Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

T
  • *
  • İleti: 2171
KAYIKEVİ
OP: 21 Aralık 2016, 18:21:51
Bu tarz hikayeleri okumasını ve yazmasını seviyorum. Kafa dağıtmak için birebir.
Aklıma geldikçe çeşitli hikaye, çeviri, şiir ve/veya temaya uygun makaleleri bu başlık altında derli toplu durması ve her biri için ayrı başlık açmamak adına paylaşacağım. 





"NEMO NOKTASI"

Diğer bir şekli ile okyanusta hiçliğin ortası.

Günümüzde, pek çok sebepten dolayı her güne insanlık adına kötü haberler alarak başlıyoruz. Bir çoğumuzun aklından, elden bir şey gelemeyeceğini düşünmenin verdiği bıkmışlık duygusu ile herkesden ve herşeyden uzaklaşma fikri geçiyor. E kişiler denizci olunca tabii ki vazgeçemeyecekleri şey, tekneleri... Durum böyle olunca haritadan yer beğenmeye başlanıyor. Tabii ki uzak adalar, en bakir alanlar, daha insanlığın bozamadığı! yerleri görmek için umut beslemeye başlıyor.


Sığınacak bir liman arayanlar,

Sizin için bir iyi bir kötü bir de daha iyi haberim var.


Önce iyi haber. Herşeyden ve herkesten en uzak olan nokta biliniyor. Tekrar keşfetmeye gerek yok. Evet bir ada değil ama okyanusun ortasında bir nokta. Eh uzaklık kısmını tutturduk en azından.

Burası Point Nemo denilen alan.  Pasifik Okyanusu'nda, 48°52.6′ Güney ve 123°23.6′ Batı koordinatlarında ki bu yer bilinen ve matematiksel olarak her yere en uzak nokta.  En yakın üç noktaya eşit olarak 2688 km uzakta. Diğer yönler de ise daha da uzak. Hatta o kadar uzak ki o noktaya en uzak insanlar astranotlardır esprisi yapıyor. 1992 yılında keşfedilmiş bu alan.  Bir araştırma mühendisi olan Hrvoje Lukatela, "Hipparchus" adını verdiği jeo-uzaysal bir program kullanarak, en yakın kara parçalarından eşit uzaklıkta olması mantığı ile tespit etmiş bu noktayı. Ekbette yıllar içerisinde kıyı erozyonları ile bir kaç metre de olsa değişeceği aşikar.

İsim olarak da gayet uygun bir isim seçmiş çünkü "nemo" latince de "hiç kimse" demektir.





Şimdi gelelim kötü habere,

Hani demiştik ya en uzak, en bakir, insanlığın bozamadığı! diye...

İşte, hani derler ya, yok öyle bir dünya .  Uzay kurumları bu noktayı “Güney Pasifik Issız Bölgesi” adıyla mimlemiş bir kere. İnsanların olmadığı, gemilerin geçmediği bu bölgeyi uzay çöplüğü olarak kullanıyorlar. Evet yanlış okumadınız, dünyamızın bir uzay çöplüğü var. Eski uydulardan, kargo gemilerine ve MIR uzay istasyonuna kadar birçok araç parçalanmış halde okyanusun dibindeki bu “uzay araçları mezarlığına” gömülüyor !.

Uzay araçlarının, atmosfere girerken oluşan ısıdan sağlam çıkamadığı, sadece yakıt tankı gibi parçaların yanmadan okyanusun dibini gittiğini söylüyor uzmanlar. Örneğin 143 tonluk Mir uzay istasyonunun bazı parçaları okyanusun dibine çökerken bazıları da Fiji kıyılarına vurmuş,      “Yakıt sızması olmaması halinde bu parçalar sudaki canlıların yaşamı açısından tehlike oluşturmuyor.” diyecek kadar da rahatlar.

Burası Güney Pasifik Girdabı adıyla bilinen güçlü akıntıların ortasında bir yer. Nemo Noktasında okyanustaki yüzey ısısı 5,8 derece ve dönerek hareket eden akıntı, serin ve besin bakımından zengin suları bloke ediyormuş.  Bu nokta hakkında çok uzak olması ve çok zor bir deniz olması nedeni ile araştırmacılar pek az çalışma yapabilmişler. Öyle ki büyük buz dağlarının çatlarken çıkardığı sesler önce canlılar tarafından çıkarılıyor sanılmış, sonradan anlamışlar ki bu bölgede yaşam neredeyse yok denecek kadar az çünkü karadan çok uzak olduğu için buradan esen rüzgârlar organik madde taşımıyor. Yani fazla besin kaynağı olmadığından okyanus tabanı da fazla yaşam barındıramıyor. Tabii ki bu hiç canlı olmadığı anlamına gelmiyor. Pasifik ve Nazca tektonik plakaları yavaş yavaş birbirinden uzaklaşırken aradaki boşluktan lav sızması sonucu sıcak su bacaları ve mineral birikimi oluşuyor bu mineraller bakterilerin çoğalmasına bunları da daha büyük deniz canlılarının beslenmesine olanak sağlıyor. Örneğin Yeti yengeçi bu bölgede keşfedilmişti.

Neyse ki amatörde olsak denizciyiz. Yok öyle bir dünya denilebilir ama teknemiz, isteğimiz ve cesaretimiz olduktan sonra zaten uzak bir yerde ki tek bir liman bizi uzun zaman tutamazdı.

Tüm denizler bizi bekler. Mavi vatan, herkes için kollarını açar. Yeter ki ona bir adım atın.

Ki bu bence  bir denizci için en iyi haberdir.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 23 Aralık 2016, 14:19:25 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

T
  • *
  • İleti: 2171
KAYIKEVİ
#1: 21 Aralık 2016, 18:24:26
ERKEK DÜNYASININ KORSAN KADINLARI


Öyle ya düşünsenize, 1600-1700'lü yıllar, Esirlerin haricinde gemiye kadın alınmadığı, gemide kadının uğursuzluk getireceğine inanıldığı bir dönem ve denizcilerin korkulu rüyası haline gelmiş kadın korsanlar.

Erkeklerin dünyasında ki ayrıcalıklardan yararlanmak adına, o dönemde bazı kadınlar, kısa saçları, kendilerini sıkı sıkıya sardıkları bandajlar ve erkek kıyafetleri ile zaten rutin halde ki çiftlik hayatı, yokluk ve kendilerinin yok sayıldığı hayatdan kaçmak için "erkek" dünyasına bu şekilde adım atarlarmış. Ta ki savaşlarda, kavgalar da yaralanıp yada duygularına yenilip güvendiği bir tayfadan hamile kalıncaya kadar.

Tarihin tozlu sayfalarında bu başkaldırışı, özgürlük ve kendilerine biçilen rolden farklı bir şeyler yapmaya çalışan bu cesur kadınlar hakkında çok fazla yazılı kayıtlar bulamıyoruz ama yine onların arasında ister cesur ve kahraman deyin ister acımasız, duygusuz suçlular, zamanın da kendilerinden söz ettirerek bir nebze de olsa tarihde yerlerini almayı başarmış, denizcileri titretmeyi başarmış kadın korsanlar vardır.

Haklarında ki bilgiler az ve çelişkili olsada genel kabul içinde onları tanımaya çalışalım.




Anne Bonny

1697-1700 yılları arasında doğduğu tahmin ediliyor. İrlandalıı bir avukatın gayrimeşru çocuğu olduğu söylenir. Babası herkesten çocuğu olduğunu saklamasına rağmen, yinede bir yabancıymış gibi yanında çalıştırır. İlk gençlik yıllarını atlatan Anne Bonny, 16 yaşındayken bir  korsan olan, kaptan James Bonny'e aşık olur. Babasının itirazlarına rağmen, hem aşık olan hemde macera ve heyecan isteyen Anne, evlenir ve yanında seferlere katılmaya başlar. İlk denizcilik hayatı böyle başlamıştır. O dönemde “günah yuvası” ve “korsanların cenneti” olarak bilinen New Providence’a (Nassau) taşınırlar. Her şey güzel giderken, kocası Nassau'da valinin de teşviği ile hem ticarete hemde valinin muhbirliğini yapmaya başlayınca, kocasının dönek olduğunu düşünen Anne'nin gözünden düşer ve kocasını terkeder. Bu sırada tanıştığı, Calico Jack olarak tanınan Kaptan Jack Rackham ile birlikte kaçmaya karar verir. Elbette ki tanınmadan bir gemiye binmeli ve korsanlığa devam etmelidir. Erkek kıyafetleri giyer ve Jack ile yola koyulurlar. Daha ilk korsanlık faaliyetlerinde o kadar iyi silah ve kılıç kullanır ki şüphe çekmeyi bırakın herkes tarafından saygı görmeye başlar. Adı artık Korsan Benjamin olmuştur. Ta ki hamile kalana kadar. Hamile kalınca gemiden ayrılmak zorunda kalırlar. Küba'ya çocuğu doğurmak üzere gidip bir süre korsanlığa ara verirler ama kader ağlarını örmüştür. Çocuk ölür ve kısa bir süre sonra tekrar mesleklerini icra etmek üzere korsan gemilerine geri dönerler. Elbette ki bu işlerin merkezi olan Nassau'ya dönerler. Yeni bir korsan gemisi bulmaları uzun sürmez ve tekrar denize açılırlar. Bu sırada kendisi gibi erkek kıyafetleri içerisin de askerlik yapan, Marry Read ile tanışacak ve çok iyi arkadaş olacaklardır. Birbirleri için iyi olmuştur ama ikisi bir araya geldiğinde mürettabatın korkulu rüyası haline gelmişlerdir. Çok da uzun sürmeyen bu yeni maceraları,  Jamaika Valisi Lawes gemiye el koymak için askerlerini yollaması ile sona erer. Jack ve mürettebat hazırlıksız yakalanır. Son ana kadar savaşmaya devam eden iki kadın da mürettebatın geri kalanıyla birlikte idama  mahkum edilir fakat ikisi de hamile olduğu için infazları ertelenir. Ateşli hastalığa yakalanan Mary Read hapisteyken ölür. Anne Bony ise idam edilmez ama sonun ne olduğu hakkında kesin bir bilgi yok…









Marry Read

Çocukluğu hakkında farklı söylemler var. Kimisi kısaca, İngiltere de doğduğu ve babaannesi ve üvey kardeşi ile sefalet içinde yaşadığı, gemilerde temizilik yaptığı söyleniyor. Diğer bir hikaye ise,  Londra’da bir kaptanın çocuğu olduğu ve annesi tarafından, babası denizdeyken ölen erkek kardeşinin yerine geçirildiği şeklindedir. Benim tercih ettiğim hikayesi, en azından okunasıdır. Dul olan annesi o dönemde ki kadınlığın getirdiği dezavantajlardan çok çekmiştir. Bu yüzden kızı Marry erkek gibi yetiştirmiştir. Buna yatkın olan Marry de tam anlamı ile kavga eden, kılıç kullanan ve macera peşinde koşmayı seven bir genç olmuştur. Önce kendine bir gemide iş bulur ama macera beklerken tek elde ettiği dayanılmaz bir iş yükü ve tacizdir. Bir yolunu bulur ve gemiden kaçar.  İngiliz ordusuna katılır. Basit bir er olarak başlar ama Flanders savaşında gösterdiği cesareti sayesinde Süvari Alayı’na terfi eder. Asker arkadaşına aşık olunca, gerçek kimliğini açıklar ve ordudan ayrılıp evlenirler. “Üç At Nalı” adlı bir han açarlar, Nassau da haytından ilk defa memnundur ama uzun sürmez, erkek arkadaşı bir kavgada öldürülür, Han ile tek başına uğraşamaz ve bırakır, tekrar orduya döner. Bir sefer sırasında  Batı Hint Adaları’na doğru giderken Calico Jack ve Anne Bonny, Mary’nin içinde bulunduğu gemiye saldırır. Esirler arasındaki Mary, Anne’in dikkatini çeker. Kendisi gibi kadın olduğunu anlayınca da çok iyi arkadaş olurlar. Kaptan Jack, Anne’in bir denizciyle bu kadar çok vakit geçirmesini kıskanınca Mary kimliğini açıklamak zorunda kalır. Jack, mürettebatında iki kadın korsanın olması fikrine sıcak bakar ve  Mary Read kısa sürede korsan bayrağı altında savaşan en cesur “adamlardan” biri olur. 1720’de hapiste ölür.





