Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#300: 23 Şubat 2018, 17:13:26
Hazır bu günlerde Rodos adası konuşulurken, okuyalım   ;)


Rodos: İki Deniz Şövalyesi

Kaderin rüzgârını yelkenine dolduran nice tüccarı, fatihi, maceracıyı kendine çekti Rodos. Karialılara da ev sahipliği yaptı, St. Jean Şövalyeleri’nin mühendislik harikası surlarını aşmayı başaran Osmanlılara da. Ege ve Akdeniz kavşağında dev bir zümrüt gibi parlayan adada eski günlerin anısı hâlâ yaşatılıyor.


Yeşil çayırları, derin vadileri, ılık öğle sonralarında salınarak dolaşılan pazaryerleri ve taştan kentleriyle bir gün aniden lacivert sulara gömülen gizemli bir kıtadan artakalan son kara parçası sanki Rodos Adası. Kıraç Ege adalarının arasında zümrüt bir damla gibi. Bir tarafta St. Paul, Anthony Quinn, Ladiko gibi olağanüstü koylar, öbür tarafta meyve bahçeleri, nehirler, ormanlar, tarlalar… Rodos öylesine bitimsiz su kaynaklarıyla bezeli ki iç taraflardaki barajlar adanın yazın milyonlarla ifade edilen nüfusuna yetmekle kalmıyor, borularla aktarıldığı diğer adaların da su ihtiyacını karşılıyor. Her köşesinde kristal pınarların, akarsuların çağladığı, kekik, limon ve çam kokularının birbirine karıştığı, türkuvaz koylarla bezeli Rodos Adası faniler için değil de Tanrılar için yaratılmış adeta. Nitekim Yunan mitolojisi de adanın Zeus’un Güneş Tanrısı Helios’a hediyesi olduğunu anlatır bize.

Bir kentin ya da uygarlığın rüyasını önce su görür. Önce su vardır ve suya malum olur kalabalık agoralar, kıran kırana pazarlık eden tacirler, avluları mozaikli evler, tıka basa dolu ambarlar, Acem halılarının asıldığı duvarlar, kâhinler, tapınaklar… Rodos, birbirine doğru köpürerek koşan Ege ve Akdeniz’in yosun kokan bir gece gördükleri ortak rüyaları olmalı. Kısmetin rüzgârını arkasına almış tüccarlar, denizciler, şövalyeler, ordular Rodos’a yönelmişler tarih boyunca. Çünkü Rodos korsan olsun olmasın tüm haritalarda bir define olarak kayıtlıdır. Çünkü Rodos verimli toprakları, çağıl çağıl sularından başka doğuyla batı, kuzeyle güney arasındaki tüm denizyollarının ortasında yer alır, yedi denizin zenginliği köpüklü dalgalarla kıyılarına vurur. İÖ 2500’den itibaren Anadolulu Karialılar, Lübnanlı Fenikeliler, Akalar, Dorlar, Elenler, Büyük İskender, Romalılar, Persler, Araplar, St. Jean Şövalyeleri, Memlukler, Osmanlılar hep bu rüyanın peşine düşmüştür.

Bu zümrüt adanın başına kurulmuş taştan bir taçtır Rodos kenti. Zamana inat uzun sürmüş bir kahkahadır Akdeniz’de. İnsanlığın kâmil halidir Rodos. Yunanlıları, St. Jean Şövalyeleri’ni, Osmanlıları, İtalyanları, Yahudileri, Müslümanları, Hıristiyanları, yelkenlerine kaderin rüzgarını doldurup gelen tüccarları ve fatihleri, işgalciler yahut kendilerine bu adayı yurt edinenleri; ezcümle hepsini bir zenginlik olarak kuşanmış, sindirmiş, kendisinin kılmıştır. Hiçbirinin ayrıkotları gibi sökülüp atılmadığından olsa gerek, 700 yıllık evlerle çarşıların, çeşmelerin, kilise ve camilerin birbirine dolandığı bir tarih bahçesidir Rodos.
Deniz ve kara surları Rodos kentini kıskanç bir istiridye kabuğu gibi kavrar, çevreler. Ama kent, kale duvarları ve gösterişli kent kapılarının üzerinden taşar; limana girdiğinizde size kırmızı damları, ağaçları, çan kuleleri, kubbeleri ve zarif minareleriyle enfes bir göz ziyafeti sunar. Eski kent evleri, taş sokakları, surları, savunma sistemi ve kent kapılarıyla son derece iyi korunmuş bir ortaçağ kentidir. Bu özellikleriyle 1988 yılından bu yana UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer alır ve değil fabrikasyon PVC pencereler takmak, kapı kulplarını değiştirmek bile sur içi Rodos’ta hayli cüretkâr bir eylem sayılır. Kale duvarlarının hemen dışına kurulan modern kent, 20. yüzyıl boyunca, vaktiyle kenti çevreleyen yerleşimleri, köyleri içine alarak büyümüş, özellikle İtalyanlar döneminde yeni kamu binaları ve meydanlarla süslenen Mandraki-Akvaryum bölgesine doğru serpilmiştir. Çoğu turistik otel bu bölgede yer alır.

Sur içi Rodos tüm Akdeniz kentleri gibi çok katmanlı. Yunan ve Bizans Rodos’u kentin kesintisiz iskânı nedeniyle şu anda ancak arkeolojik kazıların konusu. Sur içi Rodos’ta kalan birkaç Bizans kilisesi olsa da bu binalar Katolik şövalyeler ve Müslüman Osmanlılar dönemlerinde öyle çok değişikliğe uğramışlar ki dönem karakteristiklerini büsbütün kaybetmişler. Bugün bakıldığında görünen kent önce “şövalyeler”in, sonra Osmanlıların mimari mirası.

Rodos Şövalyeleri ya da diğer adlarıyla St. Jean/Hospitalier Şövalyeleri, Tapınak Şövalyeleri’yle birlikte Haçlı Seferleri sürecinin doğurduğu iki büyük organizasyondan biri. St. Jean Şövalyeleri önce bir hayır örgütü, sonra askeri bir yapılanmayken Rodos’u ele geçirdikleri 1309’dan itibaren ithalat-ihracat yapan, kale ve kentler inşa eden, kendi donanması ve idari mekanizmaları olan bir tür devlete dönüşür; bazen korsan, bazen tüccar, genellikle de hem tüccar hem korsan bir devlete. Çokuluslu bir güç olan şövalyeler, her grubun kendi temsilcisini gönderdiği bir komite ve bu komitenin seçtiği Büyük Üstad eliyle 200 kusür yıl boyunca Rodos’u ve çevre adaları yönetir.
Sur içi Rodos’un şövalyelerin, soyluların yaşadığı, kamu binalarının sıralandığı kısmı Kollakiyum adını taşıyor. Kollakiyum’un merkezinde günümüzden ortaçağa uzanan özel bir geçit duygusu yaratan Şövalyeler Caddesi (haritalardaki adıyla Ippoton) var. Cem Sultan’ın adada kaldığı beş hafta boyunca konuk edildiği ev de bu caddede.

Şövalyeler, sur içi Rodos’un fanilerin yani tacirlerin, sıradan insanların, Yunanlıların, Yahudilerin yaşadığı kısmına Burgus (ya da Hora) adını vermişti. Burgus bir anlamda, hem şövalyeler, hem de Osmanlı döneminde aslında kocaman bir pazaryeriydi. Yünlü, ipekli kumaşlar, Kırım limanlarından yüklenen kürkler, havyarlar, Afrika’dan yola koyulan köleler, Anadolu’nun kerestesi, tarım ürünleri, Asya ve Arabistan’ın incisi, mercanı, karabiberi, tarçın ve zerdaçalı burada birbirine kavuşmuş, adaların şarap, zeytinyağı ve süngeri, Rodos’taki kuyumcuların göz nurlarıyla birleşip tezgâhlarda yerlerini almıştı. Şövalyeler ve Osmanlı döneminin ana ticari arkları Sokratous Caddesi (ya da Türklerin verdikleri isimle Uzun Çarşı) ve caddenin sonundaki Hippokrates Meydanı (eski adıyla Musluk Meydanı) bugün de ortaçağdaki kadar canlı ve şen şakrak. Ve bugün de yedi denizin halkını barındırıyor.

Kentin ölümlü, sıradan insanlara mahsus kısmı ana ticari arkların dışında her biri kıvrılmış bir saç teli gibi uzanan sokaklarla bezeli. Sur içinin dar sokaklarında, özellikle de Aya Fanouriou’da göreceğiniz evleri karşılıklı birbirlerine bağlayan küçük kemerler, deprem bölgesinde yer alan kentte tahribatı azaltmayı amaçlayan dâhiyane ortaçağ buluşları. Sokaklar, caddeler Osmanlı döneminde pek değişmemişti, hatta evler için de -biraz ihtiyatla- benzer bir değişmemişlikten söz edilebilir. Kente 1522’de giren Osmanlılar ilk iş savaşın neden olduğu tahribatı onarmış ve karakteristiğini ağır taş bloklarda gösteren kent dokusunu hemen hemen hiç bozmadan yüzyıllarca kullanmıştı. Minik dokunuşlar dışında evlere eklenen ahşap cumbalar, bahçelere kondurulan hamamlar Osmanlı’nın mirası. Zamanla yıpranan eski evlerin temelleri ya da alt katları korunmuş, üzerine Osmanlı ev dokusunun özelliklerini taşıyan katlar çıkılmış; böylece farklı dönem ve üslupların birbirine dolandığı melez bir kent yapısı oluşmuş.

Şövalyeler Rodos’unun (özellikle Osmanlı saldırılarına karşı) inşa ettiği savunma sistemi, bugün ortaçağ askeri/savunma mimarisinin yaşayan en iyi örneği kabul ediliyor. Surlar ve kapılar öylesine muhkem ki kent yaklaşık 300 şövalye ve birkaç bin askerle Kanuni’in 1522 yılındaki kuşatmasına tam 4 buçuk ay direnmişti. Her biri bir mühendislik harikası olan savunma sistemleri, taştan dalgalar gibi birbiri arkasından yükselen sur duvarları, mazgallar, araya giren düşman askerlerini yok etmek için oluşturulmuş hendekler ve gizli geçitlerden oluşuyor. Rodos’un kara surları ve gösterişli kapıları her gezginin mutlak ziyaret etmesi gereken yerler.

Rodos kuşatması 20 Aralık 1522’de kentin teslim olmayı kabul etmesi ile sonlanır, Şövalyeler kenti Osmanlı gemileriyle terk eder. Yeni hâkimlerin Rodos siyaseti, kentin tüm ticari zenginliğini ve canlılığını korumaya dayalı olsa da Osmanlılar, Hıristiyanlara sur içi Rodos’ta yaşamayı yasaklayacaktır. Hıristiyanlar kentteki işyerlerine gündüz gelir, akşam olup da kent kapıları kapanmadan önce terk etmek zorunda kalır. Bu siyaset iki sonuç doğurur. İlki eski kentin etrafında maraş/varoş denilen, Hıristiyanların meskenlerinin bulunduğu yerleşim yerlerinin belirmesidir ki bunlar bugün modern Rodos dediğimiz oluşumun altında büyük oranda kaybolup gitmiştir. İkincisi ise sur içi Rodos’un Müslüman ve Yahudi mahallelerinden oluşmasıdır. Toplam dokuz mahalleden oluşan Eski Rodos’un iki mahallesinin Yahudilere yedi mahallesinin ise Türklere ait olduğunu söylüyor kaynaklar.

Rodos’un gösterişli kapılarından girip taş sokaklarında dolaşmaya başladığınızda, bu mahallelerin büyük kısmının 50, 60 yıl önce Türk mahalle ve çarşıları olduğunu bilerek göz atın etrafınıza. Belki biraz dikkat kesilirseniz penceredeki sardunyalara su veren Ziynet Hanım’ın silik gölgesini, Faralyalı Konağı’nda misafirlerini ağırlayan Hesna Hanım’ın zarif gülümsemesini görebilirsiniz; Alaiyeli Mustafa Nazif Efendi’nin bakkal dükkânından taşan sabun, pudra ve kahve kokularını, Yahudi mahallesine doğru ilerleyen ve neredeyse tüm Yahudi cemaatinin katıldığı gelin alayının şamatasını, Ali Hasan Efendi’nin Sıhhi Berber Salonu’ndan gelen dedikoduları, Dökmeci Ali Efendi’nin Bar Di Rodi’sinden yükselen nağmeleri duyabilir, Bastiyalı Mehmet Efendi’nin ürettiği “Ferah Rakısı”nın enfes kokusunu içinize çekebilirsiniz. Gözlerinizi günümüz Rodos’una çevirdiğinizde ise Uzun Çarşı’da, Musluk Meydanı’nda az sayıda da olsa, kâh Rodos dantelleri, kâh hediyelik eşyalar ya da gümüşler, nadide altın takılar satan Türklerin dükkânlarını fark edebilirsiniz.

