tarihçisi James Melaart’ın evinde 2012 yılında bulundu. Mellaart ölünce oğlu yazıtın örneğini Luvi Çalışmaları vakfında Dr. Eberhard Zangger’e yolladı.

Hollandalı dil bilimci ve Luvi dili uzmanı Zangger yazıtın “Anadolu’daki yaşayan Luvilerin “Deniz İnsanları” olarak adlandırılan grupların baskınlarına destek verdiğini ve Doğu Akdeniz’de Bronz Çağı’nın böylece sonlandığını” anlattığını söyledi.

Vakıf “Akdeniz arkeolojisinin en büyük gizemlerinden biri böylece çözülmüş oldu” dedi.

Yazıtın çevirisi ve araştırmacıların bulguları Aralık ayında bilimsel arkeoloji dergisinde ve bir kitapta yayımlanacak.





Kaynak: The Independent. Live Science. 11 Ekim 2017.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 3573
Ynt: KAYIKEVİ
#245: 23 Kasım 2017, 23:30:24
vay canına..
  • IP logged

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#246: 23 Kasım 2017, 23:34:55
Çok ilginç bilgiler, çok teşekkürler.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

  • *
  • İleti: 2553
Ynt: KAYIKEVİ
#247: 24 Kasım 2017, 01:22:03
Çok ilginç. Bir de Atatürk ün Yunanlıları yendikten sonra ''Truva nın intikamını aldım'' dediği söylenir. O nedir Kaan reisim?
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1178
Ynt: KAYIKEVİ
#248: 24 Kasım 2017, 08:43:47
Kaan reis,

Cidden çok ilginçmiş teşekkürler.
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#249: 24 Kasım 2017, 13:03:54
Çok ilginç. Bir de Atatürk ün Yunanlıları yendikten sonra ''Truva nın intikamını aldım'' dediği söylenir. O nedir Kaan reisim?

Abi, bildiğim kadarı ile bunu Atatürk'e atfendenler olduğu gibi çoğunluk Fatis Sultan Mehmet için söyler. Bir çok farklı söylenti varmış.

Bir kitapda okumuştum, rönesans dönemi yazarları Türkler ile Truvalıları aynı soydan kabul ederlermiş.  Zamanında, Yunanlıların, Makedonların, Mora ve Teselyalıların, Anadolu topraklarında Asyalı sayılan halklara yaptıklarının intikamını İstanbul'u alarak ödettiği için bu lafın edildiğini yazıyordu.

Diğer yandan, başka bir yerde de olayın hep tarih kitaplarında ki gibi masalsı sahnelerden değil, çok dha basit olaylardan kaynaklandığı ve kan davası güdüldüğünü okumuştum. Örneğin, Osmanlı ve Bizansın arasının bozulması ve İstanbulun fethine kadar giden olayların, bir koyun satışından kaynakladığı gibi.
Yeniçeriler, Bizanslı çobanlardan koyun satın almak ister, ama çobanlar satmaz. Yeniçerilerilere laf ederler, önce söz dalaşına sonra kılıçların çekilmesine neden olur, Kalabalığın çoğalması ile günümüzün mahalle kavgasına döner. Sonrada gelen Yeniçeriler, kavgayı ayırır ve durdurular, bir çoğuna geri gönderirler ancak İstanbul'a ulaşan haberle, Bizans askerleri, toplaşıp gelirler ve kavgayı tekrar alevlendirirler, O sırad olay yatışmış ve kavga edenler olay yerinden ayrılmış olmasına rağmen, gelen Bizans askerleri, orada olan Türklein bir kısmını öldürür ve bir kısmını hapse atarlar. Uzun bir müddet sonra, tutsaklar serbest bırakılır ve özür dilenmesine rağmen, arada ki geçen sürede her şey belirlenmiş ve Bizans'dan intikam almak için planlar yapılmıştır. Bu hem İntikamın alınmasına hem de İstanbul'un alınmasına neden olan çoban olayı bazı kitaplarda yer alır.