Grace O’Malley

1530 yılından bir karakter olduğuna inanılan O'Malleyler. İrlanda'da İngilizler tarafın son derece tehilikeli,kurnaz bir isyankâr olduğuna inanılan,  Owen O’Malley'in biricik kızıdır. O'Malley klanının ve filolarının şefidir babası. Denizi çok seven Grace, kızların denizci olamayacağı düşünüldüğü için saçlarını keser, erkek kıyafetleri giyer. O kadar tutkulu ve takıntılıdır ki kendi ailesi bile ona "kel" lakabı takarlar. Babasının yanında denizciliği çok iyi şekilde öğrenmesine ve tam bir erkek gibi yetişmesine rağmen tamamen politik bir kararla, daha 16yaşında iken O’ Flaherty klanının varisiyle evlendirilir. Şans bu ya, Kocası da onun hayallerine saygı duyar ve beraber savaşmaya karar verince, İrlandanın batı kıyısı dışında ki tüm sularda Karı-Koca hüküm sürmeye başlarlar. Kendisinin olmadığı bir zamanda kocası Cork Kalesi’ni savunurken ölünce, kaleyi kendi ekibiyle basarak geri alır. Denizlere geri dönen Grace batı kıyısında güvenli geçiş için haraç almaya başlar, vermeyen gemileri talan eder. 36 yaşında iken yakalanan ve idama mahkum edilen korsanların kraliçesi Grace, Kraliçe I. Elizabeth’e bir mektup yazar. Bu mektup kayıp ne yazdığı bilinmiyor ama Kraliçe I. Elizabeth, Grace ve ailesinin affedilmesi için emir çıkarır. Grace O’Malley’nin 1603’te Rockfleet Kalesi’nde öldüğüne inanılıyor.





Ching Shih

Tarihe geçmiş en önemli korsanlardan biridir. Hüzünlü bir hikaye ile başladığı hayatı, bir korsan ve akınca için özenilecek bir güce kavuşması ile sona erer.

Öyküsü bir Çin genelevinde başlar. Ching Shih’nin isminin anlamı ise kantonunu eski seks işçilerinden kurduğu için "Ching'in karısı" anlamına gelmektedir. Tarihte ki bu kadar tanınan bir korsan olmasına rağmen Çin kayıtlarında hakkında çok az özel bilgi vardır. Muhtemelen yaptığı işler özel bilgilerinin önüne geçmiştir. Kendince bir kitap hazırlamış ve burada suç unsurlarının tam olarak nelerin kapsadığı ve verilmesi gereken cezları yazmıştır. Örneğin kadın esirlere tecavüz edenlerin kellesinin uçurulması ve korsanlıktan firar edenlerin kulaklarının kesilmesi gibi kurallar bulunan kitabından gelir. O kadar başarı olmuştur ki 50.000 ile 80.000 arası silahlı korsan ile yüzlerce gemisi, binlerce balışçı sandalı kensine bağlıdır. Bu suç mparatoriçesi kısa sürede Çin'in en büyük düşmanı haline gelmiştir.  Ching, 1810 yılında Portekizli ve İngiliz korsanlar tarafından ele geçirilir ama hatırı sayılır bir servet karşılığında tüm korsanlık birimlerini bu ordularla takas ettiği için hapsedilmekten kurtulur ve ölene kadar kumarhane işletmeciliğiyle yaşamını sürdürmeye devam eder. Bu karakteri Karayip korsanları filminden hatırlayacaksınız.


Sevgi, Saygı ve Selametle.


  • IP logged
« Son Düzenleme: 23 Aralık 2016, 14:20:39 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

T
  • *
  • İleti: 2171
KAYIKEVİ
#2: 22 Aralık 2016, 11:43:12
Blog sayfasın da bir pazar günü yayınlanmıştı

Bugün pazar. Eğer pc başında yada tabletinizde "sörf" yapıyorsanız, pazar gününün tembelliğine sizde yakalanmış, ya evinizde yada teknenizin havuzluğunda, birkaç günlük pastırma yazının, sıcacık, insanın içine işleyen güneşinde kemiklerinizi ısıtıyorsunuzdur.
O zaman bu tembellek saatini şöyle değerlendirelim. Bir kitap hakkında düşünelim.
Samuel Taylor Coleridge'in yazdığı " Yaşlı Gemici" kitabı.
Şavkar Altınel'in dilimize çevirdiği, kitap hakkında güzel bir derleme hazırlayan Eren Arcan'da yorumları ile, kitap sayfalarından küçük dörtlükler eklediğim bu kitap değerlendirmesini okuyarak boş zamanımızı daha kaliteli kılalım. 


İyi okumalar efendim ;




Aydınlanma felsefesine bir tepki olarak gelişen romantizm, Aydınlanmanın mantık düzenine karşı, duygusallığı ön plana alan bir akım olarak ortaya çıkmıştır.  Romantik akım bir tepki olarak aydınlanmaya karşı olarak yapılanmasına rağmen temelde aydınlanmanın mantık düzenine sıkı sıkıya bağlıdır.  Yani romantikleri “aydınlanmanın başkaldıran çocukları” olarak tanımlayabiliriz.  Romantikler, aydınlanmanın, bilginin temelinin deneye dayandığını öngören ampirik yaklaşımı ve mantıksal aydınlanmacı düşünce tarzını önce kabul etmişler, ama daha sonra bu yaklaşımlarından uzaklaşmışlardır

.

Romantik dönem, yazılı basımın katlanarak büyüdüğü bir dönemde  kabaca 1798-1832 yılları arasında yer alır.  Romantik akım, sıradanlığın içinde sıradışını, acı ile hazzın birleşimini, doğanın sonsuzluğunu ve yüceliğini, tabiatın saygınlığını aramak üzere yola çıkmıştı. Romantik Alman ressamı Caspar David Friedrich’in “Meşe Ormanındaki Manastır” adlı tablosu romantik ögelerle yüklüdür.   Tablodaki mistik hava manastırdan ya da mezar taşlarından çok günbatımının ve devasa ağaçların görkeminden gelmektedir.  İnsanı huşu içinde bırakan, ve yalnızlık duygusunu vurgulayan yapısı ve doğal ve ruhsal arasındaki dengeyi koruması ile Romantik akıma iyi bir örnektir.

Edebiyatta romantik eserin tipik bir örneği, kahramanın araftan yola çıkarak, genellkle büyülü ya da ruhsal deneyimlerle,  masumiyetten, hüzünlü bir bilgeliğe aldığı yoldur.  Deneyim kişiseldir.  Romantiklerden önce herşeye tepeden bakan, didaktik bir anlatıcı varken, Romantiklerle birlikte daha öznel olan “ben” anlatıcı edebiyata girmiştir.  Romantikler aydınlanmanın gözlem ve deneyim temelli görüşünü benimseyerek, anlatıcının kişisel tecrübelerine önem vermişlerdir.

Romantik şairler William Blake, William Wordsworth, Samuel Taylor Coleridge, Lord Byron, Percy Bysshe Shelley: romantik müzisyenler arasında Ludwig von Beethoven and Franz Peter Schubert: romantik ressamlar arasında Caspar David Friedrich ve Joseph Turner, ve yine William Blake’I sayabiliriz.

Coleridge “Yaşlı Gemici” şiirine Burnet’tin latince bir alıntıyla başlar.

 

“Evrende görünmeyen varlıkların sayısının görünenden daha fazla olduğuna inanmakta güçlük çekmiyorum.  Ama bunların familyalarını bize kim söyleyebilir?  Ve her birinin önem derecesini, diğerlerine benzeyen ve onlardan farklı yanlarını ve işlevlerini kimden öğrenebiliriz?  Ne yaparlar?  Nerede yaşarlar?  İnsan aklı her zaman bu konularda bilgi edinmeye çalışmış ama edinememiştir.  Gene de bazen düşüncelerimizde bir resme bakar gibi daha büyük, daha iyi bir dünyaya bakmanın yararlı olduğunu inkâr edemem.  Bunu yapmayacak olursak, akıllarımız günlük hayatın sıradan konularına alışıp fazlasıyla büzülebilir ve yalnızca tümüyle önemsiz düşüncelere gömülebilir.  Ama bir yandan da gerçek konusunda dikkatli olmalı, ölçüyü kaçırmamalı, kesin olanı olmayandan, gündüzü geceden ayıredebilmeliyiz.” (s17)


Burnet dünyada ruhlar, hayaletler, melekler gibi görünmeyen varlıkların bulunduğuna, fakat onları göremediğimizi, nasıl yaşadıklarını bilemediğimizi, insanoğlunun bu varlıklar hakkında hep bilgi edinmeye çalıştığını ama başarılı olamadığını söyler. Bu soyut varlıkları ancak zaman zaman algıladığımız için tanımlamak zor olmaktadır. Burnet, bu semavî ve ideal varlıkları anlamak için çaba göstermemizin gerekli olduğuna inanmasına rağmen, geçici ve hiç te mükemmel olmayan bu dünyada yine de ayaklarımızı yere sağlam basmamız gerektiğine söyler.

Yine Burnet’in alıntısını temel olarak alırsak  Coleridge’in  şiirinde, ruhsal ve dünyevi dünyaların iç içe geçtiğini görebiliriz.  Birinci bölümde, düğün konuğu, yaşlı denizci ile büyülenir ama aynı zamanda “dünyevî” düğün şenliklerine katılmak için can atmaktadır. Çünkü o, bu dünyaya aittir ama yaşlı denizci geçmişini sürekli yaşamakla lanetlendiği için bu dünyanın nimetlerinden yararlanamaz.

Şiirin adının İngilizcede “The Rime of the Ancient Mariner” olduğunu söylemiştik.  Buradaki rime sözcüğü hem (rhyme) kafiye, (yani bir anlamda da şiir ) diğer yandan da  maddelerin üstünü kaplayan buz kitlesi, buz, buzul anlamına gelmektedir.  Yine soyut ve somut bir arada işlenmektedir.  Yaşlı denizciyi nöbetler halinde  hikayesini anlatmaya sevkeden dehşet, denizcilerin buz ile karşılaşmaktan duyduğu dehşete paralel olarak görülebilir.