Yahudilere gelince, İkinci Dünya Savaşı’nda adada öyle bir kırıma uğramışlar ki vaktiyle eski kentin şen şakrak iki mahallesini oluşturan bu cemaatten bugün geriye topu topu 20-25 kişi kalmış. Rodos, Yahudiler için kaybedilmiş ve çok uzaklarda kalmış bir güzelliğin adı.
Sur içi Rodos’ta Osmanlı döneminden kalma bir dizi ihtişamlı bina var. Kentin en canlı noktalarında yer alan Süleymaniye, (Pargalı) İbrahim Paşa, Mustafa Paşa, Recep Paşa Camileri, Şer’iye Mahkemesi, Büyük Üstad’ın Sarayı’nın karşısındaki gösterişli Türk Okulu ilk akla gelenler. Uzun süren restorasyonu yakınlarda bitmiş olsa da Süleymaniye sadece dini bayramlar gibi özel günlerde açılıyor. Türk azınlığın nikâh törenleri için kullanılan Mustafa Paşa Camii, mimarisi, meydanın ortasındaki muhteşem benjamin ağacı, karşısındaki hamam ve alandaki kafeleriyle kentin en güzel köşelerinden biri. İbrahim Paşa Camii ise kentte, hatta tüm adada ibadete açık tek cami.

Yaz aylarında Rodoslular eski kentten çekilir. Dükkân sahiplerinden ve çalışanlarından, kafanızı uzatıp içeri bakmaya cüret ettiğiniz evlerde görebileceğiniz bir iki yaşlıdan başka karşılaştığınız hemen hemen herkes turisttir. Sanki ani bir korsan saldırısına uğramaktan, yahut geniş karınlı bir tacir gemisinin İskenderiye’den veba getirme ihtimalinden korkan Rodoslular kırlara doğru kaçışmış ve tam da o sırada yedi düvelden oluşan bir turist ordusu bu ortaçağ kentini işgal etmiştir. Ama dini günlerde kentin kayıp halkı aniden ortaya çıkıverir. Çünkü dindar olsun ya da olmasın Rodoslular bu tip törenleri geniş katılımlı toplumsal etkinlikler olarak kutlar.

Yunan Ortodoks Hıristiyanlığı çok sayıda aziz ve azizeyi, onlara adanmış törenleri, mucizeleri, kerametleri, şefaat dileme ritüellerini içeriyor. Öyle ki sanki Olympos Tanrıları sisli bir gecede tebdil-i kıyafet eyleyip Yunan kilisesine sızmış. Rodos da Yunan Hıristiyanlığının bu zengin -bol aktörlü- durumundan nasibine düşeni almış doğal olarak. Gerek ada gerekse eski kent azizlere adanmış kiliseler, yortular, mucizenin yeryüzüne indiğine inanılan günler, kutsallık mekânlarıyla bezeli. Genellikle yaz aylarına sıkışan yortu günleri (ki bunlara panayırlar da eşlik ediyor), Rodos ve köylerinde ibadet-ticaret-eğlence karışımı etkinlikler. Kilisenin hemen önünde kurulan panayırın bir köşesinde tek, bilemedin iki üç gecelik bir lunapark bulunuyor: Dönme dolap, atlıkarınca, beş halka 1 avro keyfi, çarpışan otomobiller, diğer köşede oyuncakçılar, lokumcular, tatlıcılar, türlü mal satan çerçiler…

Piyasa yapan gençlerin, en güzel giysilerine bürünmüş yaşlıların, kol kola girmiş genç çiftlerin arasında baloncular, pamuk helvacılar dolanıyor. Kilisede törene katılıp panayır meydanında gezindikten sonra derme çatma kurulmuş kebapçılarda tıka basa karın doyurmak ve konser alanında orkestra eşliğinde halaya durmak panayırların olmazsa olmazı.
Eski kentin içerisinde de kutlanan yortular var. Örneğin Aya Pantaleymon Yortusu 27 Temmuz’da St. Catherine Kapısı yakınlarındaki kilisede, Aya Fanurios ise 27 Ağustos’ta Recep Paşa Camii’nin hemen yanındaki kilisede kutlanıyor. Aya Fanurios Yortusu’nu yakalayabilirseniz hem Recep Paşa Camii’nin avlusunda kurulan minik panayırı görmeniz mümkün olur hem de Rodoslu hanımların dileklerinin gerçekleşmesi için bin bir baharatla, illa ki tarçınla yaptığı ve gelene geçene dağıttığı leziz keklerini, fanariopitalarını tadabilirsiniz. Daha büyücek panayırları görmek isterseniz eski kentin 10-20 kilometre dışına, bir kısmını modern Rodos’un yuttuğu Kremasti, Soroni ya da Fanes gibi eski köy merkezlerine gitmeniz gerekli. Panayır günlerine ve mekânlarına ilişkin bilgilere turistik rehberler ya da şehrin dört köşesinde mevcut turizm danışma bürolarından ulaşmanız mümkün.

Ortodoksların türlü çeşitli yortu günleriyle rekabet edemese de Türklerin de kitlesel katılımla gerçekleştirdiği törenleri, dini günleri var. Bunlardan ilki hıdrellez. Mayıs ayında Rodos’a yolunuz düşerse eğer, eski adı ile Zümbüllü yeni adıyla Rodini Park’taki hıdrelleze katılmanızı öneririm. İkincisi ise Kadir Günü. Hafız Ahmet Paşa Kütüphanesi’ndeki 999 taneli Hicaz tespihinin saklandığı sandukadan çıkarılması ve cemaat tarafından kütüphanede çekilmesiyle Kadir Günü başlıyor. İkinci aşama yine kütüphanede kat kat ipek mendillerin arasında saklanan sakal-ı şerifin törenle çıkarılıp İbrahim Paşa Camii’ne getirilmesi. Ardından sakal-ı şerif teşhir ediliyor ve mevlit okunuyor.

Ekim ayında son güneşli günlerle birlikte son turistler de gidince ada kendi mütevazı ritmine döner. Rodos sokakları başıboş dolaşan sokak kedilerine, uzun yağmurlara, kasvetli sokak lambalarına, adanın bitmek bilmez rüzgârlarına, çamaşırlarını asmak için hava durumunu takip etmekten bitap düşen kadınlara teslim olur. Turistlerin şehri köşe bucak istila ettiği yaz aylarında Mandala’yı terk eden müdavimler bu günlerde geri döner: Karaya vurmuş denizciler, kentte yaşayan bir iki Avrupalı, 68 kuşağından üç beş Rodoslu, elinde bir bardak sumo ile kuzineye sırtını vererek oturan Vasilis Amca… Rebetiko gecelerinde Vasilis Amca sumo bardağını yere koyup kederle etrafında döner. Nuri Amca yitirdiği zamanın, dostların, komşuların, çocukluk hatıralarının peşinde bir kazazede gibi tek başına dolaştığı Rodos sokaklarını böyle soğuk havalarda terk eder, boş Alaiyeli Konağı’nın bir odasına çekilir. Ve rüzgârın taş sokaklarda türlü acayip sesler çıkararak delicesine estiği gecelerde, yorganlarının altına kıvrılmış Rodoslular eski kentin taştan bir gemi gibi palamarlarını gıcırtılarla koparıp adadan ayrıldığını; korsanların, Osmanlı leventlerinin, şövalyelerin çağrısına uyarak Akdeniz’e doğru ağır ağır sürüklenmeye başladığını rüyalarında görür irkilerek uyanır.

Yaz ayları geldiğindeyse Güneş Tanrısı Helios çift atlı arabasıyla kentin üzerinde tüm gün dolaşmaya, parlak ışığıyla kentin surlarını, kapılarını, meydanlarını yıkamaya, Demeter bereketli nefesini meyveye durmuş ağaçlara, çayırlara üflemeye başlar. Kış boyunca Akvaryum’un kıyılarını, Mandraki’deki mendireği dövüp duran Ege ve Akdeniz söz dinleyen uslu çocuklara döner. Tur gemileri ufukta görünmeye başlayınca Uzun Çarşı uykusundan yavaşça uyanır, sandukalar açılır, dükkânların demir kepenklerindeki çengellere danteller, örtüler, hediyelikler asılır. Ve Rodos artık uzun, sıcak, şenlikli bir yaza hazırdır.




Atlas Temmuz 2014 / Sayı 256 / Yazı: Esra Danacıoğlu
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#301: 23 Şubat 2018, 17:49:38
Ve elbet Girit adası... Yazılabilecek çok şey var aslında ama madem gezilecek ada, bence Girit yerine Matala'nın ilginç hikayesini okuyalım. Muhtemelen daha evvel bu hikayeden habersiz olanlarımız çoktur.


Yanıbaşımızdaki Girit Adası’nda Aşk ve Özgürlük Kokulu Bir Hippi Hikayesi: Matala


Yunanistan ve Türkiye arasında inci bir kolye gibi serpilidir adalar. Ege’nin ortasından başlar, sahile inen taş basamaklar gibi adım adım Akdeniz’e doğru uzanırlar. Dünyanın en güzel denizinin rüzgarları eser kıyılarında, o rüzgarlar kıyı insanlarının hayallerini, aşklarını ve umutlarını alır başka diyarlara taşır.

1960’ların sonunda dünyanın başka bir ucunda, başka bir kıyıda, başka rüzgarlar esmeye başlamıştı. Hippiler de hayallerini, aşklarını ve umutlarını başka diyarlara taşımak istiyorlardı. Başka kıtalardan gelip Akdeniz’in binlerce yıldır esen umut dolu rüzgarlarıyla buluştular. Bu kadarını onlar bile hayal edememişti ama kendilerini Girit’te buldular.

O dönemler Yunanistan’da askeri darbe yönetimi, Girit’te ise başka ülkelerden gelen “yarı çıplak” yabancılara pek de alışık olmayan dışa kapalı bir halk vardı. Yine de iki grup arasında uzunca bir süre unutulmayan maceralar yaşandı. Hatta Rolling Stones’un dünyanın en iyi müzisyenleri arasında gösterdiği Joni Mitchell da buranın uzun süreli konukları arasındaydı.

Girit’in bir balıkçı köyü olan Matala’dayız burası hippilerin cennet kıyıları



Zamanın sadece insanlar istediğinde aktığı bir yer. Yerlisi bugün bile kendini Yunanlıdan önce Giritli olarak tanımlıyor. Ana karaya en uzak adalardan biri. Ege’nin ve Akdeniz’in en sert fırtınalarıyla yaşıyorlar. Mesafeli, sert mizaçlı ve dışa kapalılar. Nasıl açık olsunlar? Bir adadalar. Hem de dünya savaşının etkilerini hâlâ atlatamamış ve askeri darbelerle ayakta kalmaya çalışan Yunanistan’un uzak bir adası.

Günlerden bir gün dünyanın en çatlak tiplerinin yolu kendi halindeki bu adaya düşer


Yatacak yer, yiyecek, sıcak duş, kılık kıyafet? Bu soruların hiçbirinin cevabı yok, çünkü hiç sorulmuyor. Sırt çantalarına ne sıkıştırıldıysa o. Örneğin Matala köyündeki konaklama Neolitik çağlardan kalma kaya mağaraları, oyuklar ve mezarlar. Nasıl? Kulağa hayli “butik” geliyor değil mi?
Köyün yerlileri bırakın Hippiyi daha önce turist görmemişler


Tam bizimkilerin ortamı. Dünyanın uzak bir köşesinin, en uzak ucu. Girit ve Matala. Ada üstündeyken bile karadan ulaşım zor. Barınmak için doğal kayalıklar, kayaların hemen önünde dünyanın en güzel denizi, gece olunca belki de evrenin en güzel gökyüzü. Adanın bulundukları yerinden en yakın yapay ışık kaynağı Afrika kıtasında. Issızlığı hayal edin. Biraz Taylor Camp‘ı da andırmıyor değil.

Yıllarca dillerden düşmeyen şarkılar bu kıyılarda yazıldı



Bahsi geçen büyülü gökyüzü Joni Mitchell’in tüm müzikal kariyerinde belirleyeci olmuş. Ünlü “Under a starry dome…beneath the Matala Moon” parçası burada yazılmış. “Yıldızlı bir gök kubbenin altında Matala Ayı’nın yanında” demek için bundan güzel yer mi olur?


Bu köy taş devrinden beri böyle eğlence görmedi



Otel olarak kullanılan kayalardaki oyukların tarihi taş devrine uzanıyor. Kayalar daha sonra Romalılar tarafından mezar olarak kullanılmış. Kim derdi ki yüzyıllar sonra bir gün gelecek ve bu ıssız kıyılar hippilerin aşk yuvası olacak? Gerçi başka seçenekleri de yok. Parasını verip otelde kalacak olsalar bölgede otel yok. Ha olsa kalırlar mıydı, ayrı konu.

O günlerin Matalasını Joni Mitchell’ın bir röportajından dinleyelim…



Yakın çevrede ev yoktu sadece iki bakkal, kendi yoğurdunu da yapan bir fırın ve bölgedeki tek telefonun bulunduğu bir dükkan daha. İki Cafe vardı; ama bunlar da hippiler geldikten sonra açılmıştı.

Mitchell’ın anlattıkları neredeyse bizim Sultanahmet’deki Lale Pastanesi misali.