Atatürk için söylenmesi ile ilgili ise, Kartacalı hannibal'in intikamı için olduğu söylenir.

"Kartacalı Hannibal, tarihte bilinen en büyük komutanlardan birisidir. Hannibal’ı eşsiz yapan ve tarihin farklı dönemlerinde sahneye çıkmış diğer komutanlardan ayıran yönü ise uyguladığı savaş stratejileridir. Fakat diğer yandan Kartacalı Hannibal’a baktığımızda tarihte ses getirmiş ilk büyük anti-emperyalist komutandır. Emperyalist Roma’ya karşı büyük savaşlar vermiş ve birçoğunda bugün halen ses getiren ve tarihin akışını değiştirecek zaferler kazanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk ile ilk ortak yönü budur. Her iki komutan da emperyalist devletlere karşı savaşarak tarih sahnesine çıkmış ve eşsiz stratejileriyle büyük zaferler kazanmışlardır. Fakat benim bu yazıda anlatmak istediğim sadece Kartacalı Hannibal’ın ve Mustafa Kemal’in ortak yönleri değil.
Kartacalı Hannibal, daha çok erken yaşlarda, henüz bir asker değilken, babasına ömür boyunca Roma’ya karşı kin besleyeceğine ve Roma’nın en büyük düşmanı olacağına dair yemin etmiştir. Çünkü Emperyalist Roma, Kartaca Medeniyetiyle Akdeniz üzerinde büyük bir çekişme içerisindedir ve Kartacalı Hannibal’ın babası daha önce birçok kez Roma’ya karşı savaşmış ve büyük yenilgiler almıştı. Hannibal büyük bir komutan haline gelip ordusunun başına geçtiğinde Emperyalist Roma ve Kartaca İmparatorluğu arasındaki çekişmeler son hızıyla devam ediyordu. Kartacalı Hannibal, Roma orduları ile savaşmaya karar verdiğinde bu savaşın Roma topraklarında olması gerektiği fikrini yürüttü. İşte tam da bu noktada eşsiz dehasını ve cesaretini kullanarak 20.000 piyade, 6.000 ağır süvari ve ordusunu diğer ordulardan farklı kılan savaş fillerini Kuzey Afrikadan, bugünkü İspanya topraklarına taşıyarak Roma’ya doğru yürütmeye başladı. Özellikle sıcak iklime alışkın piyade birliklerini ve fillerini, soğuk ve 3000 metreye varan yükseklikleriyle, karla kaplı Pirene dağlarından yürütmeye çalışmak oldukça çılgınca ve cesaret isteyen bir harekettir. Fakat Kartacalı Hannibal büyük zorluklara rağmen bunu başardı ve büyük kayıplar vererek ordusuyla Avrupa kıtasının ortasında bir duvar gibi yükselen soğuk ve karlı Alpler’i aşmayı başardı. Bu durum karşısında şaşkına dönen Roma ordusuyla 2 kez karşılaştı ve Roma’yı büyük bir bozguna uğrattı. Fakat Afrika’daki 3. Pön savaşında senato karışıklıkları sebebi ve Kartaca devlet adamlarının kendisini arkasından vurmasıyla Roma karşısında büyük bir yenilgiye uğradı. 3. Pön savaşından sonra Emperyalist Roma bölgenin büyük hakimi oldu. Kartacalı Hannibal ise Anadolu’ya sürgüne gönderildi. Fakat Roma için hiçbirşey henüz bitmemişti. Kendilerine birçok kez büyük yenilgiler yaşatan Kartacalı Hannibal korkusu hiç sönmedi. Kartacalı Hannibal mutlaka öldürülmeliydi. Hannibal sürgün yıllarında Bitinya’da, bugünkü ismiyle Gebze’de bulunan Bitinya saraylarında askeri danışmanlık yaptı. Fakat Bitinya’nın kendisini Roma’ya teslim edeceğini anladığında kendisini zehirleyerek Roma’ya teslim olmamak adına yaşamına son verdi. Kartacalı Hannibal’ın mezarının nerede olduğu bilinmiyor fakat ölüm yeri olan Gebze’de anısına dikilmiş bir Kartacalı Hannibal heykeli bulunmaktadır."

