Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#285: 03 Ocak 2018, 20:04:51
Teşekkürler...
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#286: 19 Ocak 2018, 12:17:54


Evet, evet. Hepimiz biliyoruz sanırım bu eseri ama ya daha okumamış olanlar, genç arkadaşlarımız. Belki bir kişiyi daha hayal alemlerine götürürüz diyerek tanıtımını paylaşayım istedim.

"Jack London ile elden bırakılamayan bir doğa macerası daha. Bu kez denizdeyiz daha doğrusu okyanusta. Berbat bir Kurt kaptanımız var. Yine Kurt var yani ama bu kez iki ayaklı. Nasıl bittiğini bilemeyeceğiniz, sürükleyici, etkileyici ve yaşanılası bir kitaptır Deniz Kurdu.

Jack London en ama enler arasında en iyi yerde yer bulur kendine. Benim gözümde tabi. Kitaplarını sadece okumaz, yaşarım, o dünyada o karakterlerin yaşadığı tüm macerayı bende yaşarım. O kadar içten bir üslup ile anlatır ki bana anlatacağını, sanki gözümün önündeymiş her şey gibi yaşarım pardon okurum. O denli dolu ve yoğundur ki yaşattığı hisler, sanki beynimde canlanır tüm detayları ile bir zamanlar Jack London’ın kitabı kaleme alırken kafasında canlandırdığı anlar.

Deniz Kurdu ile yine bir zor zamandayız. Doğa ile baş başa sayılırız. Bu kez zorluklara zorluk ekleyen doğa ana deniz olarak karşımıza çıkar. İnsanlar yetmiyormuş gibi bir de deniz ile boğuşuruz. Tam kurtulduk sanırken bir anda daha da bir belaya batarız gelen gemi ile. Fok avlayan gemi, bir anda karakterimizin yaşamını ve hayallerini de avlar. Tanıştığımız bu gemi personelinin kaptanı Kurt Larsen adı gibi kurt değildir. Aslında kurttur ama vahşi yaşamda o kadar kötü bir kurt yaşamaz diye düşünürüz. Bazen hak veririz Kurt’a bazen öldürmek isteriz. Kafamız karışık devam eder Kurt ile ilgili.

Sonra bir yolcu daha gelir. Ama bu kez güzel bir kadın çıkarır karşımıza denizler. Karışık olan kafamızı daha da karıştırır. Sadece bizim değil, gemide ki tüm kafalar karışır. Sonra bu karışan kafalardan farklı sesler, farklı düşünceler çıkmaya başlar. İsyan bayrağının çekilmesine çok az kalmıştır artık. Taraflar zaten bellidir. Geriye bir tek kıvılcım kalmıştır. O kıvılcımın çıkmasına ramak kalmıştır. "


CPT. WOLF LARSEN

Jack London’un Sea-Wolf romanında ki, “Ghost” adlı fok avlama Uskunasının kaptanı. Bir kaza sonucunda “Ghost” tarafından kurtarılan ve gemide yaşamak zorunda bırakılan Amerikalı Beyefendi Humphrey Van Weyden’in ağzından anlatılan hikâyede Kurt Larsen, gaddar, alaycı, gemisinde ki otoriteyi, büyük fiziksel gücü ile korkutarak ve kaba kuvvet kullanarak sağlayan biridir. Bireyci, Hedonist ve Materyalist, ruhun ölümsüzlüğüne ve insan hayatının kutsallığına inanmayan düşüncelere sahiptir. Vücut hatları düzgün, kas yapısı gelişkin ve yakışıklıdır. Bütün hayatı denizlerde geçmiş, gemilerde çalışmaya ilk olarak 12 yaşında kamarotluk yaparak başlamış, 16sında gemici ve 17sinde usta gemici olmuştur. Aynı zamanda son derece zeki ve entelektüeldir. Eğitim alma imkânı olmamasına karşı O,Navigasyon, Matematik, Edebiyat ve Filozofi alanlarında kendi kendini geliştirmiş ve sonunda kendi gemisinin Kaptanı olmuştur.

Romanda çok zalim gibi gözükse de, aslında hayatın gerçeklerini yansıtan bir kişilik. İnsanların yalanlar ile süslediği yaşamı, gerçekliği ile yüzümüze vuruyor hikâyede.

Bir tartışmada Kurt Larsen, Van weyden’e:

“Sen, insan yaşamını kastederek konuşuyorsun. Peki, eti için hayatlarını aldığın hayvanlar, kuşlar, balıklar… En az benim kadar yapmışsındır bunu. İnsan yaşamı da bundan farklı değil işte. Sen farklı olduğunu düşünüyorsun ama değil. Neden bu ucuz ve değersiz hayatlar için hasisice davranayım? Denizdeki gemilerin sayısından çok daha fazla tayfa var, yada fabrikaların sayısından çok çok daha fazla işçi var. Neden siz kara insanları, yoksullarınızı, sefillerinizi kenar mahallelerdeki virane evlerde yaşatıyorsunuz? Neden açlığı ve salgın hastalıkları onların üzerine salıyorsunuz? Bir dilim ekmek, bir parça et için ölebilecek binlerce yoksul var. Bunlar için ne yapılabileceğini bilmiyorsunuz. Yıkım mı demiştin? Bu yaşamın yıkımı değil mi sence? Sen hiç Londralı denizcilerin gemide çalışabilme şansı elde edebilmek için vahşi hayvanlar gibi kavga edişlerine tanık oldun mu?
Biliyor musun? Yaşamın değeri, onun kendisine verdiği değer kadardır. Tabii, kendi lehine karar verme isteğinden dolayı, hep hak edilenden fazlası biçilir...”