Atina’ya indiğimizde herkes bana bir tuhaf bakıyordu



Aslında gayet normal gözüksem de Yunanlılar arkamdan bişeyler söyleyip duruyorlardı. ‘Sheepy, sheepy Matala, Matala’ laflarını tekrarlıyorlardı. Daha sonradan bunların “Hipi hipi, yallah Girit’e Matala”ya demek olduğunu öğrendim. Tamam, Hippiye benzediğim ve Yunanlıya benzemediğim aşikardı. Daha çok erkekler arkamdan bağırıyorlardı. Galiba uzun sarı saçlarım onları biraz etkilemişti.
Gelir gelmez aşk adeta bomba gibi patlar

Yanımda arkadaşım Penelope vardı, bir feribota bindik ve Matala’ya geldik. Yanında haşhaş tarlası olan ufak bir kulübe kiraladık. Hemen plaja indim ve tam o anda büyük bir patlama oldu. Beyaz pantolonlu, kafasında beyaz türbanlı, kırmızı sakallı bir adam kapıdan dışarı uçtu. İşte Cary hayatıma böyle girdi.

Joni Mitchell’ın o dönemlerde çok etkilendiği ve kuşağını derinden etkileyen “Carey” parçasını yazmasını sağlayan abi



Cary, Amerikalı bir hippiydi ve sahildeki Cafe’de aşçılık yapıyordu. Ocağı açtığı anda bir patlama olunca kapıdan uçmuştu. Mitchell o anı gördüğünde aklından “bu adamla mutlaka tanışmalıyım” diye geçirmiş. Sanatçının daha sonradan Matala günleri için yazdığı “Carey” adlı parçası milyonlarca kere dinlendi, dinlenmeye de devam ediyor. Parça artık bir klasik.
Şarkının sözlerinde geçen Mermaid Cafe de, Matala gecelerindeki yıldızlar ve ayaklara yapışan deniz kumları kadar gerçekti


Fakat bir de hayatın gerçekleri. Hippilerin gelişi adanın tutucu kısmını rahatsız etmişti. Giritli gençler bir yandan, bu sarışın güzel kızlarla birlikte olabilmek için can atarken diğer yandan ahlak elden gidiyor “cık cık cık” diye söylenti çıkarıyorlardı. Giritli kızlar da durumdan şikayetçiydi. Erkekler evlenmek için bakire kız ararken, her gece Matala’ya gitmekten de geri durmuyorlardı. Kilise duruma el koymaya hazırlanıyordu ama ondan önce ordu vardı.

Askeri cuntayla Hippi kampında rakı keyfi


Konaklanılan mağaraların “penceresinden” bir görünüm

Başlık tam olarak gerçek bir olaydan alıntıdır. Joni Mitchell röportajına geri dönelim ve hadiseyi ünlü sanatçının ağzından dinleyelim: Matala’ya geldikten sonraki gece ben, Carey ve Penelope, Mermaid Cafe’ye gittik. Ortamda 7-8 başka hippi ve askerler içiyorlardı. Birisi Rakı isminde bir şey getirdi, bi çeşit Türk likörüymüş. 3 kadeh içtim. Sonraki sabah Carey’nin kaldığı kaya oyuğunda uyandım.

Rakı bu Joni abla, Türk likörü falan dersen çarpar tabi


Mağaraların içinden görünüm

Mitchell o geceyi hatırlamıyor. Sabah kalktığında çizmesinin topuğunu kırılmış, kıyafetlerini toz toprak halde bulmuş. Anlayacağınız o kafayla kayalıklara tırmanırken üstünü başını pert etmiş. İşin asker kısmına geri dönelim. Askerler işlerine geldiğinde hippilerin ortamında takılmaktan içip eğlenmekten kendilerini sakınmıyorlar. Ama bir yandan da varlıklarındaki asıl sebep buradaki hayatı çekilmez kılmak.


Yasaklar hissedilmeye başlanır


Mermaid Cafe’nin sahibi ve hippilerin arkadaşı olan Yunanlı Stelios Xagorarakis sudan bir sebepten tutuklanır ve cezaevinde işkenceye uğrar. 1969 yılı için gayet normal bir durumdur bu. Stelios’un ellerinde ve ayaklarında sigaralar söndürülür. Sahilde hayatın sonu bu gibi olaylardan sonra tatsızlaşmaya başlayacaktır. Aynı günlerde Mitchell’ın arkadaşı Penelope de bir gece sahilde tanıştığı askerlerle takılır ve kendisinden bir daha haber alınamaz.
Bu olay genç şarkıcıyı derinden etkiler

Joni Mitchell, Mermaid Cafe’de

Zaten duygusal olarak pek sağlam olmayan Mitchell, Penelope’nin ortalıktan kayboluşundan hayli etkilenir. Taştan mağaralarda uyumaktadır. Altlarında sadece yumuşak olması için deniz kumu ve çevredeki otlar vardır. Bazen de arkadaşlarından ödünç aldıkları şilteler de uyurlar. Çevre baskısı da artmaktadır.

Çıplaklık ve özgür cinsellik her geçen gün daha da tepki çekmeye başlar

Aslında sahilde değişen çok bir şey yoktur. Tek değişken Matala’nın artık keşfedilmiş olmasıdır. Hem büyük hippi grupları hem de meraklı halk bölgeden çıkmaz olur. Nüfus kalabalıklaşır ve başlarda doğanın bakirliği içinde hiç dikkat çekmeyen bu yaşam tarzı için artık “bu kadarı da fazla” denilmeye başlanır. Joni Mitchell o günleri adeta taş devrine dönüştü diyerek anımsıyor. Mağaralar, deniz ve çıplak gezen insanlar…

Aslında her şey yalnız gezen bir Almanın adaya gelişiyle başlamış
Yerel halkın anlattığına göre ilk gelen bir Alman genciymiş. Köylülerden biri bu arkadaşa yiyecek vermiş ve ücreti ödemeye kalktığında “para istemez” karşılığını vermiş. Yerel halkla yapılan söyleşilere göre sonraki senelerde bir kişi yanında dört kişiyle gelmiş, sonra 20 ve sonradan 100 olmuşlar. En sonunda Matala’da bir komün oluşmuş.

60’lar dünya savaşından sadece 20 yıl sonrası ve Almanlar Avrupa’nın hiçbir köşesinde sevilmiyor.

Yunanistan’da ise Almanlara karşı herhangi bir ön yargı yok. Avrupa’dan soyut kalmış olan Yunanistan’ın pek de bir şey umurunda değil. Girit ise iyice unutulmuş köşe. Gelen o ilk Almandan sonra bölgenin çekim merkezi olmaya başlaması pek de şaşırtıcı değil. Alman gezginlerin uğrak noktası olmaya başlayan Matala’nın, barışın ve aşkın çocukları hippiler tarafından keşfedilmesinde bir savaşın izlerinin olması da manidar. Hippiler savaş karşıtı, Almanlar II.Dünya Savaşından dolayı sevilmiyor, bu yüzden Girit’i buluyorlar ve ortam zamanla bir hippi komününe dönüşüyor.

Joni Mitchell için dönüş vakti


Genç yıldız Matala’dan tanıdığı Hippi arkadaşlarının oynadığı bir gösteriyi izlemek için Atina’ya gider ve bir daha köye geri dönmez. Bir süre sonra da asker ve polis bölgeyi dağıtır ve giriş çıkışı yasaklar. Cunta, Matala’daki uyuşturucu kullanımı ve çıplaklık ortamına son verir.

Bugün Matala


Birçok Yunan adasında olduğu gibi Matala’da da turizm en büyük gelir. Hippilerin kaldığı bölge ve mağaralar ise tellerle çevrili ve girilmesi yasak. Bölge tarihi kalıntılardan dolayı arkeolojik alan ilan edilmiş ve korunuyor. Dönemin 68’lileri artık gerçekten de 68’li ve 70’li yaşlarda o günleri hayatlarının en önemli deneyimi olarak hatırlıyorlar.


6.İstanbul Belgesel Günleri’nde de gösterilen bir de Hippie Hippie Matala filmi vardır. Seyretmek isteyen için hatırlatayım.



ListeList / Engin Özer







  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#302: 24 Şubat 2018, 13:46:43
Evet, denizcilikle alakası yok belki ama işlenmemiş ve çok nadir karşılaşabileceğiniz, hikayeleri ile birlikte, fotoğraflardan oluşmuş bir tarihi geçit diyebiliriz.


http://www.historyinorbit.com/these-photos-have-not-been-edited-rare-historic-photos/?src=facebook&utm_source=facebook&utm_medium=Josh_HIO-Desk-WW-1-94Hist-9BLP3

Ayrıca, Ana sayfada onlarcasına ulaşabileceğiniz özel hikayeler var.

http://www.historyinorbit.com/
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#303: 28 Şubat 2018, 13:58:39
Kayıklar, denizciliğin temeli. Kayıklardan devam edelim ;

Kayıklar ve Sandallar Yan Yana

O zamanlarda Boğaziçi'nin her köyünde bulunan Pazar kayık­ları fakir ahalinin pek ziyade işine yaradığından köyün -bugün zenginleri diyeceğimiz- o vakitki tabirle "eşraf"ının himayeleri altında olması da Boğaziçi ananelerinden biriydi. "Mehtap"ı tertip eden kimsenin, saz takımı için, oturduğu köyün Pazar kayığını kiralaması da bu anane iktizasıydı.

Bu kayıkların arka taraflarındaki düz ve hayli uzunca kı­sımları hanende ve sazendelerin oturmalarına, saz aletlerinin, bir de işret tepsilerinin konmasına pek elverişliydi. Bu kayıkta saz sahibinin bir adamı bulunur; o, her şeyin efendisinin istedi­ği yolda gitmesini temin ederdi. Yalnız bu kayıkta, hanende ve sazendelerin kuvvetlerini tazelemek ve neşelerini arttırmak için Erdek rakısı, Umurca rakısı gibi o limanın en iyi rakıları, mas­tikaları ve muhtelif cins taze balıklar, siyah ve sarı havyarlar, Gelibolu sardalyası, Tirilye zeytini, balık yumurtası, türlü türlü peynirler, çeşit çeşit salatalar, turşular, zamanın en makbul me­zeleri, üzüm, şeftali, elma, kavun, erik gibi meyveler, bir de karlıklar içinde buzlu sular bulundurulurdu.

Zevk için dolaşan bütün öteki kayık ve sandallar yalnız ay ışığıyla aydınlanırken hizmetteki Pazar kayığı mumları yanmış üç dört fener taşıyarak gelir ve o geceki saz sahibinin yalısından, mesela Valde Paşa'nın Bebek'teki veya Sait Halim Paşa'nın Yeniköy'deki, yahut Suphi Paşazade Sami Bey'in Kanlıca'daki yalı­sından hanende ve sazendeleri alır, açılır, giderdi. Daha tek başı­na gittiği sırada sazın, hafif tertip akortlar yaparak kendi kendine mırıldandığı ve sazendelerin meşketmesi kabilinden çalındığı olurdu. Fakat böyle yalnızca giderken yolda çalınan bu hayal meyal saza pek kulak aşılmazdı. Sazın asıl toplantı yerinin Ka­lenderin önü olması da bir Boğaziçi ananesiydi.

Boğaz'ın hemen her köyünden yavaş yavaş buraya gelen kayıklar ve sandallar saz kayığının etrafında, ışığın çevresinde dolaşan ve ondan ayrılamayan pervaneler gibi dolaşmaya baş­lar, onu kuşatarak ve ona adeta yapışarak teşkil ettikleri kafile su üstünde yekpare büyük bir sal gibi bir kütle olurdu. Hele asıl saz kayığının en yakınında bulunan kayıkçılar ellerini biraz uzatarak yanlarındaki sandal veya kayığın kenarlarını tutmak­la bunları birbirlerine tamamen yapıştırmış ve adeta kenetlemiş olurlardı ve bu sıralarda sandallarını yerlerinde tutabilmek için bir teviye siya ederlerdi.

O zamanlarda, gerçi eski, büyük teşrifat kayıkları ortadan kalkmışsa da yine iki, hatta, daha nadir olarak, üç çifte kayıkla­ra rast gelinirdi. Vernik sürülmüş tahtadan bu kayıklar hep açık veya koyu sarı veya tahini renkte görünür ve kenarları bir iki sıra koyu lacivert, mor, siyah veya yeşil yahut som yaldız şeritli olurdu. Hanımların bindiklerinin arka taraflarında kadifeli, sır­malı ve uçları sulara doğru sarkan bir ihram serilirdi. Valde Paşa'nın üç çifte kayığındaki gümüş kafes örmeli ve kenarları ba­lık şeklinde yine gümüş saçaklı ihramı meşhurdu.

Herkesin çömelerek alçakta oturmaya alışkın olduğu bir zamanın mahsulü olan, insanı derinliğinde ta suların hizasında ve biraz yaslanarak oturmaya mecbur eden bu kayıklar kadar suları, gökyüzünü, sahilleri, mehtabı seyretmeye, gözlerle gö­nüllere, avlamaya müsait ve münasip bir vasıta olamaz. Hele dört kişiyi karşı karşıya ve dördünü de yanlarından suyu iyice görecekleri vaziyette oturtuşuyla kayık elbette etrafı seyretmek için hem daha rahat, hem daha muvafıktı. O yavaş yavaş yol aldıkça, suya bakarak maviliğinde yüzer gibi olur, havaya ba­karak maviliğine girer gibi olur, mehtaba bakarak ışığını sürük­ler gibi olurdunuz. Hayal kurmak, hulyalara dalmak için bun­lardan daha uygun beşikler bulunamazdı.