Türkçeye Şavkar Altinel tarafından “Yaşlı Gemici” olarak çevrilen Coleridge’in ünlü “The Rime of the Ancient Mariner” adlı baladı 1798 yılında dostu, şair Wordsworth ile bir ortak çalışma sonucu olarak “Lirik Baladlar” içinde yayımlandı.  Coleridge’in, şiirin ilk baskısında kullandığı arkaik dili,  romantik akımın uyaksız, gündelik dil kullanma  eğilimine aykırı idi.  Şiirin İngilizce adı “The Rime of the Ancient Mariner” dan yola çıkarsak, dilin eskiliğini daha iyi anlamış oluruz.  Rime sanıyorum artık gündelik dilde kullanılan bir sözcük değil.  Ancient Mariner için de Old Sailor kullanılabilirdi ancak Coleridge bu eski dilin kullanımının şiirine kadim bir hava, bir zaman dışılık ve bilgelik getireceğini savunuyordu.  Yaşlı Denizci’nin  daha sonraki basımında dilini sadeleştiren Coleridge, 1817 yılında şiirin arkaik havasını korumak amacı  şiirinin sol yanına bir açıklama sütunu ekleyerek şiirdeki bu tarihi havayı yeniden elde etmeyi ummuştu. 

Şiirin dili ve kafiye kullanımı romantik akımına ters olmakla birlikte, şiirdeki yaşlı gemicinin kişisel deneyimi, doğa ve doğaüstü varlıklarla büyülenme olgusu, akımın ana  ögeleri arasındadır.  Coleridge, yine romantik akıma paralel olarak, şiirinde, doğanın görkemini, insanın doğa karşısındaki küçüklüğünü ve kırılganlığını, doğanın tanrısallığı karşısında insanın cüceliğini anlatmıştır.  Şiirinde yaşlı gemiciyi okyanusta yapayalnız bırakarak doğa karşısında insanın küçüklüğünü ve çaresizliğini dile getirmiştir.


Coleridge Yaşlı Gemici şiiri ile gündelik hayata birkaç deyim kazandırmıştır.  İnsanın tepesinde dönüp duran, onu  rahat bırakmayan sorun olarak  “Albatros”  dile yerleşmiş. “Su, su nereye baksan su, ama içecek tek damla yok” dizeleri ile de insanın imkanlarla çevrili olmasına rağmen bu imkanlardan yararlanamadığını belirttiği durumlarda kullanılmaya başlamıştır.


Doğal Dünya : Fiziksel Dünya


Coleridge şiirinde tabiatın huşu uyandıran görkemi karşısında insanı cüceleştiren gücünü vurgulamıştır.  Yine 1817 yılında yan sütun olarak yaptığı eklentilerde ruhanî dünyanın doğal dünyayı kullandığı ve kontrol ettiği görüşü açıktır.  Zaman zaman tabiatın kendisi, bir karakter olarak, Yaşlı Gemici ile temasa geçer.  Yaşlı Gemici “kutsal hayvanı” yani albatrosu “konukseverlik kurallarını çiğneyerek” vurduğunda  tabiat öcünü alır.  (s55)

Deniz durulur, güneş yakar, okyanus çürür, sümüksü yaratıklar geminin etrafına dolar, cadı kazanı gibi ölüm ateşleri etrafı sarar.

    Su, su nereye baksan yalnızca su,
    Güverte tahtaları çekti zamanla
    Su su nereye baksan yalnızca su,
    Ama hiç bir yerde yok içecek bir damla
    Ve İnanılmaz bir şey oldu, Tanrım ¡
    Denizin ta kendisi çürüdü.
    Ve sümük gibi olmuş sularda
    Sümüklü yaratıklar sürünüp yürüdü ¡
    Kaykılıp yatarak, doğrulup kalkarak;
    Dansetti gece ölüm ateşleri
    Ve mavi, yeşil, beyaz yandı sular
    Kaynayan bir cadı kazanı gibi. (s59)

     Yaşlı Gemici sümüksü varlıklara sevgi ile baktığında,  yani bir anlamda doğaya saygı gösterdiğinde cezası hafifler, yağmur yağar, bir fırtına patlak verir.  kocaman bir buluttan ateş akar.  Tanrı ya da bir pagan ilahı, Yaşlı Gemiciyi cezalandırmak veya dinsel bir saygı uyandırmak üzere harekete geçer.

Kitabın sonunda Yaşlı Gemici ruhâni dünya ile uyum içinde olabilmek için  doğaya, yani gerçek dünyaya saygı duyulması gerektiğini söyler.  Çünkü Tanrıya saygı duymak onun yaratıklarına saygı duymak ile mümkündür.  Yaşlı Gemici bu nedenle kitabın sonunda ortaya çıkan Keşişin  hem dua ederek hem de doğa ile bir uyum içinde yaşayarak bir örnek oluşturmasını yüceltir.  Yaşlı Gemicinin düğün konuğuna son nasihatı da ruhanî, “daha büyük ve daha iyi bir dünya” ya ulaşabilmenin, dünyevî değerleri “gündelik hayatın önemsiz şeylerini” değerlendirmekle mümkün olabileceğidir.


  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: YAŞLI GEMİCİ
#3: 22 Aralık 2016, 11:43:55
Ruhanî Dünya : Metafizik


Yaşlı  Gemici” şiiri doğal, fiziksel –kara, deniz, okyanus – bir ortamda geçmektedir.  Ancak şiir insanın ruhanî, metafiziksel dünya ile olan ilişkisini anlatan bir alegori olarak görülmektedir.  Burnet, Ademden bu yana insanın şeyleri sınıflandırma itkisi olduğunu söyler.  Bir görüşe göre, Yaşlı Gemici,sanki  “Bir Hıristiyan ruh” olarak gelen ve Tanrı kuluymuş gibi selamlanan albatrosun, manevî değil, ölümlü bir yaratık olduğunu  kanıtlamak için onu merakından öldürmüştür.  Her doğal yaratık gibi albatros ta ruhanî dünyaya derinden bağlıdır işte bu noktada yaşlı denizcinin çilesi başlar.  Ruhanî dünya doğal dünya aracılığı ile yani yelkenleri dolduracak rüzgâr bulunmayışı, uçsuz bucaksız okyanus, güneş, susuzluk ile gemiciyi ve denizci arkadaşlarını cezalandırmaktadır.  Ölüler canlanarak  gözleriyle yaşlı denizciyi lanetlerken bedenleri güclü bir ruh tarafından ele geçirilir.

Şiir boyunca Yaşlı Gemici birkaç defa ruhları algılar.  Ancak ruhlar gemici hakkında kendi aralarında konuşurlar ama doğrudan gemici ile temasa geçmezler.

Ölüm ve Canlı Ölümü içinde taşıyan hayalet gemi yanaştığında Yaşlı Gemici onların zar atarken kaderi üzerine yaptıkları pazarlıkları duyar.  Kıyıya yanaştıklarında cesetlerin üzerinde titreşen ruhlar gemici ile konuşmazlar ama gemiyi selâmete çıkarırlar.

Bütün bu süreçte ruhların gerçek mi yoksa gemicinin hayal mahsulü mü olduğunu bilemeyiz.  Hem yaşlı Gemici hem de okur olarak bizler, ölümlü yaratıklar olduğumuz için, manevî  yaratıkların varlığı konusunda kanıtlar ararız.

Coleridge’in ruhsal dünyası dinsel ve fantastik arasında dengelenir.   Yaşlı Gemici su yılanlarını kutsadığında dualarına karşılık bulur ve susuzluğu biter.  Yeryüzü nimetlerini yücelten ve insanın öbür dünyaya olan saygısının kaybolmasına neden olan toplum insanın ruhsal dünya ile ilişkisinin kesilmesine sebep olur.  Bu nedenle şiirdeki düğün şöleni insanın kutsaldan ne kadar uzak olduğunu simgelemektedir.  Öte yandan, örneğin toplu halde edilen dua, insanı ulvî olana daha yaklaştırmaktadır.


Eşik


Bir durumdan başka bir duruma, bir âlemden başka bir âleme geçmekte olan kişinin, arada, ortada,  eşikte olma konumu.  Somut, bir ormandan bir düzlüğe geçiş veya bir sanatçı için gerçekten, düşselin mucizelerine geçiş olarak nitelendirilebilir. Coleridge, Wodsworth, Keats gibi romantik şairler ruhanî olanı deneyimleyebilmek için eşik nosyonuna çok önem vermişlerdir.   Bu nedenle, bu şairler, özellikle Coleridge,  uyuşturucunun verdiği üfori ile  ilişkilendirilirler.  Alanlar ya da durumların eşiğinde olan insanlar için haz ve acı girift bir şekilde iç içe geçmiştir.

Romantik şairler şiirlerinde, eşik alanına giren anlatıcının deneyimleri sonucunda geri dönülmez şekilde değiştiklerini anlatırlar. Romantik eserin kendine güvenen kahramanı olay örgüsünün içinde şaşırtıcı bir alana girer ve bu alandan çabalarıyla daha bilge ama daha hüzünlü bir insan olarak çıkar.

Coleridge “Yaşlı Gemici” nin daha epigrafından başlayarak kitap boyunca ruhanî ve dünyevi alanlar ile ilgili hayranlığını  belirtmiştir.  Yani Burnet’in bu alanlara belli ve belirsiz, gündüz ve gece dediğini anımsayalım.

Yaşlı Gemici’de eşikler ürkütücü ve ızdırap vericidir.  Denizcilerin karşılaştığı ilk eşik ekvatordur.  İki yarımkürenin eşiğindeki ekvator Coleridge için ideal bir eşik sahnesi oluşturur.  Gemi ekvatoru geçer geçmez  sembolik eşiğe girer.  İngilizcede buz kristallerinin bir cisimin üzerinde yığılarak kümelenmesi anlamına gelen “Rime” eşik kavramını en iyi ifade eden olgulardan biridir.  Su tek formda değil, sıvı (su), katı (buz) ve gaz (sis) formlarında görülmektedir.  Gemi hala okyanusta olmasına rağmen devasa aysberglerle çevrili olduğu için karada hissi uyandırmaktadır .  Harikulade güzel ama aynı zamanda ürkütücüdür.  Okyanusun eşiğinde olan buzdağı büyük bir güce sahiptir.  Ve güçlü bir ruh ta “rime” da ikamet etmektedir.

Albatrosu öldürmenin cezası olarak Yaşlı Gemici Canlı Ölüme mahkum edilir. Canlı Ölümün kendisi de bir araftır.  Ne canlı ne de ölü.  Yaşlı Gemici lanetin acısından geçici olsa bile biraz kurtulmak için artık hikâyesini durmadan insanlara baştan sona kadar anlatmak zorunda kalacaktır.  Artık ölümsüz olan bedeni onun hapishanesidir.  Ama bu “rime” deneyimi nedeniyle ızdırap çekmesine rağmen aynı deneyimden dolayı ruhanî ve ilâhi olanla yüzyüze gelmiştir.  Bu nedenle başına gelen lanet aynı zamanda bir nimete dönüşmüştür. Bu anlatı ile büyülenen ve sersemleyen keşiş, düğün konuğu ve diğerleri de eşikte olmanın deneyimini yaşamışlardır.