Peki bu heykeli Gebze’ye kim diktirdi? 1937 yılında, Mustafa Kemal Atatürk, Kartacalı Hannibal anısına, öldüğü yer olan Gebze’ye, Kartacalı Hannibal heykelini diktirdi. Kuşkusuz Mustafa Kemal Atatürk, Kartacalı Hannibal’ı çok iyi tanıyan bir komutandı. Askeri okulda eğitim gördüğü sırada Kartacalı Hannibal’ın stratejilerini öğrenmiş ve içinde bu büyük komutana karşı büyük bir sevgi oluşmuştu. Diğer yandan Kartacalı Hannibal’ın savaş stratejilerinden birçoğu Kurtuluş savaşımızda Yunan ordularına karşı başarıyla kullanıldı ve Yunan ordularına karşı büyük zaferler kazanmamızı sağladı. Mustafa Kemal de büyük ihtimalle Kartacalı Hannibal ile arasındaki ortak yönleri biliyordu. Her ikisinin de Emperyalist devletlere karşı savaştıklarının farkındaydı. Bu yüzden Hannibal’ın heykelini öldüğü yere diktirerek ona olan saygısını göstermiş ve topraklarımızda yatan bu büyük, cesur ve emperyalist güçlere karşı savaşmış komutana gereken değeri vererek O’na sahip çıkmıştır. Aynı, Çanakkale zaferinden sonra “Hektor’un intikamını aldık” diyerek, emperyalistlere karşı Troya’da savaşmış büyük Anadolu komutanı, Hektor’a sahip çıktığı gibi…


Bu da diğer anlatı.

  • IP logged
« Son Düzenleme: 24 Kasım 2017, 13:05:31 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

  • *
  • İleti: 2553
Ynt: KAYIKEVİ
#250: 24 Kasım 2017, 17:20:47
Çok ilginç. Bir de Atatürk ün Yunanlıları yendikten sonra ''Truva nın intikamını aldım'' dediği söylenir. O nedir Kaan reisim?


Bir kitapda okumuştum, rönesans dönemi yazarları Türkler ile Truvalıları aynı soydan kabul ederlermiş.  Zamanında, Yunanlıların, Makedonların, Mora ve Teselyalıların, Anadolu topraklarında Asyalı sayılan halklara yaptıklarının intikamını İstanbul'u alarak ödettiği için bu lafın edildiğini yazıyordu.


Truvalıların kaleden gizlice çıkıp göç ettikleri yerin Asya olduğu Türklerin bir boyu olarak orada çoğaldıkları ve tehlikeler geçtikten sonra ki nesillerin bilinç altındaki yurtları Anadoluya doğru  kısım kısım geldikleri ve ilk gelen Türk kollarının bu Truvalı torunlar olduğu filan efsanelerini de  duymuştum bir yerlerde de ondan sormuştum  ne kadar aslı var diye.

Hani ,bazılarımızın genlerinde şu senin anlattığın Anadolu denizci milletinden Truvalılara oradanda bize kadar gelen bir yazılım var da ondan mı denize fazla düşkünüz diye aklıma geldi. (Kafayı yiyormuyuz ne yavaş yavaş :) )

Bilgiler için teşekkürler Kaan cım.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: KAYIKEVİ
#251: 25 Kasım 2017, 22:24:49
Öcal Reis uyardı ben de koyuyorum buraya ...

Luviler Unutuldu mu Yoksa Unutturulmaya mı Çalışıldı? Aleviler Luvilerin Torunları mı?

Luviler Unutuldu mu Yoksa Unutturulmaya mı Çalışıldı?