Kayıklar, Sultan Hamid devrine kadar, Boğaziçi'nde tama­men rakipsiz hakim olmuşlar. Kayık, sandalın ilk bulunmuş şekliydi. Bunun için elbette daha iptidai ve safiyane bir şeydir. Meziyetleri ve taraftar olunacak cihetleri vardı. Sandal daha ağırdır. Arka tarafında yan yana oturabilen iki kişi müstesna ol­mak üzere, diğerlerini arkasını sahillerin birine dönmüş olarak oturmaya mecbur eder. Fakat suya incecik kayıklardan ziyade dayanarak onlar kadar çabuk eskimez. Dört kişi yerine daha fazla adam alır. Girilip çıkılışı, oturulup kalkılışı daha kolaydır. Hele, daha kurnazdır: dümeni vardır! Bu sayede daha çabuk döner, yanaşır, ayrılır. Eski usta hamlacıları bulmak gittikçe güçleşirken daha az maharetli bir sandalcı tarafından kullanıla­bilir. Bu bakımlardan bu mahluk ötekini herhalde yenecekti. Nasıl ki yendi.

O zamanlarda, ezeli eskilik-yenilik davası bir de kayık ve­ya sandal taraftarlığı şeklinde sürüp gidiyordu. Kayık taraftar­larının bütün hissedip söyledikleri sözler ve bulup ileri sürdük­leri düşünceler onun varlığını kurtarmaya yarayamayacaktı. Fakat, Boğaziçi'nde bütün bu sözler söylenmeden, bu düşünce­ler ortaya atılmadan kalamazdı. Zaten o zamanın insanları da­ha az muhakemeci, daha az inatçı ve hayata karşı daha ziyade uysaldırlar. Ekserisi bir tarafı iltizam etmezler ve bazen rahat bir kayığa binerek kayık taraftarlarına, bazen narin bir kike bi­nerek sandal taraftarlarına hak verirler ve böylece tabii seyrini takip eden istihaleleri kolaylaştırırlardı.
Sultan Hamid devrinden sonra türeyen sandallar çoğalır­ken bu devrin ortasına doğru, daha alafranga olarak, bir de bi­nek ve yarış kikleri meydana çıkınışlı. Hep maun renginde, ke­narları birer ikişer zıh düz VL'ya nakışlı yaldız şeritli, daha ince ve uzun ve bilhassa oturulacak yerleri kayıklarınki gibi karşı­lıklı olan bu sandallar hem daha rahat, hem daha hafif, hem da­ha kullanışlıydı. Öyle ki Boğaziçi iskelelerinde kira sandalları kira kayıklarından daha ziyadeleştiği gibi yalıların da eskiyen kayıkları yerine kikleri çoğalıyordu. Bundan dolayıdır ki, bu mehtap toplantılarında ekseriyet sandallarda olurdu. Kayık ve sandalı olanlar bu gecelere çıkmak için muhakkak daha kolay idare edilen sandalı tercih ederlerdi.
Venedik gondollarından hem daha makul, hem daha cesur, hem daha hafif, hem daha zarif olan bu İstanbul kayık ve san­dallarında, yalılar gibi, büyük hususiyetleri vardı ve biçimlerin­den, efendilerinden hamlacılarına kadar, Boğaziçi medeniyeti­nin birer icmali, birer hulasası gibiydiler. Halis Boğaziçililerin Boğaz'ın binbir inceliğini birden sezen gözleri bir bakışta, bun­ların yalnız kimin olduklarını değil, hem de, hangi ustanın ya­pısı olduklarını keşfederdi.

Bu kayık ve sandallar yalnız Boğaziçi medeniyetini icmal etmez, o zamanki bizim çocuk gözlerimizin hassaslığı, bunla­rın mensup oldukları kocaman yalıların kayıkhanelerinden tıpkı vücutlarından ayrılır gibi çıkarak, sularda dolaşan kü­çücük yavrularıymış gibi, üstlerinde o yalıların hayatlarını, huylarını, kokularını ve sahiplerinin edalarını, manalarını se­zip duymasını bilirdi. Server Paşa'nınkilerin kayıklarında Server Paşa yalısının ağır perdeli, biraz loş ve o zamanki ta­birle, kûhi odalarının kibar, rahat, kendi âlemine çekilmiş ve durmuş halini, Kıbrıslıların zarif olmaktan ziyade sağlam ya­pılı, yayvan karınlı, rahat ve babayani kayıklarında da geniş sofalı, geniş odalı yalılarının yayvanlığını ve serinliğini du­yardım.

Bu, belki yarısına yakını hususi ve yarısından fazlası da kira kayık ve sandalları beşer onar gelerek saz kayığının etrafını sa­ran kafileye katılırlar ve onun etrafını yeni bir halka ile kuşatır­lardı. Bu arada hemen bütün bu kayık ve sandallar yer buldukça ve imkan nispetinde saz kayığına yaklaşmaya çalışırlardı. Yine, daha sonra gelen kayık ve sandallar bu halkaya sokulurlar, fakat onun kenarlarında her zaman biraz daha aralık kalan bir nevi etek teşkil ederlerdi. Kütle, son kenarlarına doğru, böyle mutlaka daha gevşek kalan bir toplantı olurdu. Sazı taşıyan Pazar kayığı­nın etrafındaki bu halka muttasıl büyür, gittikçe genişler, yavaş yavaş gelip yer alan, toplanan sandal ve kayıkların sayısı gitgide artarak yüz, iki yüz, bazen, sırasına, gecenin güzelliğine ve sa­zın ehemmiyetine göre, üç yüzü geçen bir kafile olurdu. Ay ışığında görülen bu manzara ihtişamlıydı. Bütün bu sandal ve kayıklar denizin büyük bir kısmını kaplardı. Bunlar hemen merkezi bir vaziyet alan saz kayığının etrafında dönerek dai­ma biraz değişici bir şekilde, daima yer değiştiren bir kütle teşkil ederlerdi.

Bütün bu kayıklar ve sandallar büyük ve yüksek saz kayı­ğının etrafında, güya onun, analarının geldiğini görerek yuva­larında gagalarını açan yavruları gibi, sanki kapışmak için da­ğıtacağı yemleri yani ondan gelecek sesleri bekleşirlerdi. İnsa­nın acıkınca yemeğe, susayınca suya ihtiyacı olduğu gibi, bu son dakikalarda, bütün bu ruhların da çalgıyı bekleyişleri, ade­ta böyle bir ihtiyaca dönüyordu. Hepsi, tıpkı karanlıkları dağı­tarak ruhlara ışık salacak bir ayın doğuşunu bekler gibi, hepsi de mehtap içinde başlayacak ve ruhlara ahengini salacak bir musikînin füsununu tatmaya hazırlanıyorlar, onun doğmasını bekleşiyorlardı.


Abdülhak Şinasi Hisar- Boğaziçi mehtapları - 1942
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: KAYIKEVİ
#304: 28 Şubat 2018, 14:42:59
" Kıbrıslıların zarif olmaktan ziyade sağlam ya­pılı, yayvan karınlı, rahat ve babayani kayıklarında da geniş sofalı, geniş odalı yalılarının yayvanlığını ve serinliğini du­yardım. "

Süleyman Amca (Dırvana)nın Seddülbahr'inden belli.
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#305: 28 Şubat 2018, 15:17:52
Anmadan geçmeyelim o zaman

  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#306: 02 Mart 2018, 12:58:04
Sait Faik ile öğlen kahvesi

BİR VAPUR

Dün, ona, Galata rıhtımında rastladım. Çelik ve demir vücuduyle hassas bir sporcuya benziyordu. Çıplak ayaklı bir küçük serserinin yanı başındaydı. Halatlarının bağlandığı demirlerden birine ayağımı dayadım ve elimi çeneme koyarak onu seyrettim. Beni alıp götüren, beni alıp getiren mahlûku doya doya sevdim. Bu vapur, «Tadla», yeni Türk vapurlarından «T» vapurudur.

Fransa'ya tahsile gitmiş talebeden «Tadla» yı tanımayan kim vardı? Kim bu vapurun üçüncü mevki güvertesini yıldızlı temmuz geceleri adımlamamıştır ‘?

«Parnas» dağının güneşli, altınlı ve karlı ebedi zirvesini, Stromboli'nin eteklerindeki beyaz kasabalar, Vezüv'ün kızıllığı altmda gülen beyaz şehri, mavi Mesina'yı, vahşi Korsika'yı ve nihayet kahpe Marsilya'yı bati seyri ve ağır vücuduyle, bize gösteren «Tadla» olmadı mı?

Şaşı gözlü, kaptan tavırlı metrdotelin limanlara yaklaşırken gösterdiği tevazuu, sevimliliği unuttunuz mu?

Ben, bu gemide Korsikalı muslar tanımıştım ki, güverteyi silerlerken karalarının güzelliğine ve lisanlarının çevikliğine hayran kalmıştım.

Gemiciler tamdım ki, gece yarısından sonra kopmuş fırtınaların ve uzak, esrarengiz Çin şehirlerinin ışıklarını güvertelere yaydılar.

Birinci mevkiden üçüncü mevkideki sevgililerini görmeye gelen anormal prensesler, on altı yaşında rüya kadar güzel çocuklarının gözü önünde flört yapan Rum kadınları gördüm. Ben bu vapurda cömert Yahudilere, dost Ermenilere, laubali şen ingilizlere, ciddi Fransızlara rastladım.

Marsilya limanından kalkıp Pire'ye gelinceye kadar geçen beş gün zarfında, tam bir arkadaşlıkla bağlandığım küçük bir çocuğu, beş gün sonra elem ve hüzünle terkettim. Beş günde, iptidai tahsilini beraber yapmışız gibi, bin bir çocukça hatıra ile ayrıldım. Tesadüf bir gün bizi karşı karşıya getirirse; onu çocukluk arkadaşlarımdan hiç' ayırmadan:

—   Sizinle - diyeceğim -, hangi mektepte beraber okumuştuk ?

Yine bu vapurda bir kız tanıdım. Bir delikanlı seviyordu, buna:

—   Ne eşek şey o -diyordu.- Ben onu o kadar sevdiğim halde, bir sabah gelip de «bonjur» demiyor, yanıma tesadüfen gelse bir kelime konuşmuyor.

Ben, o kıza:

—   Ben varım ya - diyordum.

—   Ah -diyordu-, sen çirkinsin.

Yıldızlı ve karanlık güvertede başbaşa oturuyorduk. Elini tutuyordum. Gözlerini kapayıp delikanlıyı tahayyül ederek elimi sıkıyordu.

Yavaşça kulağının dibine:

—   Hepsi bir değil mi? -diyordum -. Karanlık gecede, hepsi, hepimiz bir değil miyiz? Yalnız, kadın ve erkek olsun. Gözlerini kapa, tahayyül et.

O, karanlıklar içinde giizel çocuğu tahayyül ederek ince duman vücuduyle vücuduma yaslanıyordu.

Yine vapurda tanıdığım bir papaz, bir dostu bir limanda bıraktığım ve perişan bir halde düşiindüğüm zaman, yanıma yaklaşıp bana:

—   Zevk -demişti-, en uçucu şeydir. En hurdebini delikten kaçan bir gazdır. Onun için değil midir ki, zevki mütemadiyen değiştirmek lâzımdır. Fakat her değiştirişin sonundaki bu melale, hüzne, ıztıraba tahammül edilir mi'? Evlâdım, yegane saadet Allahtır.

Sonra karanlıktan ve kimsesizlikten beklediğim teselliyi bir papazdan aldığım için, kızardım.

Fakat geceydi. Kocaman gökler ve yıldızlar vardı. Seren mütemadiyen parlak bir yıldızı gösteriyordu. Samanyolu berrak ve şeffaftı. Gözlerimi göğe kaldırdım. Boşluğun içine saklanmış, düşüne düşüne yarattığım Allaha güvenerek gözlerimi kapamış ve o gece, «Tadla» nın güvertesinde müsterih bir çocuk uykusuyle uyumuştum.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 02 Mart 2018, 13:09:30 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#307: 03 Mart 2018, 20:58:32
Yelkencilerin bilmesi gereken rüzgar tanrıları

Rüzgarlar belki de denizden daha elzemdir yelkenciler için, zira olmasalardı deniz üzerinde bir kütükten fazlasına da ihtiyaç olmazdı.

Yunan mitolojisinde tüm rüzgarların tanrısı Aeolus‘tu, belki hala öyledir kimbilir…Deniz tanrısı Poseidon’un oğlu olan Aeolus diğer adıyla Astraeus, tüm rüzgarlara hükmederdi ve tüm rüzgarları mistik bir ada olan Aeolia’daki mağaralarda tutardı. Mağaraları şekillendiren rüzgarlar olduğuna göre mağaralarda rüzgarları tutmak oldukça manalı olsa gerek.