  • IP logged

Z

Ziya Gunes

Ynt: KAYIKEVİ
#287: 19 Ocak 2018, 15:31:04
Ağır vurmuş Jack amca bu paragrafta (çalayım ben bunu)
  • IP logged

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#288: 19 Ocak 2018, 17:33:47
Ağır vurmuş Jack amca bu paragrafta (çalayım ben bunu)

İyi yapmış zaten bay van weyden ide hiç sevmezdim . Ben bir daha okuyayım şunu unutmuşum.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: KAYIKEVİ
#289: 19 Ocak 2018, 22:29:52
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: KAYIKEVİ
#290: 20 Ocak 2018, 16:02:22
ATALARINIZ BİZİM GİBİ UYUMUYORLARDI…
Belki büyükbabanız sizin gibi uyudu, veya daha daha büyükbabanız da. Ama ya ondan öncesi…

1800’lü yıllara geri gitme şansınız olsa, insanların çok farklı bir uyku rutinine sahip olduklarını görecekseniz. Belki de bugün düşündüğümüzde bize çok garip gelecek bir alışkanlığa…Atalarınız sizin gibi uyumuyorlardı

Virginia Tech Üniversitesinden tarihçi Roger Ekirch, yazdığı “At Day’s Close: Night in Times Past” (Gün Batarken: Geçmiş Zamanlarda Gece) adlı kitabında ilk olarak bahsetti bizlere “iki blok halinde uyku” kavramından.

Homeros’un Odysseia‘sından, Nijerya’daki modern kabileler üzerindeki antropolojik incelemelere kadar çok çeşitli edebî ve bilimsel eseri, günceleri, mahkeme tutanaklarını elden geçiren Ekirch, 500’ü aşkın yerde “bölünmüş uyku düzeni”nden söz edildiğini görmüştü.

Araştırmasına göre insanlar bir zamanlar şimdi olduğu gibi 8 saat uyumuyorlardı bunun yerine gün batımından hemen sonra 2-3 saatlik bir uykuya yatıyorlar, ardından 2-3 saat uyanık kalıyorlar sonrasında gene uykuya yatıp sabah kadar uyuyorlardı.

Sanılanın aksine bu uyku düzeni sadece bir kaç kişi tarafından değil tüm toplum tarafından normal kabul ediliyordu üstelik.

Bu iki uyku arasında yaşanan uyanıklık dönemi de aslında insanların en üretken oldukları dönem olarak belirtiliyor kitapta. Uyanıklık döneminde insanlar rutin hayatlarına devam ediyorlar, hatta bazen komşu ziyaretlerine bile gittikleri gözleniyor. Çoğu kimse ise yataklarında kalıyor, kitap okuyor, yazıyor ve sık sık da dua ediyor. 15. Yüzyıl sonlarından kalma pek çok dua kitabında uyku arası saatler için yazılmış özel dualar bulunuyor.

16. yüzyıldan kalma bir Fransız doktoruna ait rehber kitapta, çiftlere tavsiyelerde bulunulurken, hamile kalmak için en iyi saatin, uzun ve yorucu bir günün sonundaki zaman değil, “ilk uykudan sonraki” anlar olduğu, bu saatlerde çiftin cinsel ilişkiden daha fazla zevk alacağı ve “daha iyi sonuç elde edeceği” anlatılıyor.

Tarihçi Roger Ekirch, “birinci ve ikinci uyku”ya ilişkin göndermelerin 17. yüzyılın sonlarında kaybolmaya başladığını saptamış. Kuzey Avrupa’daki kentli sınıflarda gözlenen bu değişim, daha sonraki 200 yıl boyunca tüm Batı toplumlarına yayılmış. 1920’lerle birlikte tamamen insanın sosyal bilincinden çıkmış.

Ekirch, ilk değişimi sokak ışıklandırmasındaki gelişmelere, ev içinde aydınlatmanın başlamasına ve bazıları sabahlara kadar açık kalan kahvehanelerin yayılmasına bağlıyor. Geceler, meşru faaliyetlerde bulunulabilen bir zaman dilimine dönüştükçe ve gece faaliyetleri de arttıkça, insanların dinlenmeye ayırdıkları zaman azalıyor.

Tarihçi Craig Koslofsky, “Evening’s Empire” (Gecenin İmparatorluğu) adlı kitabında bunun nasıl olduğunu anlatıyor.

“17. yüzyıldan önce geceyle ilişkimiz iyi değildi. Geceler, adı kötüye çıkmış insanlar, suçlular, fahişeler ve ayyaşlarla dolu zamanlardı. Mum alacak parası olan zenginler bile, paralarını başka şeyler için harcamayı yeğlerdi. Gece boyunca ayakta kalmak saygın birşey değildi , toplum içinde değer görmezdi.

Bu, Reformasyon ve karşı-Reformasyon sırasında değişti. Protestanlar ve Katolikler zulme uğradıkları dönemlerde geceleri gizli ayinler düzenlemeye başladılar. Daha önceleri ‘ahlaksızlar’a ait olan gecelerde, artık ‘saygın insanlar’ da, karanlık saatleri kullanmaya alışıyordu.

Bu eğilim toplumsal ortama da yansıdı. Ama yalnızca mali durumları mum ışığında yaşamaya karşılayabilecek durumda olanlar için geçerliydi bu. Fakat sokak ışıklandırmasının gelişmesiyle, bütün sosyal sınıflar, geceden yararlanmaya başladı.”

Toplumda değişen tutuma ilişkin güçlü ipuçlarından biri, 1829’dan kalma bir tıp dergisi. Dergide, anne babalara, çocuklarını “birinci ve ikinci uyku düzeni”nden çıkmaya zorlamaları tavsiye ediliyor; çocukların, bir hastalıkları yoksa, ilk uykularından sonra yeniden uykuya dalmalarına gerek olmadığı vurgulanıyor.

Günümüzde çoğu insan günde 8 saat uyumaya alışmış görünüyor. Ama Roger Ekirch, uykuyla bağlantılı pekçok sorunun, insan vücudunun doğal olarak bölümler halinde uyumayı tercih etmesinden ve her yerde suni ışık bulunmasından kaynaklandığını düşünüyor.

1990’ların başlarında Thomas Wehr adlı psikiyatr, bir ay boyunca her gün 14 saat süreyle karanlıkta tutulan bir grup insan üzerinde araştırma yürüttü. Amacı bu uyku rutininin tekrar oluşturulup oluşturulamayacağını gözlemlemekti.

Deneklerin uykularının düzene girmesi biraz zaman aldı ama dördüncü haftada tüm deneklerde belli bir uyku düzeni oluşmuştu. Önce dört saat uyuyorlar, sonra bir iki saatliğine uyanıyorlar, ardından ikinci kez dört saatlik uykularına dalıyorlardı. Üstelik arada uyanık oldukları kısmı tamamen stresten arınmış bir süreçti.