Coleridge şiirinde ahlakî temalar bulunmadığını söylemesine rağmen şiir dinsel temalarla yüklüdür.  Örneğin 7. bölümde, birlikte dua etmekten daha büyük coşku yoktur diye seslenir .

    Gitmek birlikte kiliseye
    Ve hep birlikte dua etmek
    Eğerken hepsi Rabbine baş,
    Her dede. Her bebe. Her arkadaş
    Her güzel kız, her genç erkek” (s169)


Yaşlı Gemici’nin albatrosu öldürmesi Tevrat ve İncildeki Adem ile Havva, Habil ile Kabil hikayelerindeki ihanet temalarıyla koşuttur.  Adem ile Havva gibi Tanrının kurallarına saygısızlık ederek, ona mesafeli olması gereken şeyleri  anlamaya kalkışarak günah işler.  Kabil gibi Tanrının bir yaratığını öldürerek onu kızdırır.  Yaşlı Gemici  Yahuda’nın bir arketipi olarak ta görülebilir. Yahuda gibi o da kutsal bir varlığı öldürür.  Pek çok okur albatrosu en sevilen varlık olması nedeniyle İsa olarak yorumlamaktadır.

Albatros günahının simgesi olarak Yaşlı Gemici’nin boynuna asılır .  Sonunda dua edebilmesine, ve yağmurun onu bir anlamda vaftiz etmesine rağmen ruhu kurtulmayacaktır.  Sonuç olarak Yaşlı Gemici Tanrının yüceliğini etrafındakilere anlatmak üzere var olan tuhaf bir peygamber gibidir. Şiir pek çok Hiristiyan motifi ile yüklüdür. Bütün yaratıklar, küçük olsun büyük olsun, sümüksü yılanlardan, albatrosa kadar  Tanrının eseri olduğu için sevilmelidir, sayılmalıdır.

    Ah, o mutlu canlılar !  Hangi dil
    Anlatabilirdi bu güzelliği gerçekten ?
    Kalbimden fışkırdı derin bir sevgi,
    Kutsadım onları fark etmeden :
    Merhamet etmişti ki koruyucu azızım,
    Kutsadım onları fark etmeden

Doğal dünyanın değerini anladığında Yaşlı Gemici dua edebilme yetisini yeniden kazanır.  Ve Albatros boynundan düşer.Artık çarmıhını boynunda taşımayacaktır.

    Ve dua edebildim o anda,
    Hafifledi boynum ansızın
    Sıyrılıp düşüverdi Albatros
    Ve kayboldu altında suların.

Mahpusluk :


Pek çok yönden Yaşlı Gemici bir mahpusluk ve dolayısıyla yalnızlık ve azap hikayesidir. Şiirin başında gemi bir macera ve eğlence aracıdır.  Ama Yaşlı Gemici albatrosu öldürdükten sonra gemi bir mapushaneye dönüşür.  Rüzgâr kalır, gemicilerin uygarlıkla ilişkileri kopar.  Susuzluk nedeniyle suskunlaşırlar ve birbirleriyle insani ilişkileri kalmaz.  Diğer gemiciler öldüğünde de gemi artık Yaşlı Gemici için tam bir hapishaneye dönüşür.  Daha da dramatik olan, ufukta görülen hayalet gemiyi kullananların, kudret simgesi olan güneşi bile hapsedecek kadar güçlü  olması.  Ruhlar yalnızca insanları değil, güneş sistemini de kontrol ettikleri için,  ruhanî dünyanın fiziksel dünyanın üzerindeki hakimiyeti vurgulanmaktadır.

    Ve parmaklıklar ardında kaldı hemen Güneş (Sana sığındık, yardımcımız ol, Meryem Ana !) Bakıyormuş gibi bir zindan penceresinden Baktı o büyük, yanan yüzüyle dünyaya. (s73)

Aynı zamanda doğal dünya da ayrı bir hapis yeteneğine sahiptir.  Denizciler ikinci bölümde buzdağlarının arasında mahpus kalırlar,  ta ki albatros gelip onları kurtarıncaya kadar.  Bu nedenle bazı yorumcular tarafından Albatros kurtarıcı İsa olarak,  Yaşlı Gemici de bir günahkâr arketipi olarak görülmüştür.  İsa’nın kullarını selâmete çıkardığı gibi albatros ta denizcileri selâmete çıkaracaktır.  Ancak Yaşlı Gemici bu kurtarılma şansını kaybederek limboda sonsuz Canlı Ölüme mahkûm edilecektir.  Günah işleyen her kul, İsa ile ilşkisini tahrip edecek ve cennete gitme şansını elde etmek için bir kefaret ödeyecektir.  İnsanların boyunlarına haç takmaları gibi günahını hatırlatmak için denizciler de Yaşlı Gemicinin boynuna albatrosu asarlar.

Kitabın sonunda gemideki mahpusluğundan kurtulan Gemici artık kendi bedeninin içindeki sonsuz hapse mahkûmdur.  Buzda (“Rime” da ) da hapsedilmiş, kıstırılmış gibi hikâyesini durmadan anlatacaktır.  Aynı zamanda gözlerindeki “kor ateşi” ile insanları onu dinlemeye mecbur ederek onları da esir almaktadır.

Coleridge Yaşlı Gemici’nin lanetini yan sütunda şöyle anlatır:

   

Yaşlı Gemici içten gelen bir şekilde Münzevi’ye yalvararak günah çıkartmak ister. Ama işlediği günaha karşılık yaşama cezasına çarptırılır.

    Dedim. “Çıkart günahımı, kutsal adam!”
    Haç çıkarttı geçirip elini yüzünden;
    Dedi “Söyle bana. Söyle hemen şimdi,
    Nesin. Ne biçim insansın sen?”
    Anında kavrayıverdı gövdemi
    Derin, dayanılmaz bir acı;
    Anlatmaya başladım hikâyemi
    Ve öyle dindi ancak o sancı.


İntikam


Yaşlı Gemici” şiiri Gemicinin içten gelen ani bir dürtüyle albatrosu öldürmesi sonucunda kitap boyunca ödediği  bedel nedeniyle bir intikam öyküsü olarak görülebilir.  Ruhanî dünya, albatrosun öcünü, Yaşlı Gemici ve arkadaşlarından fiziksel ve psikolojik işkencelerle almaktadır.  Ölüm eşiğinde hezeyan içinde olan denizciler etrafları çepeçevre su olduğu halde susuzluktan takatları kesilir, dudakları susuzluktan siyaha döner.

Denizciler kendileri masum oldukları halde neden Yaşlı Gemici gibi ruhların lanetine uğradılar?

Denizciler Yaşlı Gemici albatrosu öldürdüğünde onu suçlarlar, hatta albatrosu Gemici’nin boynuna asarlar ancak gemi düze çıkınca ona hak verip överler.  Böylece hepsi suça iştirak ettikleri için lanetlenirler.

Öfke ile harekete geçildiği için intikam kördür, ruhanî olsa bile.  Ama en ağır cezayı Yaşam-içinde-ölüm cezasına çarptırılan Yaşlı Gemici çekecektir.  Ölümsüz olan Münzevi  sevgili albatrosunun ölüm ızdırabını sonsuza de çekeceği için Yaşlı Gemici’yi de sonsuz hayata ve dolayısıyla sonsuz acıya mahkûm eder.  Yaşlı Gemici öyküsünü anlatırken bizi, insanların anlık budalalıkla, bencillikle ve doğal hayata saygısızlıkla yaptıkları hataların ağır, kalıcı sonuçları olabileceğine uyarıyor gibidir.


Bağışlanma


Beşinci bölümün sonuna doğru Gemici sanki bağışlanmıştır.  Uyuyabilmiş, yağmur sonunda yağmıştır.  Gemicinin çektiği müthiş susuzluk onun ahlakî yoksunluğunu sembolize etmektedir.  Bağışlanma da yağmurla birlikte gelmiştir.  Hiristiyan inancına göre yağmur, kulun İsa’nın bir hizmetkârı olduğunu anlaması ve tanrının yaratıklarına saygı göstermesi sonucunda vaftiz edilmesini sembolize etmektedir.

    Ortadan yarılmıştı kara bulut,
    Bir doruktan dökülen sulardan farksız,
    İniyordu yıldırımlar zikzagsız,
    Benziyordu dik ve geniş bir ırmağa.

Çevresinde halâ dehşet verici olaylar cereyan etmesine rağmen Gemici artık olaylardan korkmaz,  aksine huşû duyar.  Gemiciler uyanır.  Herşey şarkı söyler.

Ama hava durgun olduğu halde gemi süratle Ekvatora gelince olaylar yeniden başlar.  İki ses aralarında Yaşlı Gemiciyi tartışırlar.  Denizin altından gemiyi takip eden, Hiristiyan inacindan çok pagan bir inancı temsil eden ruh, Albatrosu çok sevdiği için onu öldüren Gemiciyi cezalandırmaktadır.  Konuşan iki sesin yoksa Burnet’ın dediği türden birer ruh mu olduğunu yoksa Yaşlı Gemici’nin bir hezayanı mı olduğunu bilemeyiz.  Bizler beşerî varlıklar olduğumuz için günahkârız ve Yaşlı Gemici’nin suçuna aynı derecede ortağız.  Ay gemiyi engin sularda uçursa, denizciler gökyüzüne uçsa bile lanet tekrar dönecek ve Yaşlı Gemici’nin yakasını bırakmayacaktır.

Altıncı bölümde hikâye genelde Yaşlı Gemicinin ağzından bir vaaz gibi anlatılmaktadır.  Münzevî, dümenci ve yamağı gemiye geldiğinde Yaşlı Gemici Münzevinin “albatrosun kanını yıkayarak” onu günahlarından arındırabileceğini düşünür. 


Hikâye Anlatmak :


Coleridge “Yaşlı Gemici” şiiriyle yalnızca denizcinin anlattığı öyküye değil, aynı zamanda hikâye anlatmanın kendisine de dikkatimizi çekmek istemektedir.  Şiir büyük oranda Yaşlı Gemicinin ağzından aktarıldığı için, o konuşmadığı anlarda öykü kesintiye uğruyor gibidir.   Biz yalnız Coleridge’ın değil aynı zamanda Yaşlı Gemici’nin de izleyicisiyiz.  Anlatıcının onu dinleyenlere verdiği ahlâki  mesajlar aynı zamanda bizlere de verilmiştir.  Hikâyede öykü anlatımı,  düğün konuğu ve dolaylı olarak bizleri tatlı hayatın baştan çıkarıcılığından caydırarak, doğal ve ruhanî bir  hayata doğru yönlendirilmemizi sağlamak amacını gütmektedir.

Şiir, aynı zamanda şairin yazma uğraşının bir alegorisi olarak ta görülebilir.

    Gece gibi ülkeden ülkeye geçerim; Yüzünü gördüğüm anda anlarım, Beni dinleyecek kimseyi tanırım; Ve hikaye hemen ona öğretilir. (teach) (s161 – teach kelimesi çeviride anlatılır olarak kullanılmış.)