Boreas (Kuzey Rüzgarı)


Sakallı, kanatlı yaşlı bir adam olarak tasvir edilen Boreas Kuzeyden soğuk rüzgarları getiren Yunan tanrısı. Yabancı dillere  “Poyraz” olarak geçen Boreas (kuzey,kuzeybatı), batı dillerinde “Bora” adıyla  Türkçe’de ise “Poyraz” olarak bilinmekte.  İkiz erkek çocuk bekleyen yelkenciler için Poyraz ve Bora isimleri belki ilgi çekici olabilir bu haliyle… Boreas’ın İstanbul Boğazı’nda mağarası olduğu ve poyrazlı günlerde mağarasını terk ederek estiği söylenir.

Mağarasının İstanbul Boğazında olmasına şaşmamak gerek, ne de olsa İstanbul için hâkim rüzgâr kuzeydoğu’dur ve yaz sıcağını hafifletir bu yüzden  “lodos cehennemden, poyraz cennetten gelirmiş” denir.

Eurus (Doğu Rüzgarı)


Roma mitolojisine Vulturnus adıyla geçen Eurus, doğudan eser,  ılık hava ve yağış getirir. Bizde Gündoğusu adı verilen rüzgar soğuk ve kuru eser. Nedense Doğu rüzgarları pek sevilmez hatta Chris De Burg Doğu rüzgarı adlı şakısında der ki:

Eastern Wind (Doğu Rüzgarı)

Well my furrows are filled with corn,
I have my woman to keep me warm,
But there’s one thing that I do fear,
That eastern wind is getting near…
Sabanımın şeritleri mısırla dolu
Beni ısıtan kadınım yanımda
Fakat tek korktuğum
Yaklaşan doğu rüzgarları

Notus ( Güney ya da Güneybatı Rüzgarı)


Bizdeki adıyla Lodos.  İstanbul’un ikinci hâkim rüzgâr yönüdür güneybatı. Lodos sıcaklığın yükselmesine sebep olur ve balıkları sersemleştirip kolay yakalanmalarına neden olur.  Sadece balıkları değil açgözlülüklerinden balıkların soyunu kurutan balıkçıları da sersemleştirse gerek…

Zephyrus (Batı Rüzgarı)


Batıdan doğuya doğru esen yumuşak bir rüzgar olarak Batılıların en sevdiği rüzgarın tanrısı Zephyrus. Denizcilere yardım eder. Bir çok mitolojik öyküde yer alır. Hyacinthus adındaki bir ölümlüye aşık olur ve aynı kişiye aşık olan Apollon’dan kıskanır ve Hyacinthus’un ölümüne sabep olur. Hyacinthus’un öldüğü yerde sümbül biter ve sümbül bugün hala Anadolu’da aşkın sembolü; beyaz sümbül sadakatı temsil eder, mor sümbül de aşkı…

Belki bu tanrılar hala içimizdeler,

keyiflerince rüzgar üflüyorlar

belki de külliyen hikayeler

Ama  hikayeden kim ölmüş ki:)



Marina Kedisi.com'dan alıntıdır
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: KAYIKEVİ
#308: 03 Mart 2018, 23:22:06
Öbür yaka nasıl söylüyor ?

  • IP logged
« Son Düzenleme: 03 Mart 2018, 23:25:31 Gönderen: Cem Gür »
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#309: 21 Mart 2018, 12:48:17
Tüm Ülkelerden Bağımsız Ve Tamamen Özgür Düşünceyi Savunan Dünyanın İlk Su Üstü Ülkesi Kuruluyor

Seasteading Enstitüsü, iki yıl içinde yepyeni bir ülke inşa etmeye başlayacağını açıkladı. İleride düşünce özgürlüğünü savunan binlerce insanın deniz yoluyla taşınan buna benzer ülkelerde yaşamak isteyeceğini düşünmekteler.

Seastanding Enstitüsü, 2019 yılında, deniz yoluyla taşınan bir platform üzerine dev bir şehir kurmayı planlıyor.


Adanın nasıl inşa edileceğine dair ufak bir görüntü

Bu konuda atılan adımlar sadece sözde değil ve oldukça ciddi. ABD’li şirket, PayPal’ın kurucularından Peter Thiel’in öncülüğünde, Fransız Polinezyası hükümeti ile bir antlaşma imzaladı. Buna göre 2019 yılında Fransız Polinezyası açıklarına yeni bir yüzen ülkenin temelleri atılmaya başlanacak. Seasteading Enstitüsü başkanı Joe Quirk, binlerce yüzen ülkenin kendi kurallarını belirleyeceğini ve beceriksiz patronlardan, boş politikacılardan ve bürokratlardan özgür olarak yaşamak isteyen insanlar tarafından doldurulacağını  ve 2050 yılına kadar buna benzer yüzen deniz ülkelerinin çok daha fazla yaygınlaşacağını düşünüyor.



Jon Quirk, New York Times’a yaptığı açıklamada “Dünya genelinde hükümetlerinin yönetim şeklinden memnun olmayan ve topluma yüksek katkı sağlayabileceği halde potansiyelinin altında kalan yüzbinlerce insan var. Bu insanların kendi gibi düşünen insanlarla yaşama isteğinden daha doğal birşey olamaz.” diyor.



Seasteading Enstitüsündeki inşaat uzmanları, “denizde yüzen, kalıcı, yenilikçi ve doğayla bütünleşik yüzen şehirleri mükemmel bir biçimde dizayn edebilmek için tam beş yıl harcadılar. Bu konuda Fransız Polinezyasının seçilmesinin altında ise oldukça realist bir sebep yatıyor. Fransız Polinezyasını oluşturan 118 ada küresel ısınma sebebiyle yükselen deniz seviyesinin altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Fransız Polinezyasınla anlaşan Seasteading Enstitüsü şuan planın ekonomik, çevresel ve yasal etkileri ile ilgili daha ayrıntılı araştırmalar yapmaka.



Enstitünün yönetici direktörü Randolph Hencken;” Toplumsal seçim ile ilgileniyoruz ve daha önceden denenmeyen şeyleri deneyebileceğimiz ve özgür olabileceğimiz bir lokasyona sahip olacağız. Korunaklı sular arıyoruz, açık okyanusa açılmak istemiyoruz- teknolojik olarak bu durum şuanda mümkün görünse bile ekonomik olarak çok zorlayıcı olacağından ilk etaptaki şehirleri sığ sulara kuracağız.” şeklinde durumu özetliyor.



Yani ilk yüzen şehirler muhtemelen korunakları ve sığ sularda kurulacak. Hencken şöyle devam ediyor; “Eğer resif bir kopmanın arkasında durursak, bu suların üstünde yüzebilecek platformları sanılandan çok daha makul fiyatlara tasarlayabiliriz.”



Randolph bu güvenli projenin tüm insanlık için yeni bir umut ışığı olduğu gibi, ilk etapta Fransız Polinezyası gibi küresel ısınma sebebiyle sular altında kalma tehlikesi ile karşı karşıya olan küçük bir ülkeye de fayda sağlayacağını ekliyor ve kısa vadede ülkenin turizmine yeni bir soluk getireceğini söylüyor.


Ebru Kabacık/Filoloji
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#310: 01 Nisan 2018, 12:43:10
Ksanthos'un Hikayesi - Ateşle Dejavu

Tan kızıldı daha. Uykudaki şehrimin taş sokaklarını adımlıyordum koşar gibi. Ufuklar ağarmaktaydı usulca. Gittikçe artan ve her adımda zorlaşan soluklarım kesilecek gibiydi. Sahile varmak üzere çıkmıştım evden kimseyi uyandırmadan. Korktuğumun başıma gelmesinden korkarak yürüyordum kıyıya doğru hızla. Sabahın sakinliğinde yavaşça akan Ksanthos çayı gibi ben de akıyordum kıyıya doğru. Uzunca süredir biriken kötülük gökte karanlık dev bir bulut olmuş kımıldamadan duruyordu. Ufuklardan gelen kızıllar buluta vuruyor, kızıl bir karanlık şehri yakıyor gibi yansıyordu taş sokaklara, duvarlara…

İçimde çıkmak üzere olan yangının kıvılcımları üzerimdeki bu kara bulutun içerisindeydi sanki. Ve ben masumca uyuyan karım, oğlum ve kızımın yüzlerini görür gibi taşların gölgelerinde, kıyıya ulaşmaya çalışıyordum erken bir sabah vakti. Bir taraftan bir an önce varmayı istiyor, öte yandan olası göreceklerimi asla görmek istemiyordum.

Dün nehir kenarında kamp yerindeki o uğursuz konuşmaya tanık olan belki de tek kişiydim. Eğer doğruysa bir felaketin başlangıcını görmeye gidiyordum sabahın bu soğuk saatinde, karanlıklar içindeki sahile. Ve kimsenin olacaklardan haberi yokken henüz.

Roma’dan gelen bu adamı hiç birimiz sevememiştik. Bir asi, başkaldıran bir komutandı. Sezar’a kumpası kuran, onu arkadan hançerleyen bir haindi o. İmparatorluğu karıştırmış, ardından kaçarak şehrimize, Likya’nın başkentine ayak basmıştı. Onun o sefil amacı bizim sonumuz olacaktı. Likya topraklarından kendine bir ordu ve servet çıkarmaya çabalıyordu Roma’ya baş kaldırmak için. Beraberindeki askerleri ile kamp kurduğu Ksanthos nehri kıyısında, geceleri bizi felakete sürükleyecek planlarını yapar, karanlık varlığını üzerimizde an be an hissettirirdi.
Erk ve şan peşine düşmüş bir iblisti adeta. Vatanımızı ve evlatlarımızı harcayarak hem de. Likya’nın koca başkentinde bir şeytan dolaşmaktaydı artık. Hem de fütursuz isteklerle. Koca Likya baş eğer miydi oysa? Bilmiyordu bizi, geçmişimizi, yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı…

Nereden bilebilirdim bu kara trajedinin, bu büyük felaketin benim başıma da geleceğini? Acı ve kederle öğrendiğimiz 500 yıl önce yaşananları, kuşaktan kuşağa elem ve üzüntü ile aktarılanları.
Çocuktum ilk dinlediğimde. Uzak bir öykü, bir masal gibiydi benim için. Atalarımın maruz kaldığı korkunç bir olay. Üzerinden yüzlerce yıl akıp gitmiş, zihinlerimizde kabullenemediğimiz bir kötü hatıra olarak yer etmişti. Biraz hayretle, biraz gururla ama çokça elemle ve derin acılarla öğrendiğimiz şeylerin bazen nasıl olabildiğine şaşardım. Perslerin buralara ilk varışlarında olan biteni, Pers Kralı Sarpedon’un atalarıma yaptıklarını asla unutmamıştık.

Ardından Atina ile, Sparta ve Rodos’la girişilen mücadeleyi, Dorlarla boğazlaşmayı. Hepsinin üstesinden gelmiştik. Ama şimdi karşımıza dikilen Koca Romanın askerleriydi. Akdeniz’i alevlere atan, her yeri ezip geçen o büyük güç üstümüze çullanmaya gelmişti bu sabah.

Son tepeyi de aşıp düzlüğe çıkınca içime dolan korkuyu anlatamam.
Görünen manzara kapısı açılmamış cehennemin uykudaki haliydi. Denizin üzeri biraz sonra ölüm kusacak savaş gemileri ile doluydu. Zalim Kartaca donanmasını Sicilya’da yakıp yıkan o kara Roma donanmasının tamamı karşımdaydı işte. Hiçbiri kımıldamıyor, hareket dahi etmiyordu. İçlerinde ne bir ışık ne bir nefes. Ama aynı zamanda ne bir insaf ne de bir vicdan… Birbirine beşer onar metre ara ile kıpırdamadan duran onlarca katil. İçlerinde buraları yutmayı bekleyen uyuyan sinsi düşman.

Buradan bakınca bu kıpırdamadan duran onca gemiye, Ksanthos’tan hızlı aktı kanım damarlarımdan. Roma ordusunun denizden gelenleri ülkeme ulaşmış, sahillerine demir atmış, şafağın sökmesini beklemekteydi. Bizi buralardan söküp atmak için şafağın sökmesini bekliyorlardı. Nefes nefese kalmış bir halde bu ölüm havasını soluyordum içime.

Deniz sanki taş olmuş öylesine çaresiz duruyordu. Ne rüzgar, ne ses, ne bir hareket vardı. Birazdan olacakları biliyor gibi mateme bürünmüştü Ksanthos. O tepeden denizin üzerindeki bu Azraillere ne kadar bakakaldığımı anımsamıyorum. Sonra aniden koşmaya ve koşarken de her yanından geçtiğim evin kapılarına vurarak, bağırarak uyandırmaya çalıştım arkadaşlarımı, dostlarımı. Ksanthosluları.