Uyku uzmanı bilim adamları bu çalışmayı etkileyici bulduysa da, genel olarak benimsenen “kesintisiz 8 saat uyumak şart” inancı pek değişmedi.

Oxford’da Nörobilim alanında, vücut saati konusunda uzman olan Prof. Russell Foster da benzer görüşte.

“Birçok insan gece uyanınca paniğe kapılıyor. Onlara, aslında bu yaşadıklarının, iki devreli uyku düzenine dönüş olduğunu söylüyorum.” diyor.

Uyku psikoloğu Gregg Jacobs ise  “Günümüzde, böyle şeyler yapmaya daha az zaman ayırıyoruz. Modern yaşamda anksiyete, stres, depresyon, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı yaşadıklarını bildiren insan sayısının artması bir tesadüf değil.” diye görüşünü bildiriyor.

O halde bu gece, gecenin herhangi bir saatinde uyanıverirseniz, sanayi devriminden önceki insanları düşünün ve sakinleşin. Gece, uyumadan da olsa, bir yatakta sadece yatıyor olmak, size yarar sağlayabilir…

Gece uyanıp bir daha uykuya dalamayan insanların yaşadığı sorunun kökeninde de muhtemel bu yatmakta. Sonuçta iki bölüm halinde uyku genlerimize kodlanmış durumda.
Sibel Çağlar

Meraklısına Not: Leonardo da Vinci'nin de en verimli zamanlarının bölünmüş uyku rejiminde  olduğu biliniyor.
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#291: 20 Ocak 2018, 16:17:06
Demek ben 16. yy insanıyım.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#292: 20 Ocak 2018, 16:17:18
British Museum'dan bir gravür. Jan Saenredam yapmış. Birinci uyku ve ikinci uykuyu anlatıyormuş. Geceleri normal bir yaşamın devam ettiğinin yansıması olarak bakılıyormuş.

Yıl 1595

  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#293: 17 Şubat 2018, 15:03:22
HOMEROS'UN ELYAZISI

I.   İhtiyar Deniz

Sonra birden yanımızda bulduk denizi. Uzun uzun Gittiğimiz denizi.
0 zaman en eski kentleri düşündüm en eski denizleri En eski deniz diye geçiyor Ege En eski betiklerde.
Ve eski gökbilimciler gibi sessiz yaşamış Ve gizli tutmuş Kendi tarihini.
0 zamandı ölü kentleri andık.
Gecede gitti geldi gövdelerimiz
Gidip gelir gibi bir yıkıntıda
Bir yıkıntıda hep bir başına yaşamış gibi ölümü
En eski bir suda.
En eski ölüleri andık sonra Egeli
En eski ölüleri.
Ve bir batığı
Şimdi simgesi bir dirimin Çok ihtiyar bir denizde Ki hâlâ dolaşırmış ruhu Odysseus'un içyağ dumanlarıyla dolu bir gökte
"Biz Troya'dan dönen Akhalarız Yitirdik yolumuzu.”
Ve neden bilmem o yaz gününü düşündüm ben Uzun uzun çalkandığımız o yaz gününü ’ Neopolis'i dönünce
Ve bir kadının hiç düşmeden kolunun havada kalışını Gecenin karnında Kıl kala ölüme.

Aynı şeyi düşünmüş gibi irkiliyor ihtiyar denizci Avcunun içi gibi bilen Akdenizi Ve ölü kentleri.
İskandil burnundayızl diyor uykusunda Geçen deniz kuşlarına kaldırıp elini
Ve biraz daha büzülüp olduğu yerde iskandil burnuna eğiyor sonra başını.
Ve kat kat bir ses
Açık deniz! diyor Kendi dilinde
Gezdirip ıslanmış tütününü yüzümüzde. Uzun bıyıklar bırakan Bir denize
Uzun bıyıklar ve sakal.

II.Duru Su

Ve yedik içtik bir uzun gün
Güneşin tutulduğu günün hesabına geçtik sonra
Gevşetip serenleri.
Ve bütün gece rotasında gittik suyun. Duru Suyun.
Yankılandı gök.
Sonunda ağardı sabah. Yürüdü otlar. Kara­batak. Döndü durdu bir balıkçıl yaralı toprakta Ve çok ağızlı denizde.
Hiçbir şeye benzemiyor bir kentin yalnızlığı Ne küle ne kemiğe
ölüme ne de.
Neden sonra bir kartal süzüldü çizdi yerini Dolaştı karabasanında göğün Düşürdü gölgesini üstümüze.
Ve yeniden duyduk :
Böylece dövdük küreklerimizle suları Köpürttük denizi.
Geride bıraktık geriye akıp duran suları Savaş artıklarını, kısır ölümü ve kuşları.” Diyen sesm!
Çok çekmiş çok yalnız Odysseus'un.
Hâlâ denizlerde gidip gelen gövdesi Sucuk gibi zıbını. güzel silâhları.
Baktım denizin durmadan buruştu yüzü Dövdü kımıltısız burnu. Karinasını
bir teknenin. Dürttü sonra toprağı En eski mermeri.
Anladım denizdi burda en eski Dorlu en eski yüz Pas ve kemik.

Ill.   Ölü Kent Koruyucusu

Yıkıntı. Yıkıntı. Yıkıntı.
Ve delta çiçekleri.
Zaman çünkü
durur bir yerde Değişene bırakır her şey yerini. Deniz
böler çünkü batm.ış kenti Sessizce.
Ve paraların yüzüne çıkar toprak Ve iner Girit sığırı. Bulandırır
Burnuyla kusursuz denizi.
Kırışır alnı rüzgârın. Ve çıkar Düz terasalara.
Çıkar işaretlerim o zaman toprağı İslak silâhları Ve eski tarihleri açarım Ve sevmem.
Sevmem ölümün bu kadar ağır basışını Ve taşları.
Yıkıntı. Yıkıntı. Yıkıntı. Ölümün Budur burda adı. Onun için Ben de uzattım saçlarımı.
Böyle konuştu ölü kent koruyucusu Bıraktı sonra çay ve çivit tecimeni Babasını anlattı. İzmir'de Elinden tutup dolaştığı babasını Simdi uzak deniz kaptanlığı yapan Ve bilmeyen yüzmeyi.
Bıraktı paslandı sonra elleri.