Bu şekilde Coleridge, okuyucuya bilgelik telkin eden Yaşlı Gemici ile kendisi arasında paralellik kurmaktadır.  Coleridge bütün yazarların Yaşlı Gemici gibi öykülerini anlatma saplantısı içinde olduklarını ima etmektedir.  Bu tanrı vergisi yetenek aynı zamanda bir lanettir de.  Yazı yazmanın hazzı çekilen cefa ile gölgelenmektedir.  Toptaş’ın “Bin Hüzünlü Haz” zı gibi.Bu açıdan bakıldığında yazar kendi, ya da başkalarının mutluluğu için değil, acı dolu bir itkiyi doyurmak için yazmaktadır.  Yazarın görevleri arasında aynı kaderi paylaşmamak için başkalarını bilgilendirmek te vardır.

    O gün bugündür, beklenmedik bir anda
    Başlar gene o büyük acı bende
    Ve anlatana dek bu korkunç hikayeyi
    Yanıp tutuşur yüreğim içimde. (s157)

Yaşlı Gemici’nin yaşam ile ölüm arasında arafta kalması, yazarın hayal gücünün, “öyküsü anlatılıncaya kadar” boşlukta  asılı kalması arasında parallellik görülmektedir.  Yaşlı Gemici de yazar kadar düşgücünün esiridir.  Öykülerini anlatmak onlar için panzehirdir.  Öykülerini anlattıktan hemen sonra hikâyelerini yeniden anlatmak için müthiş bir dürtü duyacaklardır.  Yaşlı Gemici, Düğün konuğuna, ertesi güne yeni bir insan olarak başlama ilhamı verecektir.

    Böyle deyip kor gözlü gemici Gitmişti kır sakalıyle oradan.
    Düğün Konuğu da girmeyip içeri
    Geri döndü güveyin kapısından.
    Uzaklaştı sessizce ağır ağır,
    Kendini vurgun yemiş gibi duyarak
    Ve açtı gözlerini ertesi sabah
    Daha hüzünlü ve bilge biri olarak.

Yaşlı Gemici, onu mahvetmeyen ama yine de devamlı işkence eden, kendi yeteneğinin sürekli bir kurbanı olacaktır.

Son söz olarak Coleridge Yaşlı Gemici aracılığı ile  Düğün konuğuna şöyle öğüt verir.

    Elveda Düğün Konuğu, elveda,
    Ama isterim şuna inanmanı:
    İyi dua eder o kişi ki sever
    Hem insanı, hem kuşu, hem hayvanı.

    En iyi dua eden sevendir en yürekten
    Büyük, küçük, tümünü canlıların
    Çünkü bizi de seven sevgili Tanrı
    Yaratmıştır ve sever hepsini onların.


Tanrının yaratıklarına saygı gösteren kişi tanrıya yaklaşacaktır.  Coleridge Yaşlı Gemici’nin “tuhaf bir anlatım yeteneği” ve  “öğretmek” sözcüklerini  kullanmaktadır.  Böylece anlatıcı ile kendisi ve diğer yazarlar arasında bir parallellik kurmaktadır.  Öykü anlatıcıları bilgeliklerini başkalarına taşıyan insanlardır.  Tanrı vergisi yetenekleri aynı zamanda lanetleridir de.    Yaşlı Gemici’nin azap verici arafta dengesini bulmaya çalışması, yazarın gerçekle düşgücü arasındaki eşikte yolunu bulması ile koşutlandırılmaktadır.  Şair insanları bir düğün töreninden  alakoyacak kadar güçlüdür.  Dinleyenlerini değiştirme yetisine sahiptir.  Azap veren ama hiçbir zaman yazarı mahvetmeyen bir hüner.


Kitaptan alıntılar ;


“(…)

‘Tanrı kurtarsın seni, Yaşlı Gemici!
Nen var? Ne titretiyor her yanını?’
‘Kaptım oklu tüfeği, çektim hemen tetiği,
Aldım ALBATROSUN canını.

(Yaşlı Gemici onlara uğur getiren kutsal kuşu konukseverlik kurallarını çiğneyip öldürür.) (s. 47)

(…)

Korkunç bir şey yapmıştım herkese göre,
Başımıza bir gelecek vardı.
Dediler, açık şu: Öldürdün o kuşu,
Estiren bu hayırlı rüzgarı.
Alçak, nasıl ettin, o kuşu katlettin,
Estiren bu hayırlı rüzgarı? (s.51)
Ne kızıl, ne de sisli, Tanrı’nın başı gibi
Görkemle çıkınca Güneş ama denizden,
Dediler, açık şu: Öldürmeliymiş o kuşu,
Bize yalnızca bulut ve sis getiren.
Nasıl iyi ettin, o kuşu yok ettin,
Bize yalnızca bulut ve sis getiren!

(…)

Birden rüzgar dindi, tüm yelkenler indi,
yoğun bir hüzün çöktü her şeye,
Ağırlığı hissettik, rastgele sözler ettik
Sırf denizin sessizliği bozulsun diye.
Cehennem sıcağında bakır gökte
Duruyordu kan rengi olmuş Güneş
Öğle vakti tam tepesinde direğin;
Öyle ufalmış ki boyu Ayla eş.
Günler günleri izledi böyle,
Durduk orada hiç kıpırdamadan
Ressam elinden çıkmış bir gemi gibi,
Ressam elinden çıkmış denizde duran.

(Ama sisdağılınca kuşun öldürülmesinin iyi bir şey olduğunu söyler ve böylelikle de Gemicinin suçuna ortak olurlar.

Rüzgar devam eder, gemi Pasifik Okyanusu’na girer ve Ekvator’a varana kadar kuzeye ilerler.

Birden rüzgar dinip gemi hareketsiz kalır.) (s. 55)


Ve bazıları emindi gördüğünden
Başımıza bunları açan ruhu düşünde:
Gelmişti o sis ve buz diyarından
Peşimize düşüp dokuz kulaç derinde.
Ve her dil o kuraklık yüzünden
Kurumuştu ta köküne kadar:
Daha imkansız olmazdı konuşmak
Tıkasaydı boğazımızı kurumlar.
Ah işte baktı yüzüme nefretle
Gemideki herkes, genç olsun, yaşlı olsun;
Sövüp birlikte bana astılar boynuma
Haç yerine ölüsünü Albatros’un.

(Bu gezegenin görünmeyen sakinlerinden biri olan bir Ruh onları takip etmiştir. Ne bir ölünün ruhu ne de bir melek olan bu varlıklar hakkında alim Yahudi Josephus’un ve Konstantinapollü Platonist Michael Psellus’un yapıtlarından bilgi edinilebilir. Çok sayıdadırlar ve bulunmadıkları iklim ya da ortam yoktur. Arkadaşları, çektikleri acı içinde bütün suçu yaşlı Gemiciye atmaya hazırdırlar; bunu göstermek için de boynuna ölü deniz kuşunu asarlar.) (s. 63)


  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: YAŞLI GEMİCİ
#4: 22 Aralık 2016, 11:44:23
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM


Bitkin günler geçirdik hep birlikte.
Her boğaz kurumuş, her göz donuk.
Bitkin günler geçirdik, bitkin günler!
Her bitkin göz nasıl da öyle donuk!

(…)

(Yaşlı Gemici’nin gözüne uzaklarda bir işaret görünür.) (s. 67)

(…)

(…)

Kaldık o kuraklıkta sesimiz çıkmadan.
Isırıp kolumu emdim oradan kan,
Haykırdım ‘Gemi geliyor!’ diye.

(Yaklaştığında, Gemici bu geleni gemiye benzetir ve büyük bir fidye ödeyerek konuşma gücünü susuzluğun elinden kurtarır.) (s. 69)

(…)

(…)

Ve tek tayfası o Kadın mı acaba?
Bir de ÖLÜM mü var yoksa yanında?
ÖLÜM mü yoksa o kadının eşi?
Kadının ağzı kızıl, duruşu serbestti,
Saçlarının sarısı farksızdı altından,
Cüzam beyazıydı bembeyaz teni:
CANLI ÖLÜM denen o Kabustu belli,
İnsanların kanını donduran.

(Ve kaburgaları, batmakta olan Güneşin önünde yükselen parmaklıklar gibi durur. İskelet gemide Hayalet Kadınla onun Ölüm Yoldaşından başka kimse yoktur.

Mürettebat da gemiye uygundur!) (s. 73)

(…)

Yalnızdım, yalnızdım, yapayalnızdım
Uçsuz bucaksız denizde
Ve işkence içindeki ruhuma
Merhamet etmedi çıkmadı bir azis de.

(Ama yaşlı Gemici, gövdesinin hayatta olduğunu açıklar ve suçunun korkunç cezasını anlatmaya başlar.) (s. 81)

(…)

Baktım o çürüyen denize
Ve kaçırdım gözlerimi hemen;
Baktım çürüyen güverteye:
Başka bir şey yoktu ölülerden.

Göğe bakıp çalıştım dua etmeye;
Ama çıkmadan ağzımdan tek söz bile,
Kötü bir fısıltı gelip kulağıma
Kalbimi dönüştürdü çöle.

Gözlerimi kapatıp kapalı tuttum;
Birer nabız gibi atıyorlardı:
Gökyüzü ve deniz, deniz ve gökyüzü
Bitap düşürmüştü her iki gözü;
Çevremde de ölüler yatıyorlardı.


(Ve onca insan ölmüşken yaşıyor olmalarını kıskanır.) (s. 85)

(…)

Ah o mutlu canlılar! Hangi dil
Anlatabilirdi bu güzelliği gerçekten?
Kalbimden fışkırdı derin bir sevgi,
Kutsadım onları fark etmeden:
Merhamet etmişti ki koruyucu azizim,
Kutsadım onları fark etmeden.

Ve dua edebildim o anda,
Hafifledi boynum ansızın
Sıyrılıp düşüverdi Albatros
Ve kayboldu altında suların.


(Güzelliklerinin ve mutluluklarının farkına varır.

Ve kalbinin derinliklerinde onları kutsar.

Büyü çözülmeye başlar.) (s. 97)


BEŞİNCİ BÖLÜM


Uyku tatlı, okşayıcı bir şeydir,
Yoktur dünyada onu sevmeyen:
Yüce Meryem Ana, şükürler olsun ona,
Bir uyku yolladı Cennet’ten bana,
Ruhuma sızıp her şeyi örtüveren.

Günlerdir bir sıra hantal kova
Güvertede durmuştu bekleyerek su:
Rüyamda çiyle dolmuş gördüm onları,
Uyandığımda da yağmur yağıyordu.

(Meryem Ana’nın inayetiyle yaşlı Gemici yağmura kavuşur.) (s. 101)

(…)

‘Çarmıhta ölen İsa aşkına,’
Diyordu birisi, ‘bu mu o adam,
Bir dokunuşuyla o zalim okuyla
Acımadan zararsız Albatrosu vuran?

Günlerini tek başına geçiren ruh
O diyarda sis ve karlarıyla,
Seviyordu o kuşu, seven bu adamaı,
Kendisini öldüren okuyla.’

Daha yumuşaktı sesi ötekinin
Yumuşacıktı özsuyu gibi:
Dedi, ‘Ceza çekti bu adam
Ve daha da ceva var çekeceği.’