Bulunduğumuz coğrafyada yaşayan Işık İnsanları anlamına gelen Luvileri okulda öğretilen hangi tarih kitabında okuduk ya da kaçımız daha önce bu kadim uygarlığın ismini duyduk?


 
Eminim çoğunuz ilk defa bu isimle bu yazıda tanıştınız veya tanışacaksınız. Elde edilen kazılara dayalı olarak bu uygarlıkla ile ilgili birçok teori bulunuyor.

Anadoluda Kurulan İlk Uygarlık Luviler mi?



Bilge Umar’a göre onlar Anadolu’nun ilk yerli halkı. Peki bu bulguya nasıl ulaşılmış? Hitit kazıları incelenirken, onların bazı dinsel metinlerinde, bazı mühürlerinde ve anıt kitabelerinin tümünde “nasili” adını verdikleri kendilerine has hiyeroglif yazılarından başka bir dile rastlanmış.

İlk başlarda bu yazının Hititlere ait olduğu düşünülse de aslında bu yazının yine kendilerinin onlara bu ismi verdiği Luvilere ait olduğu keşfedilmiş.

Bu metnin Anadolu’da Hitit egemenliğinden 2000 yıl önce kullanılmaya başlandığı söyleniliyor. Arkeolog Firuzan Kınal Mersin, Hacılar ve Alişar kazılarından elde edilen bulgulara göre Anadolu’da M.Ö 6000 yıllarında ortaya çıkan Tunç Çağını yine Luvilerin yarattığını söylüyor ve bu görüşü Bilge Umar tarafından destekleniyor.

Truvalılar Luviler mi?

İkinci teori coğrafyamızdan uzak bir yerde yaşayan Luvi Araştırma Vakfı başkanı İsveçli tarihçi ve jeolog Dr. Eberhard Zangger tarafından ileri sürülüyor.

Dr. Eberhard Zangger bizleri Afyon’a bağlı Beyköy deki bir tarlada 29 metre uzunluğundaki kireç taşındaki yazıtlara yönlendiriyor. 1878 yılında Beyköy’de köylüler tarlada üzerinde anlamlandıramadıkları şekiller olan bir kireç taşı bulurlar ve caminin temelinde kullanılmasına karar verirler.

O dönemlerde bölgede kazı yapan Fransız arkeolog George Parrot yazıtı çözmek için almaya çalışsa da köylüleri ikna edemez fakat taşın üzerindeki şekilleri bir kağıda çizer ve ülkesine döner.

Bu metin tam 134 yıl sonra 2012 yılında İngiliz Antik Çağ tarihçisi James Mellaart ın ölümünden sonra arşivlerinin arasından çıkmıştır.

Tarihçinin oğlu metnin kopyasını Dr Eberhard Zangger’e verir. Dr Zangger İsveçli ve Hollandalı bilim adamlarından oluşan 30 kişilik bir grupla yazıları çözmeye başlar. Yazıt 3200 yıllıktı ve Tunç Çağına aitti.

Antik metinde Küçük Asya’da (Anadolu’da) yaşayan krallıkların Hititlere karşı bir donanma kurarak Doğu Akdeniz’deki sahil kentlerini nasıl fethettikleri anlatılıyor.

Dr. Zangger’e göre Luviler tek bir krallıktan değil geniş bir coğrafyaya yayılan bir düzine krallıktan oluşuyor ve bu durumu pek çok kaynak doğruluyor.

M.Ö 1190 yılında Genç Tunç Çağı krallıklarından Mira’nın kralı Kupanta-Kurunta’nın yazdırıldığı belirtiliyor.

Ayrıca metin o dönemde krallıkların Mısır’ı da fethettiklerini anlatıyor. Diğer arkeologlar da bu dönemde denizden gelen insanların etkisiyle o zamanın uygarlıklarının ani ve kontrolsüz çöküşünden bahsediyor.