IV.   Yaralı Toprak

"Yel
Arşınlar ölü denizi
Bulur Kykladlarda kendini. Köpüklü Kykladlarda Bakar kalırız biz."
Bir köpekbalığı omuzladı denizi, döndü yarımadayı Ve indirdi yavaşça sonra omuzunu. Kokladım
Havayı. Daha kokuları yazmadım dedim Demek daha ölüm üstüne çalışmadım.
Anlamış gibi devirdi gözlerini kara Açtı üstünü ölülerinin. Yırttı gömleklerini.
Halikarnassos zeytinyağları Atina'da biliniyordu Diyordu dün akşam tanıdığımız adam. Bu sabah
Uzun uzun yüzünü yıkadı attı sonra ağını Tabak gibi denize.
El salladı sonra elli yaşına. Belki de bize. Bizim Aylak yaşlarimıza ve çok ünlü denize.
"Sonunda geçtik kayaları. Kurtulduk Skylla'dan da, sirenlerden de
Hâlâ duyarım ama seslerini."
Eğildik sonra yerdeki bir yazıya Anadolulu çok eski bir elin yazdığı
Ve hiç görmediğimiz elyazısına benzettiğimiz Homeros'un.
Ve yaralandık yeniden yaralı toprakla Tuncla ve.
Su aldık sonra ağlarımızı topladık Gittik geldik bir yıkıntıda.
Kapandık sonunda yavaş yavaş içimize. içimizdeki evlere Ve uğultusuna suyun.

V.Etin çağırısı

O zaman kentler de ölür dedim. Kalır Kemik.
Ama bilir Çekip gittiğini etin.
Diri etin.
Gerindi çok kayalı burun ve düştü Böldü sonra kenti Ve kendini.
Ölümün upuzun uzanışıydı kent Taş ve kemik halinde.
Yazgılı ölümün.
Bir dal çatırdadı ağdı yukarıda Hep birlikte dönmüş gibi ölüler oldukları yerde Ve bir tütsüyle geçmiş gibi kendilerinden Uzattılar daha bir boylarmı.
O zamandı gördük ölümün kent kılığında dolaştığını Ve sevdiğini geçtiği yerleri "Peki,
Görmeyecek miyim Geniş hisarlı ithake'yi?
Çalkanıp duracak mıyım yoksa Ordan oraya Ölümün elinde.
Yine de duydum etin çığlığını Oydu yeni vergiler koyan ipeğe ve bakıra
Yatak ve hazine ve silâh odalarını dolaşıp
Durup tapım yerlerinde
İç ve dış avlularda kös vurup
Suyunu koyan ölümün
Asıp şapkasını yüksekçe bir yere
Bir akarsu görünümünde soğuk ve dağlık.
Oydu bu en eski kentlerde Bir deniz Lordu gibi Bir forsa çalışmasından dönen Saygılı bir yeryüzü adamı halinde


İlhan Berk
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#294: 18 Şubat 2018, 13:25:14
Pazar okuması, Salah Birsel'in "Boğaziçi Şıngır Mıngır" kitabından.  :)




Türk Kırmızısı Kayıklar

Boğaziçi koy ve demir yeridir.
Haritanıza bakın.

Bu aşna-fişneli yol üzerinde bir sürü burun vardır ki, onları bilmeden Boğaz’a girilmez.
Yukarı Boğaz’da, Rumelifeneri’nin güneyinde Papaz Burnu, onun aşağısında Karibçe Burnu, onun aşağısında Çalı Burnu, Rumelikavağı’nın altında Tellitabya Burnu, Sarıyer’de Mesar Burnu, Tarabya’nın altında Lanet Burnu, Baltalimanı’nın güneyinde Şey­tan Burnu, Kuruçeşme ile Ortaköy arasında Defterdar Burnu Bo­ğaz’ ın meraklısına hemen ense traşlarını gösterir. Anadolukavağı ’nın kuzeyinde ise Poyraz Burnu, Fil Burnu, Çilingir Burnu, Ye­ros Burnu yer alır. Kavak’ın güneyine gelince, Macar Burnu, onun aşağısında Servi Burnu, Beykoz’da Karaca Burun, Paşabahçe ile Çubuklu arasında Burunbahçe Burnu bir düziye silistre ça­lar.

(Ah, bu silistre seslerine kulak verin. Onlar, bir hengameda, bi­zim sersemsepet Salâh Birsel’i bıcır bıcır düşlere salmış, evrenin canı, insanlığın fincanı olan usum gel-git etmiştir).
Boğaz bir de kayık demektir.
1835 yılının son günlerinde İstanbul ’a gelen ve dokuz ay kadar kalan İngiliz yazarlarından Bayan Julia Pardoe, padişah kayıkla­rından tutun da, sölpük ve pejmürde kayıklara varınca, bütün san­dallara tutulmuştur.

Kayıkların kalkık burunlarının akıntıya doğru batıp çıktığını gördükçe, onları, parlayan tüylerini duru suyun için­de dinlendiren deniz kuşlan sanır.
Théophile Gautier ise, Venedik gondolum,Türk kayığı yanında, kabasaba bir sandukaya benze­tir. Goldolculara da, Türk kayıkçılarının tersine, “sefil serseriler” gözüyle bakar. Helmuth von moltke’ye gelince, o da Boğaz ka­yıklarından daha güzel bir şey olamayacağı inancındadır. Çokluk, Büyükdere’deki bir yalının penceresinden seyrettiği kayıklar şöy­le anlatir:

Bunların hafif iskeletlerinin üstü, nice tahtalarla kaplanmış, içleri, dıştan ziftle kalafat edilmiştir. İç kısım ince beyaz tahta ile kaplıdır. Her vakit temiz tutulur ve yıkanır. Küreklerin baş tarafın­da, alt uçla denge sağlamak, böylece işi kolaylaştirmak için, kalın bir topaç vardır. Kayığın arka kısmı geniştir. Öne doğru gittik­çe daralir ve keskin demir bir uçla son bulur. Eğer yolcu, doğru­dan doğruya yere oturursa, çünkü ancak bilgisiz Frenkler arka­daki tahtaya oturur kayık tam denge halindedir. Kayıkçı, kayığın ağirlık merkezindedir. Onun elinin en küçük bir kımıltısıyla hareke­te getirir. En kötü havalarda bile, azgın dalgalan bu tüy gibi taşıt­la yarıp geçmekten korkmazlar. Büyükdere’den İstanbul’a olan yol üç Alman milini aşkındır. Bir buçuk saatte alınır. Buna akıntı da yardım eder. Dönüş ise, en azından üç buçuk saat ister. Kayık­çılar hep iri-yarıdır. Giysileri de birbirine benzer: geniş bir pa­muklu şalvar, yanm ipek bir gömlek. Traşlı başlarında da küçük kirmızı bir takke. Kışın bile böyle giyinirler. Bu adamlar, hiç durmamacasına 7-8 mil yol alırlar.

Moltke ile Pardoe’dan beş-altı yıl önce Türkiye’yi tanımış olan müşavir Paşa  Adolphus Slade  ise bu kayıkçıların ustalığını an­latmakla bitiremez. Bir, iki kürek şıpirtısıyla pek sıkışık ve pek meret yerlerden sıynlabilen kayıkçılar om kesik kurdelaya dön­dürmüşlerdir. müşavir Paşa ki Türk Donanması’nda da görev almıştir kayıkların süsü için de şunları söyler:

Kayıklar Türk oymacılık sanatının bir yüzünü yansıtır. Bordaları, küpeşteleri, yelkenleri bile pek ince süslerle bezenmiştir. Türklerin nakkaş adını verdikleri boyacılar, sonradan bu hatlan al­tın yaldızlar ve çeşitli boyalarla işlerler.

Doğrusu, o yıllarda kayıkçılik İstanbul’da sanattan da ileridir. Usta nakkaşlar, yalnız kürek üzerine çalışan kürekçiler, yaldızcı­lar ve piyadelere en büyülü boyutlar veren ustalar ibadullahtır.

Beyaz kayıklar daha çok son yüzyıllarda görünür. Tahin rengi kayıklarla, vernik sürülerek açık sarı ya da koyu sarıya dönüştürü­len kayıklar da son yüzyılın işidir. Vernikli kayıkların  özellikle de piyadelerin  kenarlarına bir iki sıra koyu lacivert, mor, siyah, yeşil ya da som yaldız şeritler çekilir. Daha eski yüzyıllardaki ka­yıklar ise Türk kırmızısı ya da yeşil renktedir.

Ama gerçek süsü, siz gelin de padişah kayıklarında görün. Bunlar elvan boyalarla yaldızlanıp en iyi kumaşlarla döşenir. Ka­lafatlarına da çok önem verilir. Yılda on bir kez kalafat görenleri bile vardır. Padişah kayıklar köşklü ya da köşksüz olur. Köşklü­ler de kapalı ya da açık olmak üzere iki türlüdür. Açık olanların sa­dece üstleri örtülüdür. Köşkler kayıkların kıç tarafında bulunur. Ne ki, daha eski yıllarda, kayığın ortalık yerine oturtulmuş olanla­rına da rastlanır. Kayıkların baş tarafında ise tahtadan ya da gü­müşten bir kartal ya da bir deniz kuşu bulunur. Bunlara bu yüz­den “Kuşlu Kayık”da denir. Bunların yelkenleri de olur. Çokluk da çift yelkenlidirler.

Sultan Mecit’in kayığı da perdeli-köşklüdür. Baş tarafında ka­natlar açık, yaldızlı bir kartal yer almıştır. Kayığın dışı da meyve ve yaprak biçiminde süslerle çatıpuma edilmiştir. Şair Leyla Saz, bu kayığı bize şöyle betimleyecektir:

Kayık çok uzun, beyaza boyanmış, dış kenarlar güvez üze­rine altın yaldızla süslüydü. Sekiz kişi alabilecek olan köşkün içi sırma saçaklarla süslü güvez atlasla döşeliydi. Tavanına da ışık sa­çaklar biçiminde büzülmüş güvez atlas geçirilmişti. Bumn orta­sı da yaldızlı bir güneşle mıhlanmıştı. Direkleri ve damının kena­rındaki oyma parmaklık ve tepesindeki güneş par) par) yaldızlıy­dı. Kayığın taa bumuna yakın bir yerinde de yaldızlı bir kuş gör­düm sanıyorum. Kayığın içi yaldızlanmış oymalı tahta ile süslüy­dü. Dışındaki güvez üzerine yaldızli kenar, buruna doğru incele­rek, orada birleşip alta doğru kıvnlmıştı.

Leyla Saz, Abdiilmecit’in dördüncüi kızı münire Sultan’ın düğününe gitmek üzere bindiği bu kayığın kürekçilerini de şöyle ta­nımlar:

Güivez çuha üzerine, san sirma bükme ile çok sık işlenmiş cepkenli,mintanlı,bol dizlikli 14 çift kayıkçı, iki elleri bir kürek­te, çift çift, hep birden çok düzenli olarak ayakta kürek çekiyor. 0 kılığın yeşil üzerine işlenmişini giyinmiş iki Reis de kendi yer­lerinde, elleri dümenin yekesinde olduğu halde ayakta duruyor­lardı.
Neşetâbâd Sarayı’nın iç süslemelerini yenileyen ve Sarayın yanına Avrupa uslûbunda yeni bir köşk konduran, Sarayın bahçe­sini de leylak, akasya ve giillerle yiiz aklığına kavuşturan mimar melling ise, III. Selim’in Boğaz’da padişah kayığı ile yaptığı bir geziyi en hurda ayrıntılarına değin saptamıştır.
Melling’e göre, içinde 150 bostancı bulunan altı büyük sandal, padişah kafilesine yol açar. Bunların sağ ve solundaki iki kayıkta Hasekiağaları var­dır. Bostancıların gerisinden Padişahın sarık taşıyan “sarık san­dalı” gelir. Bunun ardında ise altı kayık yürür. Her birinde bir ma­beyinci etrafa hava atıyordur. Öyle oturuyorlardir ki sırtlarını Pa­dişaha değil, halka dönük tutuyorlardır. Padişaha özgü kayıklar ise iki tanedir. İkisi de üç fenerli, kenarlan som gümüşten par­maklıklarla çevrilidir. III. Selim köşkiin içindeki sedire uzanmış­tır. Köşk, som gümüş bir parmaklıkla ikiye bölünmüştür. Burayı üç önemli kişi doldurur ki, el ve ayak istifleri huzurda olduklarını bütün geleneğiyle belli eder.
Bostancıbaşıyı dikizlemek için de kayığın kıçına gelmek gerekir. Dümeni o tutar. İki sırabostancı ise, iki yanda kulluklannı tazeler. İki başçuhadar da tam ortalarındadır. Bunlardan birinin elinde bir iskemle vardır. Padişah, karaya çıktığı vakit, ata binmek için o iskemleye basacaktır.