(Kutuptan Gelen Ruhun yoldaşları olup çevremizdeki havada yaşayan iki şeytan o Ruha karşı işlenen suçla ilgilenir ve birbirlerine Kutuptan Gelen Ruhun nasıl yaşlı Gemiciye uzun ve ağır bir ceza verdiğini anlatırlar. Bu arada da Kutuptan Gelen Ruh güneye döner.) (s. 119)

(…)

(…)

Günah çıkartırım ona, diye düşündüm,
Yıkar benim için Albatrosun kanını. (s. 137)

(…)

Dedim, ‘Çıkart günahımı, kutsal adam!’
Haç çıkarttı geçirip elini yüzümden;
Dedi, ‘Söyle bana, söyle hemen şimdi,
Nesin? Ne biçim bir insansın sen?’


Anında kavrayıverdi gövdemi
Derin ve dayanılmaz bir acı;
Anlatmaya başladım hikayemi
Ve öyle dindi ancak o sancı.
(Yaşlı Gemici içten gelen bir şekilde Münzeviye yalvararak günah çıkartmak ister ve işlediği günaha karşılık yaşamak cezasına çarptırılır.) (s. 153)
O gün bugündür, beklenmedik bir anda
başlar gene o büyük acı bende
Ve anlatana dek bu korkunç hikayeyi
Yanıp tutuşur yüreğim içimde.
(Ardından da ömrü boyunca büyük bir acı onu sık sık ülkeden ülkeye gitmeye zorlar) (s. 157)
Gece gibi ülkeden ülkeye geçerim;
Garip bir söz gücüm vardır;
Yüzünü gördüğüm anda anlarım,
Beni dinleyecek kimseyi tanırım:
Bu hikaye hemen ona anlatılır. (s. 161)

(…)

Ah, Düğün Konuğu, bil ki ruhum
Yalnızdı uçsuz bucaksız bir denizde;
Öyle ıssız bir yerdi ki orası
Yoktu nerdeyse Tanrı bile

(…)

Elveda, Düğün Konuğu, elveda,
Ama isterim şuna inanmanı:
İyi dua ede o kişi ki sever
Hem insanı, hem kuşu, hayvanı.

(…)

(Ve başka insanlara örnek olup onlara Tanrı’nın yarattığı ve sevdiği her şeye saygı duymayı öğretir.) (s. 169)


Böyle deyip kor gözlü gemici
Gitmişti kır sakalıyla oradan,
Düğün Konuğu da girmeyip içeri
Geri döndü güveyin kapısından.

Uzaklaştı sessizce ağır ağır,
kendini vurgun yemiş gibi duyarak
Ve açtı gözlerini ertesi sabah
Daha hüzünlü ve bilge biri olarak. (s. 173)”


“(…) Kesin olarak emin olduğum tek şey şiirin sonundaki basmakalıp dindar mesajın temelde bir başka ‘alay’ olduğuydu. Her şey diz çöküp birlikte dua etmekle çözülebilecekse, Gemici neden hala yalnızdı ve işkence çekiyordu?
(…) Dünyanın yalnız alabildiğine güzel değil, aynı zamanda alabildiğine garip ve yabancı da olduğunun sessizce okura sezdirildiği bölümlere özellikle tutkundum:
Hava giderek soğudu çok;
Geçti yanımızdan, koca dağlar buzdan,
Öyle yeşildi ki zümrütten farkı yok

Rüzgar esti kıçtan, köpük uçtu baştan,
Karıştı ardımızda uazanan ize;
Durmadan yol aldık; ilk defa biz daldık
Çıt çıkmayan o koca denize (s. 180)

Kayalar parlıyordu, ve parlıyordu
Üstlerinde yükselen kilise de;
Rüzgar gülü kıpırdamdan duruyordu
Ay ışığının onu gömdüğü sessizlikte.


(…)(s. 181)

(…) Ama gene de sormak istiyorum: Ayın, yıldızların, her şeyin ‘anayurtlarında ve evlerinde’ oldukları evrende tek ve yabancı varlık olan, işlediği günah yüzünden bir daha yurduna temelli dönemeyip yersiz yurtsuz bir şekilde ‘gece gibi ülkeden ülkeye geçen’ ve ancak yaşadıklarını anlatarak bir ölçüde huzur bulabilen Gemici size başka birini hatırlatmadı mı? Hatırlatması gerekir çünkü o Gemici sizsiniz, hepimiziz. O gece odamda (s. 182) şiiri okurken, Colridge’in o büyük günahın insan olup bizi dünyadan ve hayattan ayıran bilince sahip olmak olduğunu söylediğini duymuştum. Dünyanın ne kadar güzel olduğunu görebilmemiz için gerekli olan o bilinç, aynı zamanda bütün yaratıklarla kardeş olduğumuzu unutmamıza yol açıp bizi dünyaya yabancı kılıyor ve hem onu, hem de bizi yaralıyordu. İşlenen günah verilen cezayla aynı şeydi. Ama gene de bilincimize sarılmak, gördüklerimizin güzelliğini ve garipliğini dile getiren ‘hikaye’mizi başkalarına anlatmak ya da onların hikayelerine kulak vermek zorundaydık; çözüm birlikte ibadet etmek değil, yalnız başımıza yazıp okumaktı.

(…)(s. 183)”



Kaynak : Dipnot Kitap
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
BİSİKLET
#5: 22 Aralık 2016, 11:49:19
2015 yılında başka bir forum da paylaştığım küçük bir çocukluk anısı.


Tabii ki o zamanlar, semtlerin dostlukları, komşulukları, kültürel özellikleri daha bir öndeydi. Bir çok kişinin konuşmasından hareket ve tavırlarından nereli yada hangi semt sakini olduğunu anlamak daha kolaydı.

Hiç kimsenin, özellikle de çocukların kimseyi başkalaştırmadıkları zamanlar.

Bulunduğumuz semt o kadar fazla, çok kültürlü idi ki günlük hayatta konuşulan diller birbirine o kadar çok geçmişti ki yakın çevrede kimse yabancılık çekemezdi diğer insanların yanında. Tüm insanların günün her saatinde birbirine güler yüzle baktığı, selamlaştığı, saygı duyduğu o güzel zamanlar asla unutmayacak ama bir o kadar da anılarda kalacak.

Benim için o zamanlar, gittiğim her yer ve toplulukta onların içlerinde olmak, her şeyi paylaşmak çok özeldi.

Düşünsenize, her gün içinde olduğunuz toplumu. Camiden çıkanların yanından koşarak kilisenin bahçesine girer, Papaz Mihalin amcadan izinle erik toplar, koşarak aşağıda ki sinogog da mola verir Haham Salomon'un kupayla verdiği su'dan içer, Fenere gelince rum mahallesin de kızları görür birden yavaşlardık. 

Ayvansaray da kayıkhanelerin son zamanları, kaldırılmaya başlanmıştı yavaş yavaş. Deniz ve tekneleri ilk oralarda tanımaya başladım. Denizcilerle de ilk o zaman tanıştım. Kendilerine has konuşmaları vardı. Yardımlaşmaları, iyilikleri unutulacak gibi değildi, bir o kadar da kavgaları, akşam olduğunda kurulan rakı sofraları, anlatılan hikayeler, hepsinin ayrı ayrı hayat deneyimleri. Bana hep kitaplardan fırlamışcasına yaşanılan zaman ve mekanlar olarak gelirdi. Haliyle hem bu denizciler hemde semtin tüm insanlarına öğrettiği, bir dövme gibi herkesin "ait olduğu yer" i gösteren "argo" ile orada tanıştım. Pek severim doğrusu argoyu. Doğru kullanıldığın da apayrı bir kültürdür anlayanlar için. Çok hüzünlü hikayeleri, en metanetli, en olgunlukla karşılayıp anlatabilmektir. Aslında "eyvallah" demenin kendine has şeklidir.


Neyse, işte o "denizcilik argo"su ile anlatmaya çalıştığım çocukluk anım.

İyi okumalar.



80'li yılların ilk yarısı, 12-13 yaşlarındayım. Her çocuk gibi bende bisiklet delisiyim. Öyle böyle değil, vita'lı peynirli ekmeği bile sele üstünde kaktırıyorum.

Bisikletimi uçurduğum gibi saatlerce afi kesiyorum. Sürekli voltadayım, sahille ev arası .Her seferinde de evdekilerden alabandayı yiyorum, Ya paçalar yağ içinde kalmış ya düşmüşüm façam kaymış..

Babam sesini hiç yükseltmez,su kaçırmazdı ama öyle atıp kör ederdi ki ulen çıngar çıkarsada laf etmese derdim.

İmam verir talkımı kendi götürür salkımı hesabı öğüt verirdi. Verirdi de o yaşlarda kim dinler ki. Kafa kafa değil payton feneri. Bir kulağımdan giriyor diğerine ulaşmıyor bile.


Yine birgün payandaları çözdüğüm gibi, caddeyi tuttum.

Karagümrük'teyiz. Kariye meydanından sallandınmı aşağıya çağanoz gibi, Ayvansaray, Balat'a indin mi sahilden kır dümeni istediğin yere. En sevdiğim Galata köprüsüne gidip balık tutmak, hamsi bira takılanları seyredip, kokusundan faydalanmak.

Sarayburnun da fener de denize girmek.

Yine öyle yapıyorum.

Geç olmadan eve dönmem lazım, başlıyorum hızla alarga etmeye. Zeyrek'den çıkacağım kestirme olsun diye. Mantara bağlamamak için ivediyim..

Tokadi türbesinin önünden geçiyorum ama bir Fatiha yı çok görerek. Ve 10 metre gitmiyorum ki, girdiğim bir çukurda bisikletim tam ortadaki ek yerinden kırılıyor..

Anam da o kadar demişti, "dua et hayrına, işler gider kolayına" diye..

Bir seksen yerdeyim. Bozum olmuşum ki sorma gitsin. Olanla ölene çare yok, bisikletin haşatı çıkmış, kolumda ve dizim de hatıralıklar.

Sırtlanıyorum bisikleti delikanlı bedenime ve biniyorum tabanvay'a, kasıyor, aşağı vuruyorum,sahile iniyorum gene düz ayak gideyim diye...Ama benim payton feneri kafam işte.

Çakırağa'yı katmıyorum hesaba.

Eve az kaldı, yukarı çıkıyorum o meşhuurr Chora kilisesinin önündeki yokuştan. Yağhaneden meydana çıkacağım. Bilmeyenler için söyleyeyim İstanbul'un en dik yokuşu derler kendisi için, ne kadar doğru bilmem...

Güneşten nar gibi olmuşum, kuyruğu titretmek üzereyim, kan yüzüme hücum etmiş, ağız ve burundan nefes almadığım kesin....

Tam yokuşun ortasında bir araba bodoslamadan geliyor ve duruyor. 52 model Fındık motor marşpiyellerinde kama çakılı Chevy. Ceketi omuzun da herzaman ki gibi, yarı kanlı gözleriyle,

Babam.

Hep çok iplediğim, bir o kadar da üçbuçuk attığım, çok sevdiğim babam...

Bıyık altından gülümsüyor o zaman çakallıyorum amaaa,

" Afferim oğlum afferim.. Hep seni o taşıyacak değil ya, biraz da sen onu taşı.." diyor ve köklüyor gazı...

İşte o gün.. işte o gün ilk defa rahmetliye rahmet okumanın ne olduğunu öğreniyorum.

Ve mahalleye gelip de imanım ahretliklere anlatırken sahneyi, işte o hepimizin bildiği sözleri ilk defa o gün söylüyorum bende..