Kızıl bir karanlığın içerisinde ölümle burun buruna olduğumuzu haykırarak yollardan evime doğru koşarak gidiyordum bu kez o sabah…

500 sene evvel yuvamız, yurdumuz koca Ege’yi istilaya gelen Persler, Harpagos’un cellatları saldırmış, koca Ksanthos’u yerle bir etmişlerdi. Çok uzun süre savaşmıştı atalarım. Kaybedeceklerini anladıklarında ise tüm sevdiklerini şehrin büyük kalesine topluca sokup ateşe vermişler, ardından son savaşçı kalana dek çarpışmışlardı Perslerle. Tamamı yok edilmiş, şehir düşmüştü. Persler Ege’nin halklarını açtıkları onarılmaz yaralar ve geriye döndürülmez kayıplarla perişan etmişlerdi. Ama bu çok önceleri diye düşünüyor ve herkesi uyandırmayı başararak yollardan koşmaya devam ediyordum. Aklım inliyor, olanlara inanamayarak arşınlıyordum loş sokakları. Uyananlar zaten az çok beklenilen sonun bu sabah kapıyı çaldığını anlayarak kaygılara düşüyor ve umutsuzca hazırlanıyorlardı çarpışmaya.

Aynı akıbeti yaşayacak olamazdık. Benzer bir son bizi mi bekliyordu yoksa? Buna inanmak öyle zordu ki? Eve vardığımda o hain günün ilk ışıkları bahçemizdeki incir ağacına vurmaya yeni başlamıştı. Şehir ayaklanmış olanı biteni kavramıştı. Oğlumun odasına daldım önce. Henüz adımı söyleyebilen, beni gördüğünde kucağımdan inmeyen oğlum mahsunca uyuyordu yatağında. Kızımın yanına gittim sonra. Odasında kıvrılmış öylece duruyordu. Birden arkamda kadınımı gördüm. Konuşmadan bir süre bakıştık sadece. Onları güvenli bir yere saklayıp, savaşmalıydım bir an önce. Evlatlarımı kadınıma, onu da tanrıya emanet ettim. Ve o uğursuz günün sabahı evimden ikinci kez çıktım. 500 yıl önce yaşananı yaşamamak, evlatlarıma yaşatmamak için. Atalarımın rahatsız ruhlarını utandırmamak, yenik ve boynu bükük tarihimizin kaderini tersine çevirmek için. Güç ve talan için yaşayanlara, özgürlük ve onuru öğretmek için. Ufuktaki kızıllığa ve tepemdeki karanlığa bakıp kılıcımı kinine sokup, aileme son kez bakıp tarihi tersine döndürmeye yola çıktım o sabah. 500 yıl önce Perslerin yaptıklarına 500 yıl sonra Romalıların yapmasına izin vermemek, aynı kaderi bir daha yaşamamak için…

  • IP logged
« Son Düzenleme: 01 Nisan 2018, 12:44:55 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#311: 01 Nisan 2018, 12:43:58
Devamı;


Agoraya vardığımda savaşçıların hepsinin toplandığını gördüm. Henüz güneş kendini göstermeden mevzilere ulaşıp, savaş düzeni almalıydık.

Ksanthos (Eşen) nehri Sidyma, Pınara ve Letoon gibi bizim şehrimizin de tam kalbinden geçip gidiyordu. Nehrin kuzey tarafına geçmelerine müsaade etmemeli, gemilerinde, olmadı sahile çıktıkları yerde durdurmalıydık Romalıları. Onları buraya çeken adam, Brütüs ise yanındakilerle beraber kamp kurdukları yerde uyumaktaydı muhtemelen.

Sayımız azdı ve gafil avlanmıştık. Buraya ölüm kusmaya gelen Roma ya karşı koymak halkımızı ve şehrimizi savunmak zorundaydık. Mevzilere ulaştık. Sessiz ve donuk bakışlarla denizin üzerini kaplayan onlarca gemiye bakıyor ve öylece bekliyorduk olacakları.

Alacakaranlık daha dağılmamışken Romalılar başladılar yağmur gibi yağmaya sahile. Tepelerinde çocuklarımızla yiyip içtiğimiz, denizleri seyre daldığımız, her birimizin anılarında güzel şeyler olan bu sahiller şimdi bize ölüm getirenlerin istilası altındaydı işte. Göz açıp kapayan kadar yanımızda bittiler. Her biri bir cellatmışçasına yüklendi üzerimize. Öyle fazla ve gaddardılar ki, vahşi bir savaş içinde bulduk kendimizi. Yine de alt olmadık önceleri. Sparta savaşçılarından az kalmadık Romalılar karşısında. Geçemediler mevzileri. Geleni indiriyor, safları yardırmıyorduk. Ortalık iyiden kızışmış, kılıçlardan çıkan çelik sesleri tüm şehri doldurmuştu. Şehirde bizden başka dayanacakları olmayan binlerce kadın ve evlatlarımız uzaklarda bizim için dua ediyor olmalılardı. Aklımızdan onları hiç çıkarmadan, var gücümüzle karşı koyuyorduk dalga dalga gelen Azraillere. Yıkılanın yerini hemen yeni bir Roma askeri alıyor, hiç azalmıyor hiç bitmiyor gibi geliyorlardı bulunduğumuz tepelere. Saatlerce dövüştük bu can alıcılarla.

Güneş tepeye vardığında bizi alt edemeyeceklerini anlamışlardı. Kısa bir süre duraksadılar. Ve arkasından yavaşça geriye çekildiler. Biraz nefes almıştık ki nehrin ağzına, biraz daha güneye yöneldiklerini gördük dehşet içinde. Orada ona bağlı kuvvetleri ile Brütüs vardı. Aylardır halkımızı arkasına almak, birlikte olmak için dil döken Brütüs. Ona hiç güvenmiyordum. Bize yardım etmeyeceğinden emindim. Tüm kuvvetimizle nehir ağzına doğru akmaya başladık. Nehrin bu tarafına geçerlerse her şey bitecekti. Tek şansımız biz varana dek Brütüs ve adamlarının direnmesiydi. Bizi yanına katarak alt etmeyi planladığı Romaya karşı biz ona yardıma gelene dek direnmesiydi umudumuz

Nehre yaklaştığımızda Romalıların nehri geçtiğini gördük. Brütüs ne direnmiş ne de karşı koymuştu. Yapayalnızdık artık. Arkamızı yaslayıp savunabileceğimiz bir mevzimiz de yoktu. Açık alanda tarifsiz bir kıyıma uğradık. Arkadaşlarım birer birer düşüyordu. Sayımız azalıyor, savunma direncimiz kırılıyordu. Geriye çekilmek ve saklanmak zorunda kalana dek vuruştuk. Gün bitmek üzereyken de zorla geri çekildik. Yarımızdan çoğu yok edilmiş, geri kalanımız da bitap düşmüş haldeydi. Brütüs ortalarda görünmüyordu. Şehir Romanın eline geçmiş gibiydi. Ama son bir saldırı daha yapacaklarını ve geride kalanlarımızı da kılıçlarının altında yok edeceklerini hepimiz biliyorduk. Gece çöktüğünde kadın ve çocuklarımızın olduğu yere ulaştık. Halimizi gördüklerinde sarsılıp olduklara yere yığıldılar. Bu gece son gecemizdi biliyorduk. Ya korkakça kaçacak ve Romalıların bizi buluncaya dek kovalanacaktık. Ya da…


O kara bulut daha da kararmış, yerinden hiç kıpırdamadan tam Ksanthosun üzerinde asılı kalmıştı. Gecenin zifirinde yerimizi bulmasınlar diye ateş de yakamadan bir arada hiç konuşmadan duruyorduk. Evlatlarıma sarılmış, başını omzuma koyan eşimin yanında yarın olabilecekleri düşünüp çaresizce duruyordum. Savaşırsak bu kadar üstün sayı güçleri ile erkekleri yok edecek, ardından kadınlarımızın ırzına geçecek ve çocuklarımızı köle edeceklerdi. Bunların olmasına mani olacak bir yol bulmalıydık.

Dağlardaki kanyonlara saklayabilirdik kadınlarımızı, çocuklarımızı. Öncüler kanyon tarafının Brütüs’ün kuvvetlerince kesildiğini ve arkamızın da çevrildiğini söylediler.O gece Brütüs bizi arkamızdan vurmuş, Sezar gibi bizi de düşmeye mahkum etmişti sonunda.
Roma çemberinin ortasında kapandaki aslan misali kaldık öylece.
Karanlık bastığında yanan ateşlerin aydınlattığı Ksanthos semalarının rehberliğinde sessiz ve yavaşça yürüdük taş yollardan kaleye. Her adımda ıstırap, her adımda acı çeke çeke. Durup ardımıza baka baka yürüdük ağır ağır kaleye. Yüz yıllar evvel yaşananların hatıraları zihnimizde dolanıp dura dura arşınladık taşlı yolu. Koca bir ağ içinde tuzağa düşmüş balıklar gibi çırpına çırpına adımladık yamaçlardaki bu uzun yolu. Ksanthos ovasından yükselen sarı kızıl alevler yüzümüze vura vura tepemizdeki kara bulutlar peşi sıra geçip gittik son kez bu taş yolu sırtımızda ölümün fısıldayan hain sesleri ile.

Artık koca şehirde tek kişi kalmamış, hepimiz kaleye sığınmıştık.
Sabah olunca ben ve diğer savaşçılar Hadesin şom karanlıklarına kavuşana dek vuruşacaktık Romayla.

Ama önce yapmamız gereken son bir şey vardı.

Sadece yüreklerinde söndürülemez özgürlük alevini taşıyanlar, bağımsızlık tutkusunu yaşama arzusundan üstün tutanlar yapabilirdi bunu.
Sadece güneşten sıcak, lavlardan kor bir yüreğe ve onura sahip olanların becerebileceği bir şey.
Tartaros’tan ( cehennemler diyarı ) korkmayan, ruhlarının yeniden buluşacağına inanan cesur insanların yapacağı bir şey.
Boyun eğmeyi tüm tarihleri boyunca reddedenlerin kabullenebileceği…
Ve asla alt edilemeyecek olanların altından kalkabileceği bir şey.

Kaleyi ateşe verdiğimizde kadınlarımızın evlatlarımıza sarıldıklarını ve gözlerimizin içine ateşler gibi baktıklarını gördük biz Ksanthosun çocukları. Kadınlarımızın gözlerinden boşalan yaşlar, etraflarını saran alevleri de içimizdeki yangını da söndüremeden akıp gittiler.
Çocuklarımızın feryatları kaleden yükselen alevlerden de sıcak yakıp kül etti varlığımızı. Alevler turuncuya çalınıp haykırışlar arttığında, biz geride kalan Likyanın askerleri, gökleri dolduran feryat ve naralarla akmaya başladık kül olan kayıplarımızın kabullenilmeyen acısı ile beraber aşağılara. Gücümüz İda kadar, yüreğimiz Ege kadar oldu delicesine koşarken koca nehir Ksanthosun koynuna.

Sonra ne zaman bittik Romanın şeytanlarının yanında, kaçının canını aldık oracıkta ellerimizdeki koca labrislerle ( iki ucu da keskin Anadolu baltası) hatırlamıyorum. Savaş alanı yapraklar gibi yerlere düşen, canlarını almakla kalmayıp ruhlarını dahi paramparça ettiğimiz Roma askerleri ile dolup taştı. Kaleden yükselen alevler göklere çıktıkça bir umut günlerdir asılı duran karanlık bulutun yağmur olup yağmasıydı içimizde. Yağıp kaledeki ateşi bastırması…
Yağmadı. Yukarıdan felaketimizi seyretti, kıpırdamadan.

Kaledeki sesler ve alevler söndüğünde, yayılan dumanın içinde, o gün o son saatlerimizde, sevdiğimiz canlarımıza başka bir yerde kavuşmaya gitmeden hemen önce yüzlerce iblisi yere çaldık biz Ksanthosun askerleri.

Onurunu ve özgürlüğünü kaybetmeden, kaybettiğimiz o son savaşta…

İnsan bedenini pislik olarak gören ve ondan kurtulmak gerektiğini söyleyen Sokrates’in Atinalılarının, Egede emperyal olmaya çalışan tarihin ilk kölecilerinden biri olan Spartalıların, Akdeniz’e kan kusturan istilacı Perslerin ve ata yurdu ezmeye gelen gaddar Romanın karşısında belki 4000 yıldır hep Anadolu oldu.

Troya’yı istila etmeye yola çıkacak olan Akha gemilerini engelleyen Karayel dursun diye Agamemnon kızı İphigeneia’nın tanrılara kurban etmek için boğazını keserken, Ay ve güneş tutulmasını hesaplayan Thales’in büyük dedeleri Anadolu’da yaşıyordu.
Pers imparatoru Siyaksares ile Lidya kralı Alyattesin orduları savaşırken Thales güneş tutulacak demiş ve dediği gün güneş tutulunca savaş sona ermiş ve barış olmuştu. Barıştıranlar da Kilikyalı Siyennesis işe Babilli Labinetus du. Anadolu’nun birlik ikliminin başlangıcıydı bu belki de.

Atina filozofları aklı ve bilimi küçük görüp icatları reddederken, Anadolu uygarlık yaratma peşine çoktan düşmüştü bile. Kahinler ve Büyücülerle devlet idare eden ve ettiren Atina ve Spartanın karşısında tarihi yazan Bodrumlu Heredot, geometrinin üstadı Thales ve destanlar sahibi İzmirli Homeros vardı.