Bununla beraber günümüz akademisyenleri saldırıyı gerçekleştirenleri “Truvalı Deniz İnsanları” olarak adlandırıyor. İsveçli tarihçi ve jeolog Luvice yazılmış bu metinden yola çıkarak aslında Truvalıların Luviler olduğunu iddia ediyor.Ve aslında Truva antik kentinin bilinenden 100 kat daha fazla büyük bir alana yayıldığını söylüyor.

O dönemde güçlenen bu gizemli deniz insanlarına karşı Antik Yunan ve Helenler’in savaş açtığını yine pek çok arkeolog doğruluyor. Zangger’e göre işte bu savaş tam da o dönemlere denk gelen Truva Savaşı ve gizemli deniz insanları da Luvilerdir.

Eğer Truvadaki Kara Menderes nehrinin taşkın ovasında 5-6 metre ve Anadolu’nun bazı yerlerinde 10 metre derinlikte kazı yapılmasınıa izin verilirse tezini kanıtlayabileceğini sözlerine ekliyor.

Peki bu iddia kanıtlanırsa ne olur?

Batı Medeniyetlerini sanılanın aksine Yunanlıların değil de Anadolu uygarlıklarının oluşturduğu ortaya çıkar. Yani medeniyetin batıdan bize değil bizden batıya doğru yayıldığı ortaya çıkmış olur ve yalan temellere oturtulmuş bir bilgi aydınlığa kavuşabilir.

Yunanlıların Luviler’den etkilendiği gerçeğini güpegündüz ortaya koyan kanıtlar mevcuttur. Güney Anadolu’daki Helen asıllı yer adlarının kökeninin Luvice olup, Yunan telaffuzuyla türetildiği ortaya çıkmıştır. Kibele ,Afrodit, Apollon ve Artemis gibi tanrı ve tanrıça adlarının birçoğu da yine Luviceye ait.

Ayrıca eski Yunanca sayılan dram, drama, tiyatro, komedya, tragedya… vb birçok sözcüğün de Luvi kökenli olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Gene o dönemde Truvada Luvice konuşulduğu konusunda iddialarda mevcut.

Dr. Zangger bu iddiasını kanıtlamak istiyor fakat bu tezini ortaya attığı günden itibaren engellendiğini belirterek belki de Batının Luvilerle ilgili gizemli kalmış bilgilerin ortaya çıkmasını istemediğini hem direk hem de dolaylı yollarla bize gösteriyor.

Kayıp Mu Kıtasından Kaçmayı Başaran Uygarlıklardan Birisi Luviler mi?

Diğer bir iddia aslında bu uygarlığın kendilerine “Ma”nın uygarlığı adını vermeleri ve güneşe tapınmalarından kaynaklanıyor. Ma kelimesi anne anlamına gelir ve ma ya da mu kelimesinin derin bir ezoterizmi kapsadığı öne sürülmektedir.

Dillerinin Hint-Avrupa ailesine mensup olduğu belirtilen Luvilerin kayıp Mu kıtasından kurtulup Asya’ya göçen ve oradan da Batı Anadolu’ya yerleşen topluluk olduğuna inanılıyor.

Yukarıda bahsedilen nedenler dışında bu görüşü destekleyen başka tezler de mevcut.

Luvilerin kullandıkları alfabe İle “Mu insanlarının” kullandıkları alfabenin birbirine çok yakın olması ve Eflatun’un (Platon) Mısırlı bir rahiple görüşmesi.

Bu rahip ona M.Ö 9000 yılında Atlantis isminde bir adadan bahsetmiş ve karşı okyanustaki adalara yolculuk yapıldığını anlatmış. Bu da Mu Kıtası batmadan önce oradaki insanların Maya imparatorluğunu kurduklarını buradan da Atlantisi geçtiklerini gösteriyor.

Bu aynı zamanda Atlantis üzerinden bazılarının Akdeniz ve Ege kıyılarına çıkıp kıyıları istila ettiğini ve buralarda medeniyetler kurduğu gerçeğini işaret ediyor olabilir.