İkinci padişah kayığında da III. Selim’in kılıcını taşıyan Silah­tar Ağa yuvalanmıştır. Hünkâr dönüşte bu kayığa binecektir. Çünkü III. Selim, karadan denize her geçişinde kayık değiştirmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Kafileye katılan öteki kayıklara ise haremağalan doluşur. Bunların içinde Kızlarağası başı çeker ki, ortanca dağları ben yarattım gibilerde kurum kurum kurulur. Kızlarağasını ancak Kızkulesi ’nin önünden geçilirken atılan toplar kendine getirebilir. Ama, Kulenin dibine dizilen bostancılar Padi­şahı selamlamak için iki kat eğildiklerinde, bundan o da kendine bir pay çıkarmasını bilir.

Hünkârların çeşit çeşit kayıkları, piyadeleri ve filikalan vardır. Haluk Y. Şehsuvaroğlu, Abdülaziz’in 16 tane kayığı olduğum söyler. Bunlardan ikisi 13 çifte köşklüdür. İkisi yedi çifte, biri dört çifte, dördü de üç çiftedir. Ama o, çokluk beş çifteye biner. Yalnız, Fransa İmparatoriçesi Eugénie 1869 yılı sonbaharında bü­yük bir tantana ve taraka ile İstanbul’a geldiği vakit Sultan Aziz om 13 çifte ile karşılamıştır. Tahttan indirilip Topkapı Sarayı’na taşındığı gün ise üç çifteye bindirilecektir ki, sultanlığının gerçek­ten uçup gittiğini omnla daha iyi çakacaktır.
Abdülhamit, padişahlığının ilk aylarında birkaç kez, cuma se­lamlığına gitmek üzere sandala binmişse de sonralan kayıklara tümden arka döndüğünden omn ne kayığı, ne de mayığı vardır. Bir defasında Sultan Aziz’den kalma 13 çifteyi onartarak, İstan­bul ’da konuk olarak bulunan Alman İmparatoru Wilhelm’e sun­mayı düşünmüşse de, son anda bir ihban değerlendirerek bundan vazgeçmiştir. Buna karşılık Sultan Reşat, Boğaz’da boyuna san­dallarla dolaşır. Çat Beylerbeyi ’nde, Çat Göksu’dadır. Halit Ziya onun köşklü kayığa bindiğini hiç anımsamadığını, ama yedi çifte­ye sık sık yüz verdiğini söyler.
Sadrazamın, valdesultanın, şehzadelerin, kadınefendilerin ve bütün uzun saç ve uzun sakalların kendilerine özgü kayıkları var­dır. Herkes kendi göbeğine ve aşamasına uyacak çifte kullaır. Sadrazam ile şeyhülislam -en uzun sakal onlardır- yedi çifteye biner. mevsimine göre, vaşak ya da sincap kürk giyen, beline akva adı verilen som sırmalı ve köstekli bir bıçak takan ve Sultan Reşat çağına değin aşaması sadrazam ve şeyhülislamdan sonra gelen kızlarağası -darüssadeağası- da üç ya da beş çiftede kıpır­damaz olur.
Vezirler beşer, görevleri doruk noktada olanlar ve sırmalı uzun siyah setre ile geniş zırhlı pantalon giyenler ve de kılınç takanlar -bunlar bâlâ rütbesini cebe indirmiş kişilerdir- dörder, “Saadetlü Efendim Hazretleri” diye anılanlar -ulâlar- üçer, sadece “Saadetli Efendim”e yatanlarla (ulâ sanileri) göze girmiş keratalar -mü­meyyizler- ise ikişer çifteyle seyrederler.

Kaplan Paşalar da “Kara Kancabaş” ya da “Yeşil Kancabaş” denilen yedi çiftelerde görünür. Karadeniz Boğazı Nazırı ’nın ka­yığı ise beş çiftedir. Bunların “kabanarin” diye özel bir adlar da vardır.
Elçilik kayıklarının kürek sayısını da Babıâli saptar. Elçiler beş çiftede balon kesilirler. Ne ki, İngiliz Amirali Nelson’un Brueys Kontu komutasındaki Fransız donanmasını 1798 ağustosunda İs­kenderiye’nin kuzeydoğusundaki Ebukir Körfezi’nde büyük bir yenilgiye uğratmasından sonra İngiliz Elçisi 7 çifte kullanmaya başlamıştır. Julia Pardoe onun göz kamaştırıcı bir yedi çiftede gör­müştür. Elçi kayıkta gazete okuyordur. Başında da kendisini bü­tün öteki elçilerden hemen ayıran eflatun bir fes vardır.