Tıbbı, matematiği günlük hayata uygulamayı reddeden ve bunu bir aşağılama sayan Pluton ve Aristotalese inat Anadolu topraklarının evlatları Miletoslu Leucippos atomu tarifliyor ve “madde hem akar hem canlıdır” diyor, Pitagoras ve Hekateos maddenin üç halinden dem vuruyor, Demokritos, İyonya başta Anadolu çocuklarının hür düşüncesinden bahsediyordu. Anaksimandros, Anaksimenes gibi fen ile uğraşanların karşısına, Sokrates gibi, Pluton gibi tanrılara karşı çıkanı ölümle cezalandıran bir çürük filozofi akımla çıkıyordu Atina.

Grek ( eski çağda İtalya’da bir kavimin adı) oligarklar ne alet ne de makine olsun istiyordu. Kölelik düzeni devam etmeli, biraz kafasını kaldıranı önce filozofların çoğu uyuyanı uyutmaya dönük kocaman boş lafları ile uyutmalı, olmazsa tanrılara hakaretten kafası uçurulmalıydı. Batının yere göğe koyamadığı yüce! Sokrates Oligarkların has adamıydı o zamanlar.

Atinalılar dışındaki her ırkı ve insanı ikinci sınıf ve köle sayan bir zihniyet, insanlığın yükselmesini yüzlerce yıl geciktirmiştir. Bu yüzden ayı ve güneşi tanrı değil de kütleye sahip birer madde sayan İyonyalı Anaksagorası idama mahkum etti Helenler. Anadolulu Sinoplu Diogenes Atinada gündüz vakti fenerle neden adam aradı sanıyorsunuz ?

Akdeniz’in her tarafı Atina ve Spartanın klerukları ( ufak sömürgeleri ) ile doluydu. Buna bir tek Anadolu direnmişti. Atinalı Helenler Anadolu’ya ancak Persler geldiğinde, Sparta ve Perslerin katılımı ile oluşturdukları şeytan üçgeni sayesinde girebilmişlerdi.

Atina ve Sparta kentlerinde halk hacetlerini ulu orta sokaklarda giderip, lağımlar caddelerden gürül gürül akar ve millet hastalıktan kırılırken ve bu hastalıkları tanrılar gönderdi diye bakire kızlar kurban edilirken Olimposlu tanrılara, Miletoslu Hippodamos urbanizmi ( şehircilik ) Anadolu kentlerinde hayata geçiriyordu. İlk yer altı kanalizasyon şebekesi ve şehir planlamaları Bergama gibi Anadolu kentlerindedir. Bugün Anadolu’nun ne yanını kazsanız antik evler, yapılar bulursunuz. Oysa Atina’da tek bir ev bile yoktur o dönemlerden kalan. Ahali Megaron
( mağara ) dedikleri yerlerde yaşamaktaydı çünkü.

Anadolu’nun çocukları İyonlar kendilerini hiçbir zaman Filozof demediler.
Filozof helence ( Filo-zofos ) hikmet sever yani adeta bulutlar üzerinde lir eşliğinde yer yüzündeki zavallı insanlara boş konuşmalar ile sanal moral pompalayan ve metafizik inciler döken insan üstü varlıklar demektir.
Oysa Anadolu düşünürleri kendilerine Fusiologos diyorlardı. Yani doğa bilimcileri. ( Fusis: doğa ve logos: bilgi). Kelimelerin telaffuz benzerliği çok yakın olduğundan günümüzde topuna Filozof deyip geçiyoruz ne yazık ki.

Anadolu önce büyü ve sonra da din çağını yavaşça aşmaya başlayıp fen çağına doğru pupa yelken giderken, Egenin öte yanı hala Olimpos’daki görünmez tanrılarla meşguldü. Hikayelerinde bin bir entrika, insanları hor görme ve sınırsız şatafat ve büyük bir acımasızlık olan garip tanrılarla.

Ya Sparta? Atina’dan farklımıydı Sparta? Savaşta yendikleri Massenyalıların tamamını helot ( köle ) yapan ve belli aralıklarla nüfusları çoğalınca binlercesini sebepsiz öldüren hunhar Sparta, Helen emperyalizmi ile yarışıyordu. Bu yolda Perslerle işbirliği yapacak kadar da gözü dönmüştü.

Ne dilleri, ne akılları, ne yaşamları Atina’ya benzemeyen Anadolu şehirleri Miletos, Bergama,Efes, Halikarnossos, Ddyma, Troya ve bu toprakların hükümranları Girit, İyonya, Lidya, Minoen, Frigya ve Likya asla Helen olmadılar, değillerdi.
Ama Batı, bu müthiş Anadolu uygarlık karışımını dünyaya Helen diye yutturdu durdu.

 

Velhasıl Atina günümüz Hristiyan inancının hamuru sayılan gövdenin ruhun hapishanesi olduğunu ve dünyevi zevklerle ve akılla uğraşmanın düşük bir şey olduğunu esas olanın ruhun bu pis bedenden ayrılıp tanrılara ulaşmasını olduğunu söylerken, Anadolu’daki atalarımız geometrinin, biyolojinin ve matematiğin peşindeydiler. Efes tapınağı gibi mimarinin yanındaydılar. Görüşleri yüzünden ne idam edilen vardı ne ayıplanan.

Ama batı bugün Hititlerden, Lidya uygarlığından, Likyalılardan, Bilge İyonya’dan ya da sonraları bu uygarlıklara katkı yapmış olan Selçuklulardan değil Atina’dan yana tavır takınır. Ve Anadolu’ya ait ne varsa tamamını Helen’e bağlar aklı sıra. Geriye kalan ufak tefek şeyleri de küçümser durur. Oysa tarih böyle yazmaz.Ksanthos bu tarihin trajik ufak bir parçasıdır.
Saldırgan Helen’e, Roma’ya, Sparta’ya karşı koyan, Persleri geri püskürten Anadolu’nun dev tarihi. Büyük Heredot’un yazdığı gibi.

Bu büyük Anadolu karışımında Kıpçak, Peçenek, Hazar, Oğuz, Kayı, Selçuk, Osmanlı derken yerini alan ve yüzlerce yıldan beri Anadolu çocuklarına karışan biz Türkler ne yazık ki Anadolu uygarlıklarına sahip çıkmayıp, öteki muamelesi yapınca Batı üzerine atlayıp Helen’e yamayıverdi işte.

Oysa kimimiz İyon kimimiz Likyalı, kimimiz Hitit kimimiz Oğuzuz sonuçta. Sümerlerden başlayan ve Mezopotamya’dan yola çıkan bu muhteşem karışım bir kültür ve coğrafya çorbası olmuş bize sunulmuş adeta.

Bu karışımın adı Anadolu’dur. Bizler öylesine karışmışız ki hepimiz Anadolu’nun evlatları olmuşuz. Bu muhteşem kültürü ve mirası elimizin tersi ile itmenin manası ne? Homeros’un yazdıklarını okuyup anlayabilen ne Grek ne Helen ne de Spartalı vardı ? Çünkü o İyonca yazmıştı.
Öz be öz Anadolu lisanı.
Belki de atalarımdan bazılarının konuşup anladığı o İyoncaya ben değil de Atinalı mı sahip çıkacak? İzmirli Homeros’a ben değil de Yunan mı kucak açacak? Fezayla uğraşan aritmetikle boğuşan Thales bizden değil de onlardan mı?
M.Ö 1200 deki Troya savaşında, MÖ.42 de Ksanthosda ve MS. 1920 lerde ki Kurtuluş savaşında olan aslında hep aynı şeydir.
Atina – Anadolu kapışması.
Bir tarafta Zeus ve Hera’nın öteki yanda Apollon’un, Kybele’nin evlatları.
Anadoluda anaların anası diye bilinen ve anaerkil Anadolu halklarının baş tanrıçası Kybele nin bir kutsal heykeli günün birinde Kutsal mekan Kabeye de götürülünce o gün bu gün kendini Müslüman sayan ve yazık ki artık ataerkil toplumların içinde yaşamak zorunda kalan insanlar namaz kılarken Kıbleye ( Kybele’ye ) dönerler de bilmezler hiç.
Bu gün Atina’nın hemen arkasına bakarsanız orada Batıyı görürsünüz. Anadolu ise neredeyse 10,000 yıldır iç içe geçmiş dev uygarlıklar ve türlü çeşit kavimlerle bir koca yurttur bize işte.
Mezapotamya’nın torunları, Troya’nın evlatları, Anadolu’nun çocuklarıyız biz.



Cenk Şahin
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#312: 13 Nisan 2018, 00:29:06
Orhan Veli 104. yılında


Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş
Mavilerde sefer etmek!
Bir sahilden çözülüp gitmek
Düşünceler gibi başıboş.
Açsam rüzgara yelkenimi;
Dolaşsam ben de deniz deniz
Ve bir sabah vakti, kimsesiz
Bir limanda bulsam kendimi.
Bir limanda, büyük ve beyaz...
Mercan adalarda bir liman..
   
Beyaz bulutların ardından
Gelse altın ışıklı bir yaz.
Doldursa içimi orada
Baygın kokusu iğdelerin.
Bilmese tadını kederin
Bu her alemden uzak ada.
Konsa rüya dolu köşkümün
Çiçekli dalına serçeler.
Renklerle çözülse geceler,
Nar bahçelerinde geçse gün.
   
Her gün aheste mavnaların
Görsem açıktan geçişini
Ve her akşam dizilişini
Ufukta mermer adaların.
Ne hoş. ey Tanrım, ne hoş,
İller, göller, kıtalar aşmak.
Ne hoş deniz deniz dolaşmak
Düşünceler gibi başıboş.
Versem kendimi bütün bütün
Bir yelkenli olup engine;
Kansam bir an güzelliğine
Kuşlar gibi serseri ömrün.
 
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1159
    • KUTUP YILDIZI
Ynt: KAYIKEVİ
#313: 13 Nisan 2018, 00:57:57
Bu kadar olur Kaan,
Telekanizi mi deniyor böylesi durumlara.

Senden beş dakka önce Orhan veli 104 yaşında demişim.

Senin gibi değerli bir araştırmacı/paylaşımcıya beş dakka haber atlattım  bu keyf bana yeter. 0/_/ 0/_/
Demek ki gönüller, düşler bir imiş.
Var olasın paylaşımınla.
  • IP logged
ВЛАДА / TEOS

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#314: 15 Nisan 2018, 22:56:56
DENİZLERİN KANUNU: DENİZCİ YASALARI



Antik çağlardan beri deniz ticaretinden önemli bir gelir sağlayan tüccarlar, elde ettikleri kârın belli bir oranını vermek şartıyla gemi sahibi kaptanlarla el sıkışarak anlaşıyorlardı. Çoğunlukla tüccarların da katıldıkları bu seferlerin sonunda ödemeyi alan kaptanlar, geminin masraflarını ve kendi paylarını düştükten sonra kalan parayı mürettebat arasında paylaştırırlardı. Bu durum ortaçağa kadar bu şekilde devam etti.

Yelken çağına gelindiğinde gemi inşa tekniklerinde yaşanan gelişmeler artık okyanus ötesi yolculuklar yapabilen daha büyük gemilerin inşa edilmesine neden olmuştu. Yeni keşiflerin yapılması ve yeni gemilerin inşası, yolculuk sürelerinin uzaması ve mürettebat sayısının artması anlamına geliyordu; ancak aylar boyunca süren uzun seferler sırasında denizciler arasında düzeni ve disiplini sağlamak büyük bir sorundu.

O devirlerde boylam bilinmediği için gemiler mevkiilerini de belirleyemiyorlardı ve bu durum yolculuk sürelerini daha da uzatıyordu; ayrıca yeni bulunan ticaret yolları da pek çok tehlikeyle doluydu. Aniden çıkan bir fırtınada gemi kayalıklara çarpıp batabilir veya salgın hastalık sonucu mürettebatın büyük bir bölümü ölebilirdi. Kısacası denizin kendine özgü değişmez kuralları vardı ve hatayı asla kabul etmezdi, dolayısıyla denizde seyir güvenliğini sağlamak için de bir takım kurallara ihtiyaç vardı. Yeni ticaret yollarının keşfinin ardından deniz ticaretinde büyük bir artış meydana gelecek; bundan sonra taraflar arasında yapılan anlaşmalar karşılıklı sözleşmelerle imza altına alınmaya başlanacaktı.



17. YÜZYIL LİMANI


Kayıtlı ilk denizci yasaları, gemi sahiplerinin mürettebatla yaptıkları sözleşmelerin hükümlerine dayanıyordu. Bu açıdan bakıldığında denizci yasaları aslında mürettebat ve kaptan arasında yapılan iş akdi gibiydi. Gemilerde disiplinin sağlanması, ücretlerin ödenmesi, erzak dağıtımı, verilecek cezalar ve tazminatlar hep bu kurallara göre belirlenirdi.

Denizci yasaları genel hatlarıyla şu maddelerden oluşuyordu:

• Gemide uyulacak genel disiplin kuralları ve uymayanlara verilecek cezalar,

• Savaş, hastalık ve kıtlık gibi olağanüstü durumlarda uyulacak kurallar,

• Ganimetin mürettebat arasında nasıl bölüştürüleceği, kimin ne kadar pay alacağı,

• Çatışmada sakatlanan denizcilere hangi durumlarda ne kadar tazminat verileceği.