Önceki iddialarda belirtilen kayıp deniz insanlarının bu medeniyetler yani Luviler olduğu düşünülüyor. Bu iddia ile Aztekler’in Mayalar’ın, İnkalar’ın ve Luvilerin aynı kültüre sahip olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.

Dünyanın dört bir yanında yapılan kazılarda benzer yazıtlara ve şekil ya da resimlere rastlanması bunların bir tesadüften ibaret olamayacağını düşündürtüyor.

Aleviler Luvilerin Torunları mı?

Son iddia Luvilere ,başka komşu devletlerin Aluvi ismiyle hitap ettiği ve ayrıca “a” harfinin kelimenin başından düşürülerek “Luviler “kelimesinin türetildiği görüşünden yola çıkılarak bize çokta tanıdık olan kendilerine “Alevi’ler denilen toplumumuzun belli bir kesimini oluşturan insanların Luvi’lerin torunları olduğu iddiasıdır.

İddialarını sadece kelime benzerliğine dayandırmıyorlar. Alevi kelimesinin de aleve ait yani ışığa ait anlamına geldiğini belirtiyorlar.

Osmanlı devletinde Alevilere “Işık Taifesi” denilmesi de bu görüşün doğru olma ihtimalini kuvvetlendiriyor. Günümüzde de Alevilerin bazı kesimlerinde “Işıkçılık” ve “Işık Aleviliği” kavramları mevcuttur.

Luvilerin dinlerini anlatırken ezoterizm anlayışını benimsediklerinden yola çıkılarak bu inanca ait tüm sırların üstün algılama düzeyi olan, belli bir eğitimden geçen kişilere anlatıldığı belirtiliyor.

Belki de inisiyasyon yoluyla bu inanç hala günümüzde de devam etmekte ama tepki görmekten korkulduğu için saklanılmaktadır.

Malum inanç özgürlüğü gezegenimizde malesef özde değil sözdedir.Bu görüşü savunanlardan Erdoğan Çınar bu konuyla ilgili bir kitap yazmıştır.

Günümüz coğrafyasında halen kullanılmakta olan bazı dağ, tepe, ırmak adları onlara aittir ve dilimize onlardan geçmiş kelimeler mevcuttur. Aynı zamanda Sagallos antik kentindeki yerli halkla akrabalıkları keşfedilmiştir.

Kültürleriyle ve bıraktıkları miraslarıyla uygarlıkları etkilemiş haklarında bu kadar iddia ortaya atılan Luviler sizce gereken ilgiyi görmüş mü ya da yeterince sesleri duyulmuş mudur?

Kaynaklar: Luwian Studies Wikipedia, bilgesaman blog, Aleviliğin Kökleri/Erdoğan Çınar, Nebi Yıkaroğlu

Derleyen: Yasemin Aydın

Ref: http://biliyomuydun.com/138896
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

  • *
  • İleti: 2553
Ynt: KAYIKEVİ
#252: 25 Kasım 2017, 22:32:13
Sağolasın Cem reisim. Kafa karışıkllığım biraz düzeldi , nerden aklıma geliyor böyle şeyler diye. :)
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#253: 25 Kasım 2017, 22:37:54
Teşekkürler.


Mu, Atlantis, Eski uygarlıklar, İnisiyeler, Mısır rahipleri, Agarta, el yazmaları, Ölüler kitabı, öğretiler, ..............

Bayılırım  ;D Benim için meditasyon gibidir. Her şey uzaklaşmamı sağlayan konulardır.

Elinizde, aklınızda ne varsa, burada paylaşın lütfen.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 2553
Ynt: KAYIKEVİ
#254: 26 Kasım 2017, 00:33:47
Denizcilik kısmını iyi dinlemek lazım.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 26 Kasım 2017, 00:36:21 Gönderen: Öcal Turan »

 
Yukarı git