"Baban'a bile güvenmiycen ooolum, aldınmı yarı yolda bırakmıycek saalam pisiklet alcen"...


Hiçbir zaman yarı yolda kalmamanız dileği ile.


Sevgi, Saygı ve Selametle..
  • IP logged
« Son Düzenleme: 22 Aralık 2016, 12:52:10 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: YAŞLI GEMİCİ
#6: 22 Aralık 2016, 22:20:46
Buraya da ekleyeyim;
Bendeki çevirisinde
"Kadim Denizcinin Ezgisi" adını taşıyor kitap
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: YAŞLI GEMİCİ
#7: 22 Aralık 2016, 22:25:52
Bir diğerinin adı da
"İhtiyar Denizcinin Ezgisi".
Her yayın evi kitap adını kendine göre farklılaştırmış sanırım.
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: YAŞLI GEMİCİ
#8: 22 Aralık 2016, 22:37:52
Çevirmenler... akıl sır ermez işlerine....;

66. Sone;
Talat Halman Çevirisi;

biktim artik dünyadan, bari ölüp kurtulsam
bakin, gönlü ganiler sokakta dileniyor.
iste kirtipillerde bir süs, bir giyim kusam.
iste en temiz inanç kallesçe çigneniyor.
iste utanmazlikla post kapmis yaldikli san.
iste zorla satmislar kiz oglan kiz namusu.
iste gadra ugradi dört basi madur olan.
iste kuvet kör-topal, devrilmis boyu bosu.
iste zorba sanatin agzina tikaç tikmis.
iste hüküm sürüyor, çilginlik bilgiçlikle.
iste en saf gerçegin adi safliga çikmis.
iste kötü bey olmus, iyi kötüye köle.
biktim artik dünyadan ben kalici degilim.
gel gör ki ölüp gitsem, yalniz kalir sevgilim.


66. Sone Can Yücel Çevirisi;

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e 
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.
     
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: YAŞLI GEMİCİ
#9: 22 Aralık 2016, 22:51:54
Orjinal Shakespeare 66.sonet

tired with all these restful death i cry:
as to behold desert a beggar born,
and needy nothing trimmed in jollity,
and purest faith unhappily forsworn,
and gilled honour shamefully misplaced,
and maiden virtue rudely sturmpeted,
and right perfection wrongfully disgraced,
and strength by limping sway disabled,
and art made tongue-tied by authority,
and folly, doctor-like, controlling skill,
and simple truth miscalled simplicity,
and captive good attending captain ill;

tired with all these, from these would i be gone,
save that, to die, i leave my love alone.



Bu da bir çeviri ;

bezdim hepsinden, ölüm gelse de huzur getirse;
hangisini saysam:
haklının hakkı hıç verilmez;
allı; pullu giysi düşer bes para etmez serseriye;
en güvendiğin adam seni aldatmaktan çekinmez;
ona buna hayasızca yaldızlı paye dağıtılır,
tertemiz genç kıza düşüncesizce damga vurulur.
sarsak yönetimlerce becerikli insanlar engellenir;
kusursuz adını hak etmişe haksızca leke sürülür.
kültürle bilimin dili bağlanir yetkili kişilerce
bilgiç geçinen şarlatanlar yönetir bilgili adamı,
ıyilik kıskıvrak kul köle edilir kötülüğe,
doğru sözlü kişinin aptala çıkartılır adı.
bezdim işte bunlardan ve hiç durmam bana kalsa;
ölmek, sevdiğini bir başına bırakıp gitmek olmasa.

Bu da başka bir çeviri ;

bezdim artık herşeyden, ölümü bekliyorum rahatlamak için,
her türlü varlığı hak etmiş kişinin yokluk içinde kıvranmasından,
erdemden yana nasibi olmayana allı pullu giysiler düşmesinden,
en içten inanmış kişiye arsızca leke sürülmesinden,
hayasızca yerinden edilmesinden pırıl pırıl namuslu kişinin,
tertemiz genç kızın hoyratça kötü yola itilmesinden,
gerçek yetkinliğin haksızca çarpıtılmasından,
aksayan yöneticilerin yönetimi güçten düşürmesinden,
sanatın dilinin bağlanmasından yetkili kişilerce,
bilgiçlik taslayan beceriksizliğin hünere yeğ tutulmasından,
yalın gerceğin safdillilikle karıştırılmasından,
kıskıvrak yakalanmış, iyiliğin kötülüğe kul olmasından bıktım.
bezdim işte bunlardan, ve hepsinden ayrılıp gitmek isterim,
ölmek, sevdiğimi bir başına bırakmak olmasaydı eğer.

Başka çevirmek isteyen ?  ;D

Sanırım Can Yücel çevirisi, kendi kelimeleri ile güzel.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 22 Aralık 2016, 22:55:24 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

T
  • *
  • İleti: 2171
KAYIKEVİ
#10: 23 Aralık 2016, 12:27:23



Kaçak Köpek Hektor’un Hikayesi

S. S. Hanley’in 3. kaptanı Harold Kildall’ın nazarı dikkatini her şeyden fazla köpek çekti. Hanley, Admiral - Oriental Line’nin yük gemilerinden biri olüp Vancouver B. C. hükümet
rıhtımında yük yükleyen beş gemiden biri idi. Hadise 1922 senesinin 22 Nisan’ında oldu.

Kildall güverte yükünün bosalarını kontrol ederken rıhtıma verilmiş olan iskeleden gemiye girmeye çalışan siyah benekli, zeki bakışlı, ufak yapılı bir köpek gördü.
Köpek gemiye girince, bütün güverteyi dinledi, etrafa göz gezdirdi. Köpek, yeni kesilmiş ve güverteye istif edilmiş olan keresteyi ve 4 numaralı ambara yüklenen çuvallı hububatı iyice kokladı.Sonra sahile cıkarak ingiltere icin cam kütükleri, buğday unu ve elma yükleyen diğer gemiye gitti.

Bu kontrol Kildall’in nazarı dikkatini cekti ve şark sahilleri icin, kağıt yükleyen gemiyi kontrol eden köpeği seyretmeye başladı. Köpek diğer gemileri de aynı eda ile dolaşıp kontrol
etti. Bundan sonra Kildall geminin harekete hazırlanması dolayısiyle köpekle pek meşgül olamadı ve öğleyin Japonya seferine cıktılar.

Ertesi gün köpek kaptan kamarasının yanında bir Hindistan cevizi çuvalı üstünde uzanmış olarak bulundu. Görünmeden gemiye girmiş ve kacak olarak Japonya seferine iştirak ediyordü. Kaptan köpekleri sevdiğinden bu zeki bakışlı hayvana sıcak bir hüsnü kabül gosterdi ise de karşılığını göremedi. Kildall ve diğerleri de aynı yakınlığı gosterdilerse de gene soğuk tavırlarla karşılaştılar. Az sonra köpek ayağa kalkarak kaptan güvertesinde gezindi ve tuzlu havayı kokladı. Yemek zamanı Kildall aşağıya inince köpek de onunla beraber aşağıya indi ve mutfak
kapısında ümitle beklemeye başladı. Aşcı ona en iyi yemeklerinden verdi... Kildal vardiya icin köprü üstüne cıkınca köpek de peşinden geldi ve pilot, harita kamaralarını gezerek
miyara cıktı, pusulanın yanına uzandı. Şurası kat’i olarak belli idi ki bu kaçak eski bir deniz kurdu idi.

Hanley, Pasifikte seyre çıkalı, 18 gün olmuştu. Tayfa ve zabitan köpeğin sevgisini kazanmak icin yapmadıklan kalmıyordü. Başının okşanmasına müsaade ediyordu ama teşekküre lüzum görmüyordu. Kildall ile vardiyaya çıkmadığı zamanlarda ya kaptanın kamarasının önünde bekliyor ve yahut aşağıya inerek yemeğini yiyordu.

Honshu sahilleri goründüğü zaman kaçak, sahilden gelen rüzgarı koklamaya başladı ve karayı bordalayıncaya kadar baktı. Hanley, Yokahama’da gümrük iskelesi açığındaki demir yerine varınca, köpeğin dikkati daha da fazlalaştı. Burada yükünü boşaltan bir çok gemi vardı. Kildall yükü kontrol ederken kopeğin yerinde duramaz olduğunu, kuyruğunu sağa sola sür’atle oynattığını ve burun deliklerinin diğer gemilere bakarken açılıp kapandığını gördü. En yakın olan gemi Nederlandline’in S.S. Simaloer’i idi ve o da Hanley gibi kereste boşaltıyordu.

Az sonra Hanley’in kıçı med ve cezirin tesiri ile bu Hollanda gemisine doğru saldı ve mesafe 300 yardaya indi. Birdenbire köpeğin bütün dikkatle bu gemiye baktığı görüldü. Derhal kıça koşarak küpeşteye tırmandı, havayı kokladı, heyecanlandığı bariz şekilde belli oluyordu. Kildall bunları seyrederken Simaloer’e bir kayık yanaşarak gemiden sahile çıkacak olan iki adam aldı. Gümrük’e doğru yönelen kayığın Hanley’in kıçından geçmesi icap ediyordu.

Köpek hafif inleyerek etrafına bakınıyordu. Birdenbire olduğu yerde zıplamaya ve delicesine bağırmaya başladı. Bu haykırışlar kayıktaki iki yolcünün nazarı dikkatini cekti. Güneşin ışığı gözlerine geldiğinden elleri ile siper yaparak Hanley’in kıçına doğru baktılar. Yolculardan birisi derhal ayağa fırlayarak bağırmaya ve ellerini sallamaya başladı. Kayık Hanley’e doğru yöneldi ve iskeleye yanaştı. Fakat kopek iskeleye doğru olan yolu çok uzun görmüş olacak ki kendisini suya attı. Bağıran adam köpeği sudan cıkararak sarmaş dolaş oldular. Köpek ağlayarak bağırıyor ve sahibinin yüzünü yalıyordu. Artık efendisini bulduğu belliydi.

Kaçak köpek ile sahibinin buluşması her iki gemide de konuşulan mevzu oldu. Köpeğin adı Hector idi. Sahibi ise W. H. Monte olup Smaloer’in 3. kaptanı idi. Vardiya ve vazifeleri Kildall ile ayni idi. Vancoüver’de; Simaloer Hükümet rıhtımından bonker icin başka bir rıhtıma şifting yaparken, Hector uzun sefere cıkmadan evvel son defa biraz dışarı cıkmıştı. Monte, Hector’ü cok aradı ise de bulamadı. Ve onsuz sefere cıktı. Hector bu kadar gemi icinde sahibine götürecek olan gemiyi seçmesindeki inanılması güç olan esrar nedir? Acaba yüklediği yükün çeşidi veya diğer işaretler mi Hanley’in de kendi gemisinin gittiği yere gideceği fikrini kendisini verdi? Sonra gemide seyir boyunca sahibi gibi ayni vazifelere malik oldüğü icin mi 3. kaptana bağlandı? Bütün bu suallere ancak
bu hadiseyi bizzat gözleriyle görenlerin cevap verebileceği gün gibi aşikardır.