BİR NAVLUN SÖZLEŞMESİ ÖRNEĞİ


Deniz ticaretinin artışı yeni bir tehlikenin daha ortaya çıkmasına neden olmuştu; bu tehlike ticaret gemilerine saldıran korsan gemileriydi. Korsan yasaları, düşmanlara saldırmaya izinli özel ticaret gemilerinin yasalarıyla hemen hemen aynıydı ve birçok madde bunlardan türemişti. Hükümet adına çalışan bu gemilerin bazıları zaman zaman korsanlığa geçtiği için bu normaldi. Aynı dönemlerde sıradan ticaret gemilerinin de ücretleri ve kuralları belirleyen özel yasaları vardı. Custom of the Coast (Kıyı Geleneği), Jamaica Discipline (Jamaika Disiplini), Charter Party veya Chasse-Partie (Navlun Sözleşmesi) gibi isimlerle anılan bu yasalar, çoğunlukla korsanlar arasında Articles of Agreement (Sözleşme Hükümleri) olarak bilinirdi.

Korsan yasalarının bilinen en eski örneği Portekizli korsan Bartolomeu Português tarafından XVII. yy. ortalarında oluşturulmuş, Karayiplerde İspanyol gemilerine ve limanlara saldıran korsanlar arasında kısa sürede popüler olmuştu. Gemilerde disiplinin sağlanması, ganimetin mürettebat arasında adil bir şekilde paylaştırılması, yaralanan mürettebata verilecek tazminatlar gibi konuları hükme bağlayan sözleşme maddeleri, daha sonraki dönemlerde Henry Morgan, Henry Avery, Edward Thatch ve Bartholomew Roberts gibi diğer ünlü korsanlar tarafından da kullanılacaktı.

Korsan yasaları genel hükümleri itibariyle üç aşağı beş yukarı benzer maddelerden oluşuyordu, bu maddeler genel olarak tüm korsanlar tarafından kabul görmekteydi. Genel hükümlere ilaveten her kaptan yasaya kendi özel maddelerini eklemekte de serbestti, bu nedenle korsan yasaları kaptandan kaptana farklılık gösterebiliyordu. Bazen aynı kaptanın farklı seferleri arasında dahi bazı yasa hükümlerinde farklılıklar olabilirdi, bazı kaptanlar bu yasalara müzakere hakkını da (right of parley) koyarlardı


Korsan Yasası


Sözleşme niteliğindeki bu maddeler mürettebat tarafından denize açılmadan önce imzalanıyordu. Mürettebata katılacak her bir denizci yazılı kuralların altına imzasını attıktan sonra şerefi üzerine bu kurallara uyacağına dair yemin ederdi. Efsaneler korsanların çapraz tabanca, çapraz kılıç, kurukafa veya bir top üzerine ata biner gibi yemin ettiklerini öne sürse de yeminler çoğunlukla Kitab-ı Mukaddes üzerine edilirdi.

Akınlarda ele geçirilen gemilerden alınan esirler de korsanlara katıldıklarında bu kuralları imzalamak zorundaydılar. Bunlar bazen gönüllü olarak bazen de zorla korsanlara katılıyorlardı. Marangoz ve seyrüseferci gibi meslek sahibi denizciler, genellikle fikirleri sorulmadan müretebata katılmaya zorlanırlardı. Gönüllüler bazen korsanların şahitler önünde kendilerini imzaya zorlamalarını istiyorlardı, böylece yakalandıkları zaman zorla korsan yapıldıklarını iddia edebiliyorlardı. Korsanlar yakalanmadan veya teslim olmadan önce imzaladıkları belgeleri genellikle yakıyorlardı, çünkü kuralları imzalamayan denizcilerin yakalandıklarında mahkeme tarafından aklanma şansları daha yüksekti. Bu nedenle yazılı yasaların birçoğu yok olmuş, bunlardan pek azı günümüze ulaşmıştır.

Charles Johnson’un 1724 tarihli A General History of the Pyrates isimli kitabı, XVIII. yüzyıldaki korsan yasaları hakkında detaylı bilgiler vermektedir. Döneminin ünlü korsanlarının (Barholomew Roberts, John Phillips, Edward Low, George Lowther ve John Gow) yasalarını aktaran kitap, o dönemlerde denizcilerin hayatı hakkında da önemli ipuçları veriyordu.



Bu yasaların genel hükümleri çoğunlukla aşağıdaki gibiydi:

        Korsan olan her tayfa kendi kurallarını kendileri seçerdi ve gemiyi ilgilendiren konularda herkesin eşit oy hakkı vardı. Her korsan kaptanın emirlerine uymak zorundaydı ve kurallara uymayanlar cezalandırılırdı.

        Gemilerde genellikle denizciler arasında kavgalara neden olduğu için kumar oynamak yasaktı, aynı nedenle güvertede kadın bulunması da yasaktı. Bu yasağa uymayan denizcilere ölüm cezası verilirdi.

        Her denizcinin kendisine verilen tabanca, tüfek ve kılıçları her an temiz ve göreve hazır tutması gerekiyordu. Buna özen göstermeyen ve görevini yerine getirmeyen denizcilerin payından kesilirdi.

        Arkadaşına firar etmeyi teklif eden veya mürtettebattan birşey saklayanlar, yanlarına bir şişe barut, bir şişe su, küçük bir tabanca ve tek bir mermi verilerek ıssız bir yerde karaya bırakılırlardı. Savaşta gemiyi ve mevkiini terketmenin cezası da çoğunlukla ıssız bir yerde karaya bırakılmaktı.


ISSIZ BİR KIYIYA TERKEDİLMİŞ KORSAN

    Güvertede bir denizcinin diğerine vurması yasaktı, bu yasağa uymayan Musa’nın Yasasına göre biri eksik olmak üzere 40 kırbaç cezasına çarptırılır ve sırtından 39 kere kırbaçlanırdı. O dönemlerde 40 kırbacın bir insanı öldürebildiğine inanılıyordu.

    Denizciler arasındaki anlaşmazlıklar taraflar uzlaşamadığı takdirde karada düelloyla çözülürdü. Serdümen gözetiminde sırt sırta veren rakipler belli bir mesafeye kadar adım atar, verilen komutun ardından dönerek birbirlerine tabancayla tek el ateş ederlerdi. İki taraf da ıskalarsa kılıç dövüşüne geçilir, ilk kanı akıtan galip sayılırdı.

    Ganimet dağıtımı geminin varsa borçları ödendikten sonra herkese yasalar tarafından belirlenen oranlarda yapılırdı. Ganimetten çoğunlukla kaptan 2; ikinci kaptan ve serdümen 1½; lostromo ve vasıflı denizciler ( topçu, marangoz, doktor … vs.) 1¼, diğer denizciler ise 1 oranında pay alırlardı. Ele geçirilen taze gıda ve içkiden ise gemide kıtlık olmadığı sürece herkesin eşit pay alma hakkı vardı.

    Ganimetten kendi payına düşenden fazlasını alarak arkadaşlarını dolandıranlar ıssız bir yerde karaya bırakılırdı. Hırsızlık sözkonusuysa suçluların kulakları ve burnunları kesilerek ilk yerleşim yerinde indiriliyorlardı. Dolandırıcılık ve hırsızlık suçlarında ceza verilmesi için çalınan malın değerinin gümüş bir İspanyol dolarından fazla olması gerekiyordu. Yaklaşık 930 ayar gümüşten kesilen 38 mm çapında ve 27,47 gram ağırlığındaki İspanyol dolarları, 8 reale karşılık geldiği için denizciler arasında sekizlik (piece-of-eight) veya peso (peso de ocho reales) olarak bilinirdi.

    Çatışmada bir uzvunu kaybeden veya görev sırasında sakatlanan denizciler 800 pesoya kadar (2016’nın parasıyla yaklaşık 40.000$) tazminat alırlardı ve bu para o dönemde sıradan bir denizcinin 8 yılda kazanabileceğinden çok daha fazlaydı. Daha küçük yaralanmalarda ödenen tazminat miktarı, sakatlanma derecesine göre tespit edilirdi. 1000 pound kazanmadan hiçkimse mürettebattan ayrılamazdı, bu da yaklaşık 110 kg gümüş veya 8 kg altın anlamına geliyordu. XVII. yüzyılda 1 pound İspanyol parasıyla ortalama 4 – 4,5 peso ediyordu ve buna göre 1 peso yaklaşık 4,5 – 5 şilindi. (1 pound = 20 şilin)


İSPANYOL HAZİNESİ - 1715
1715 yılında batan İspanyol hazine filosundan çıkarılan peso ve escudolar. 3,4 gramlık altın bir escudo 16 real değerinde 2 gümüş pesoya eşitti.


Genel olarak tüm korsanlarca kabul edilen bu kuralların yanısıra birtakım özel kurallar da vardı. Örneğin Kaptan John Phillips’in kurallarında mürettebatından iffetli bir kadına tecavüz etmeye kalkışanın cezası ölümdü. Ayrıca yangın riski olduğundan mürettebatın çatışma dışında silahlarını ateşlemeleri, fener dışında mum taşımaları yada ambar yakınında tütün içmeleri de yasaktı. Barholomew Roberts’da benzer şekilde akşam saat 8’den sonra kapalı güvertelerde mum ve fener yakılmasını yasaklamıştı. Bu davranışlarda bulunanlar yine yasalara göre 39 defa kırbaçlanırdı.

O dönemlerdeki geleneksel Avrupa toplumlarının aksine, Karayiplerdeki korsanlar arasında kuvvetler ayrılığına dayanan sınırlı bir demokrasi mevcuttu. XVII. yüzyılda korsan gemilerinin çoğu, dönemine göre oldukça adil yasalarla yönetiliyordu ve kaptanların yetkileri yasalar çerçevesinde sınırlandırılmıştı. Adalet dağılımı tüm korsanlar tarafından benimsenen temel ilkeydi, korsanlar bu fikirlerini ele geçirdikleri gemilerin mürettabatına da aşılıyorlardı. Esir edilen denizcilere öncelikle kaptanları tarafından herhangi bir haksızlığa veya şiddete maruz kalıp kalmadıkları sorulurdu. Mürettabatına eziyet eden kaptanlar çoğunlukla cezalandırılır, hatta öldürülürdü; buna karşın mürettebatı tarafından sevilen ve saygı duyulan kaptanlar ise genellikle serbest bırakılıyordu. Korsanlar mürettebatları tarafından ıssız bir yerde ölüme terk edilmiş bir denizci bulduklarında onu kendi yasalarına göre yeniden yargılarlardı.

XVIII. yüzyılın başlarında Karayiplerde Altın Çağını yaşayan korsanlık, merkantilist deniz ticareti sistemine karşı artık büyük bir tehdit haline gelmişti. Çok kültürlü ve çok uluslu yeni bir sosyal düzen oluşturarak Bahamalardaki New Providence Adasını kendilerine merkez haline getiren korsanlar, 1706 yılında Nassau şehrinde bir Korsan Cumhuriyeti kurdular. Seçilmiş kaptanların oluşturduğu bir korsan hükümeti tarafından korsan yasalarıyla yönetilen bu devlet, Britanya Kraliyet Donanması tarafından 1718 yılında güç bela ortadan kaldırılabilmişti. Takip eden yıllarda Karayiplerde büyük bir korsan avı başlayacak ve 1730’lara gelindiğinde Karayiplerde korsanlığın Altın Çağı tamamen kapanacaktı.


KORSANLAR

Günümüzde modern denizcilik yasaları elbette eski denizcilerin yasalarından oldukça farklı, neyse ki artık kırbaçlanma ve ıssız yerde karaya bırakma gibi cezalar yok. Peki, halihazırdaki uluslararası denizcilik kanunlarının kökeninin XVII. yüzyıla uzandığını biliyor muydunuz? 1609 yılında Felemenk hukuk adamı ve düşünür Hugo Grotius’un öne sürdüğü Mare Liberum (Özgür Deniz) konsepti, günümüzdeki uluslararası karasuları kavramının ana fikri olarak kabul edilmektedir. Yine Felemenk bir hukukçu olan ve XVIII. yüzyılda yaşayan Cornellius van Brynkershoek ise, Grotius’un fikrini geliştirerek ulusal karasularının bir top atışı mesafesi olarak tanımladığı 3 deniz miliyle (5.6 km) sınırlandırmış; bunun dışında kalan denizlerin tüm uluslara açık olmasını önermiştir. O dönemlerde bir çok denizci ulus tarafından benimsenen ve yakın zamana kadar uygulanan bu kural, bazı ulusların 3 denizmilinin ötesindeki karasularında hak iddia etme talepleri üzerine tartışmalara neden olmuş; 1982 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile ulusal karasuları tanımı yeniden düzenlenerek 12 mile çıkarılmıştır.



Sabri Çağrı Sezgin
Yararlanılan Kaynaklar:
Johnson, Charles; A General History of the Pyrates, Londra 1724
Little, Benerson; The Sea Rover’s Practice: Pirate Tactics and Techniques, 1630-1730; Potomac Books, Inc., Washington 2005; ISBN:1574889117
  • IP logged

 
Yukarı git