Böyle bir öykünün ayaklarına 1860 yılında Fransız Elçisi mar­ki de la Vallatte de yatar. Yedi çifte ile Boğaz’ı harmanlar ki, gö­renler padişahın geçtiğini sanır. Ne ki, o sıralar Paris’te Türk El­çisi olarak bulunan Ahmet Vefik Paşa buna bir karşılık olmak üzere Fransa İmparatoru Ill. Napoleon’un beyazboyalı arabasının tıpkısını yaptırmıştır. Bununla sokaklarda geziyor, Parisliler de İm­paratorun arabası sanarak telaşa düşüyordur. B umn üzerine Fran­sa Hükümeti, Osmanh Hariciye Nazırlığı’na başvurarak, arabanın değiştirilmesinin Paşaya bildirilmesini rica eder. Hariciye Nazırlığı da durumu yazı ile Ahmet Vefik Paşa’ya aktarır. Paşa, durumunu hiç değiştirmez ve Hariciye Nazırliğı’na şu karşı1ık yazısını yollar:

Fransız Hariciye Nazırı kendi elçilerinin Boğaziçi ’nde bindi­ği kayığı görmüyor da Osmanlı elçisinin Paris’te gezdiği arabayı mı görüyor? Elçi o kayığı ortadan kaldırırsa, bu araba da kendili­ğinden kalkar.
Çaresiz kalan Fransızlar marki de la Valette’e kayığı kaldırtır. Ahmet Vefik Paşa da arabasını siyaha boyatarak işi kapatır.
Saray kadınlarının bindiği kayıklar sadece bunlar değildir.

Bunlara bir de piyadeleri eklemek gerekir. Piyadeler daha çok ge­zintilerde kullanılır. iki, üç, dört ve beş çifte kürekli olurlar. Büyüklerine, dokuz oturaklı olanlarına zangoç denir. Piyadeler en in­ce yapılı kayıklardır. Uzun ve dardırlar.
Abdülhak Şinasi Hisar’a göre düş kurmak,düşüncelere dalmak için bunlardan daha uygun beşik yoktur. Bu beşikleri de hilali, pembezar gömlekli, ateş, al, vişne-çürüğü, kahverengi saltalı hamlacılar (birinci kürek), sigoryacılar (ikinci kürek) ve de mangacılar (üçüncü, dördüncü ve be­şinci kürek) sallar.
Bu oynak ve tüy gibi kayıkların kenarına serilmiş olan ve he­men suya düşecek duygusum veren sirma saçaklı al çuha, Boğaz’ın bütün renklerini kendine çeker. XIX. yüzyılda İstanbul’da görev yapan Amerikan Elçisi Cox, piyadelere en uygun yolcula­rın Türk kadınları olduğu kanısındadır. Ona göre,Türk kadını otur­duğu yerden hiç mi hiç kıpırdamaz. Kayığın dengesi de, böylece, hiçbir biçimde bozulmuş olmaz.
Piyadeler, kimi zaman, pereme adıyla da anılır. Ama bunlar da­ha çok kira kayıklardır. Piyadelerden de, az-biraz kabadır. Gelin görün ki, uzun mu uzun bir geçmişleri vardır. Taa Bizans’a değin dayanırlar. Bunların, gerektiğinde takılan bir direkleri, üçgen biçi­minde de “huri” yeklenleri bulumr. Peremeler dolmuş olarak da kullarılır. Son yıllarda ise peremeler olsun, piyadeler olsun, yerle­rini sandallara bırakmışlardır. Abdülhak Şinasi sandalların Sultan Hamit çağından sonra yaygınlık kazandığını söyleyecektir.
XIX. yüzyılda Boğaz’ı bir de yarış kikleri ya da futalar kaplar. Abdülmecit ve Abdülaziz çağlarında şehzadelerin bir sürü kayığı yanında bir de kik.leri vardır. Şehsuvaroğlu, amirallerin de kikleri bulunduğum belirtir. Kiklerin başomuzlarındaki yıldızlar onların akmalarını gösterir. Bir yıldız, tuğamiral; iki yıldız, tümamiral ve koramiral; üç yıldız, oramiraldir. Büyük amirallerin kiklerinde ay­rıca, baştan kıça, bir pus eninde, Jal rengi bir tiriz, bir çota bulu­mr. Kiklerde bir de “yat küreği” çekilir. Yat denildi mi, bütün kü­rekçiler yatar, kürekleri öyle çekerler. Kıyıdan bakanlar da, kikle­rin içinde, kimseleri göremeyerek şavullarlar.

Geçen yüzyılın sonlarında en iyi futalar da, Bebek’te şimdiler yıkılmış olan karakolun az ilersinde, denizden içerlek bir yalının altındaki işliğinde Corci Usta yapar. Corci Usta, mısırlı Halim Paşa’nın Londra’dan getirttiği bir kiki örnek alarak öyle futalar döktürmüştür ki, İstanbul’daki yabancılar bile bunların İngiliz futala­rından daha üstün olduklarına kalıplarını basmışlardır.
Boğaz’daki bağ, bahçe ve bostanlarda yetişen sebze ve meyvalar, Boğaz dalyanlarında tutulan balıklar da şehre pazar kayık­lar ile taşınır. Çünkü Boğaz vapurlar ancak 1854 yılından sonra işlemeye başlamıştır.
XVII. yüzyılın sonlarında Boğaziçi, Haliç ve marmara’daki kayık iskelelerinin sayısı pek kabarıktır. Bunlara borda eden pazar kayıklar da bin beş yüze yaklaşır. Bunlar Boğaz köyleri arasında yolcu da taşır. Her biri 50-60 kişi alır. Yolcular kayığın içindeki kilime otururlar. Ama kayığın bordasına oturup bacaklarını dışarı sarkıtan, ayaklarını kayığın dışına, boylu boyunca uzatılmış sırığa yaslayanlar da vardır. B u gibiler, 3-4 saat süren yolculuk için on para eksik verirler. Kayık içi yolcular ise, aynı yer için 30 para öder. Pazar kayıklar Saray için de yapılır. Saray eşyalar, saray dalkavuklar, saray atlar bir yerden bir yere taşınacaksa bunlarla taşınır. Saray mızıkası da bunlarla git-gel olur.