Kaptan Kenneth DODSON* (Reader’s Digest)’ den ceviri
(*) Kaptan Kenneth Dodson, 25 senedir denizde ve II. Dünya Harbinde de U.S. donanmasında calışmıştır. “Away All Boats”
adındaki romanın yazarı olup gecen sonbaharda Little Brown and coğ tarafından “Stranger to the Shore” adındaki kitabı
yayınlanmıştır. Kacak kopek Hector’ün hikayesini ilk olarak 34 sene once işitmişti. Hadisenin kahramanlarından olan iki
vardiya kaptanının hadiseyi teyit etmesinden sonra hikayeyi kaleme almıştır.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 23 Aralık 2016, 14:18:44 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#11: 23 Aralık 2016, 14:22:41
Teşekkürler.
Zahmet verdim Koca reis  :-[
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#12: 24 Aralık 2016, 15:06:52
Deniz tutmasının ve hastalık olarak kabulunün hikayesini biliyormusunuz ?
Buyurunuz.




Ateşciyi Deniz Tutmuştu


Bu, ikinci Dunya Savaşında, deniz tutmasından canları cıkan sayısız muttefik denizcilerinin ıztırabını kısmen hafişetmeye yardım eden, Kanada donanmasına ait “Matapedia”da gecmiş bir hadisenin hikayesidir.

Geminin mürettebatı, gayet tabii olarak harbin ancak kendileri sayesinde kazanıldığına emindiler. Halbuki ben elimden gelse, sadece bizim ateşci Mahoney’e bir madalya verirdim. Amma yedek bir teğmen olmam, buna mani oldu. Ve bu yüzden de Mahoney’in nail olabileceği şerefe, insulinin bulunmasına yardım eden Charles H. Bert ile Montreal Sinir Enstitusu baş hekimi olan Wilda Penfileld konmuşlardır.
Bunlar yüksek rütbeli ilim adamları, olup, Pili Nu. 2 - 183’u meydana getirmişlerdir.
Ama bu hayati ilacın doğuşunu da biz sağlamıştık. Bu alalade bir hap değildi. Resmen Kanada donanmasında deniz tutmasına karşı, ilaç olarak adı geciyor ve insanı dehşetli havalara karşı koruyordu. 1913 senesinde kullanılmaya başlanmasından evvel, Atlantik muharebelerinin fena şekilde neticelenmesini sağlayacak büyük tehlikeler vardı. Bu, pusuya yatmış düşman denizaltıları yahut da deniz tutması oluyordu. Pili Nu. 2 -183 sallanan gemilerle cıkarma yapan layterlerde bir çok mideleri sakinleştirdiğinden, zaferin kazanılmasına yardımı büyük olmuştur.

Yine Pili Nu.2. 183’un doğuşunda en enteresan taraf, ilacın tedavi ettiği deniz tutmasının, resmi makamlar tarafından kabul edilmemiş olması idi. İnsanların ilk denize acılmasından sonra asırlar boyunca doktorlar deniz tutmasını bir hastalık olarak kabul etmişlerdi. Bir gemiciyi deniz tutunca, doğru küpeşteye gider istediği kadar denize gidemezse, güverteye bol bol öterdi. Fakat bunda tıbbı alakadar eden bir taraf görulmezdi.
Bu durum Kanada donanmasının Matapedia adlı korvetinin 1941 senesinin fırtınalı bir gecesinde denize acılmasına kadar sürdü. Matapedia, konvoyları denizaltılarına karşı koruyacak şekilde inşa edilmiş bir korvetti.
Garptaki üssü New Foundland’da St. Jhon, şarktaki ise terkedilmiş bir fiyorttu. Gidip gelme takriben bir ay surdu. Kanada donanmasının hic bir korvetinde doktor bulunmuyor ve tıbbi yardımı ancak destroyerlerden temin edilebiliyordu.
Donanmaya 1941 senesi aralık ayında giren ateşci Mahoney, bu hadisenin isteksiz kahramanı oldu. Denize acılmak icin cok gayret sarfetmiş, muvaffak da olmuştu. Gemisi St. Jhon limanından cıkıncaya kadar vatansever ve mağrur bir gemi adamı idi. Denize açılmasından on dakika sonra ateşci Mohaney, deniz tutmasından tayyare olup, kafasını yerden kaldıramıyordu.
Gemide yalnız deniz tutan Mohaney değildi. Korvetin burguvari sallaması mürettebatın coğunu sarsmıştı. Amma aradan biraz zaman gecince hemen hemen hepsi açılmış, işlerini normal görür olmuşlardı.
Fakat Mohaney gittikce fenalaşıyordu. Gemi başmakinisti durumu süvariye bildirmiş ve Mohaney hamağında bırakılmıştı. Sefer gunleri ilerledikce hasta ateşci iyileşmek bilmiyordu. Bir fırsatını bulup yanına gittiğimde gri renk almış yüzü bir kadavraya benziyordu. Aslında zayıf bir adamdı. Deniz tutmasından cok kilo kaybetmiş olup, görünüşü korkunctu. Her şeyden ve hatta hayatından vazgecmiş bir halde idi. St. Jhon ussunden ayrıldıktan onaltı gun sonra Matapetia, Islanda’da bir ingiliz ana gemisinin bordasına bağlandı. Gemide bircok doktor vardı. Hasta Mohaney’imizi derhal
gemiye aktardık. Uzun bir tedavi göreceğini umit ederek sevinmiştik. Ben ana gemiden Mohaney hakkındaki raporu almak uzere gittiğimde, doktor bana:

– Üzülecek bir şey yok, dedi.
– Amma korkunç bir deniz tutması bu, dedim.

Baş tabip :

– Saçma. Herkesi deniz tutuyor. Ve bunun da öbürleri gibi bir kac günde bir şeyi kalmaz, dedi, Dayanamayıp :
– Fakat bu Mohaney’inki cok fena. iyileşmeden ölebilir de, demekten kendimi alamadım.
– Bana bak delikanlı. Ben Mohaney’i iyice muayene ettim. Biraz gıdasızlık durumu bir yana, kalp ve ciğer fevkalade. Senin demenle, ortada ciddi bir sebep yokken onu burada alı koyamam.

Mohaney’i oradan alıp gitmekten başka yapılacak bir şey yoktu. Zavallı Mohaney, gemimiz Okyanusa açılır açılmaz tekrar kafayı yere vurdu. Hem de daha beter bir şekilde.

İzlanda acıklarında saatte seksen mil sur’atle esen bir fırtınaya yakalandık. Köprü üstü hasara uğradığından Atlantik sahillerine vardığımızda, Halifaks’a tamir icin gitmemiz emrini aldık. Suvarisinden serdümenine kadar herkeste yalnız bir düşünce vardı: Ateşci
Mohaney’i ölmeden karaya cıkarabilmek...
Zavallı artık deniz tutmasından değil, açlık ve zafiyetten ölecek duruma gelmişti. Fakat Halifaks’a varmıştık. Mohaney de olmemişti. Gemi bağlanır bağlanmaz, bir şeyler içmeye muvaffak olmuştu. Derhal hastahaneye götürerek bıraktık. Onun son seferinin olduğunu ümit ediyorduk. Karada bir iş verirler diye düşünmüştük.
On iki saat sonra, o gene geri gönderilmişti.

Nöbetci subay hayretle :
– Sen burada ne arıyorsun Mohaney? Kim gönderdi seni? diye sordu.
– Geri gönderdiler efendim. Gemiye git dediler.
– Doktorları görmedin mi ?
– Gördüm efendim, mühim bir şey yok diyorlar.

Durum süvariye bildirildi. Şurası gayet acıktı ki, Mohaney bir sefere daha iştirak ederse, muhakkak ölurdu. Derhal gemide bir toplantı yapılarak bir karara varıldı.
Ben bu işin Mohaney’den de mühim olduğunu, bütün bir harbi alakadar ettiğini, durmamamız icap ettiğini ve sonuna kadar gitmemizi soyledim.
Aşağı kademelerden itibaren durumu en yuksek makama anlatmaya başladık. Fakat hiç bir netice alamıyorduk.
Herkes :
– Eğer doktorlar deniz tutmasını bir hastalık olarak kabul etmezlerse, bir şey yapamayız, diyordu.
Neticede suvari :
– Pekala, biz de amirale cıkarız, dedi.
Neticede, Real Admiral George C. Jones’le bir göruşme yaptık. Amiral, Mohaney hadisesini dikkatle dinledi. Ben de bir ara fırsatını bulduğumda, Kanada donanmasının daha
ziyade kücük gemilerden teşekkül ettiğini ve donanmaya intisap eden doktorların gemilerde çalıştırılmadığını, bu sebeple denizin ne olduğunu bilmediklerini soyledim.
Amiral şu anda Halifaks’ta bir çok doktorun bulunduğunu biliyordu. Yaverini çağırarak durumu bir kerre daha sordu. O da bir kac gun evvel askere yeni alınmış bir grup doktorun
olduğunu bildirdi.
Amiral :
– Çok iyi, dedi. Yarınki hava raporu ne diyor?” Emir subayı :
– Kuvvetli doğu rüzgarı efendim.
– Peki yarın yapılacak manevralara bütün doktorların iştirakini temin edin!
Amiral, Matapedia’dan gelmiş bizlere bakarak :
– Bu şüpheli durumu hiçbir şey, denizde geçecek kücük bir zaman kadar, esaslı aydınlatamaz, dedi.

Bangor sınıfından bir mayın tarayıcı, doktorlardan teşekkül eden bir gurubu alarak sabahın altısında okyanusa açıldı. Ve gece geç vakit limana döndü. Ertesi günü, mayın tarayıcının ikinci kumandanını görmeye gittiğimde bana :
– Görme, herkes tayyare gibi idi, dedi ve devamla :
– Doktorları parti parti sıraya koyup küpeşteden aşağı kumanda ile sarkıtıyorduk. Aksi halde birbirlerine giriyorlardı. Biz de bu fırsatı kacırmadık. Hastahane açılmadan, ateşci Mohaney’i koltuğunun altında dosyası ile kapının önünde arzı endam ettirdik. Doktorların, sırada birinci olan Mohaney’i içeri aldıklarında, yuzleri hala yarı sarı ve yeşil idi. Yarım saat sonra Mohaney gemiye döndüğunde yüzü gülüyordu. Hastahaneden aldığı raporda :
– Denizde calışamaz, yazıyordu. Sebep hanesinde de, “Kronik deniz tutması” gosterilmişti.

O gece Matapedia’da muvaffakiyet şerefine ziyafet verildi. Hemen tıbbi listeye deniz tutması hastalığını da ilave ettik. Tıp ilmi artık hastalığı kabul etmişti. Tabii olarak, tedavisi icin tetkikler ve araştırmalar başladı. Nihayet, “Hyoscine HBr, Hyoscyamine HBr. ve Ethyl B-methyl allyl thiaborbituric acid” karışımı ortaya atılarak, meşhur Pill Nu. 2 - 183 meydana geldi.


Jhon Rhodes STURDY’den ceviri- Refik Akdoğan
  • IP logged

  • *
  • İleti: 3573
Ynt: KAYIKEVİ
#13: 24 Aralık 2016, 15:35:29
Böyle keyifsiz bir günde ilaç gibi geldi.. Sağolasın Kaan..
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#14: 24 Aralık 2016, 15:40:24
Ne demek, bu hikayeleri tam da bunun için paylaşıyorum.
Hayata küçük bir mola.
  • IP logged

 
Yukarı git