Pazar kayıklar 13 metre uzunluğunda ve 2,5 metre genişliğin- dedir. Baş ve şaşırtma diye anılan en uzun küreği 6,5 metredir. Ağırlığı da 80 kilodur. Allı hamlacı çeker ki, başlarına bir de reis çöker. A. Cabir Vada Boğaziçi Konuşuyor adlı yapıtında Sarıyer pazar kayığının tuzlu balık fıçılarını, Beykoz kayığının sepetçi çu­buklarım, Yeniköy kayığının da balıkları İstanbul’a taşımakta baş­lıca araç olarak kullanıldığını yazar. Kanlıca kayığı da boşu 16-17 kilo, dolusu 60-70 kilo ya da boşu 8 kilo, dolusu 20kilo çeken fı­çılarla Göztepe suyunu İstanbul’a uçurur.
Suyun soğukluğunu korumak için de fıçılar geceden dolduru­lur ve gün açılmaya başlamazdan iki saat önce kayıklar yola çıka­rılır A. Cabir Vada işin bundan sonrasını da şöyle dile getirir:
Kayığın iskeleye (Haliç’teki iskelelerden biri) yanaşmasın­dan sonra, fıçıların depolara taşınmasını üstlenmiş olan hammallar, ilkin bu fıçılara el atıp, yüzünü yeni yeni göstermeye koyulan güneşin sıcaklığından korumak için, onları sokakları gölgeli yan­larından iletirler. Kapaliçarşı'daki Kuyumcular Sokağı’na koşut sokaktaki sucu mihran, dükkânın bodrumuna yerleştirdiği küple­rin desteğiyle, suların doğal soğukluğum akşama değin koruma­yı başarır. Bu dükkândan içilen su, kaynağındaki tadı taşıdığından pekçok müşteri çeker.
Pazar kayıkları, bağli bulunduğu köyün maldır. Oradaki cami­nin ya da kilisenin, ya da iyiliksever bir kişinin vakfıdır. Büyük dere'nin pazar kayığının 1761 yılında ölen ve Rumelihisarı ’na gö­mülen maliye kalemi hulefasından mustafa Efendi yaptırmıştır ki, nasıl olup da yüzyı1lara karşı koyduğu bilinmemektedir. Anadolu- hisan’nın pazar kayığı ise Yasemin adında iyiliksever bir hatunun vakfıdır. Kendisi Fatih Sultan Mehmet Camii karşısındaki okulun bahçesinde yatmaktadir ki, bu okulu da kendisi yaptırtmıştır.
Kanlıca’nın pazar kayığı ise caminin vakfıdır. Cami de Sultan Süleyman çağında Erzurum ve Bağdat valiliklerinde bulunan İs­kender Paşa’nn bir hayrıdır. Avlusunda oğlu Ahmet Paşa ile bir­likte yatmaktadır. Sarıyer pazar kayığı da yine bir hatumn vakfı­dır ve de cami vakfına bağlıdır. Camiyi sorarsamz, o da Ali Kethü­da eliyle yaptırılmış ve 1720 yılında Kethüda mehmet Ağa ona onarım koydurmuş ve bir tuğla minare eklemiştir.
Ama biz, Boğaz’dakilerin kalbini İskender aynası eyleyen bu kayıklar bir an durduralım.
Gizliden gizliye silistre sesleri duyulmaya başlamıştır.
Boğaz kimi zaman, çevresine pek çaktirmasada silistrelere ya­tar.
Bir saatte 4 kez o silistreler kaçar yine gelir. Altı saat gider Bo­ğaz sular kurur ve altı saat gelir, büyük kulak sevinçleri olur. Al­tı saatten sonraki üç saatte, az az gider, az az gelir. On altı saatten sonra 24 saat bütünleninceye değin kısıldıkça kısılır.
Yani Boğaz bir de belli belirsiz silistre sesleridir.





Not: Bazı yazım hataları, tarandıktan sonra, yazı formatına çevirmenin zorluğundan kaynaklanmaktadır. Gözümden kaçanlar olmuştur. Görmezden geliniz lütfen.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 19 Şubat 2018, 19:27:07 Gönderen: Ahmet Kabaalioğlu »

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: KAYIKEVİ
#295: 18 Şubat 2018, 16:34:14
Ne iyi ettin de Salâh Birsel Amcanın Boğaz Kayıkları resmi geçitini burada bizimle paylaştın Kaan.
 Şimdi değil ama o devirlerde gerçekten de içinden deniz geçen kent uzun zamandır yavaş yavaş ölüyor.
Halkının denizle iç içe yaşadığı " Bunlara bir de piyadeleri eklemek gerekir. Piyadeler daha çok ge­zintilerde kullanılır. iki, üç, dört ve beş çifte kürekli olurlar. Büyüklerine, dokuz oturaklı olanlarına zangoç denir. Piyadeler en in­ce yapılı kayıklardır. Uzun ve dardırlar. Abdülhak Şinasi Hisar’a göre düş kurmak,düşüncelere dalmak için bunlardan daha uygun beşik yoktur. Bu beşikleri de hilali, pembezar gömlekli, ateş, al, vişne-çürüğü, kahverengi saltalı hamlacılar (birinci kürek), sigoryacılar (ikinci kürek) ve de mangacılar (üçüncü, dördüncü ve be­şinci kürek) sallar.Bu oynak ve tüy gibi kayıkların kenarına serilmiş olan ve he­men suya düşecek duygusum veren sirma saçaklı al çuha, Boğaz’ın bütün renklerini kendine çeker. " tasvirinde ne kadar belli.

  • IP logged
« Son Düzenleme: 19 Şubat 2018, 19:21:11 Gönderen: Ahmet Kabaalioğlu »
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#296: 18 Şubat 2018, 20:59:58
Araya bir kitap sıkıştırayım.

Maalesef yine yabancı bir kaynak ama ;

Seân McGrail'in " Boats of the Word- from the stone age to medieval times "

Kitabını isteyebileceğinizi düşündüm.

https://yadi.sk/i/IbMOAbxO3SWZv7
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#297: 19 Şubat 2018, 14:44:06
Çok büyük ve önemli bir entelektüelimizdi.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#298: 20 Şubat 2018, 00:59:44
Bakın ne buldum, bu konu başlığına çok yakışır. Boğaz kayıkları falan derken , resimin altını dolduralım bari. Bir zamanlar bir yerlerde konuşmuştuk bu konuyu.

  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#299: 20 Şubat 2018, 11:29:48
Maskara akıntısını yenebilmek için, burnu dönünceye kadar tekneyi karadan çeken denizciler. Boğaz konusu, Orkoz konusu geçen tüm başlıklarda mutlaka sohbeti geçer.




Not :
Resim, "İzzetâbâd Kasrı: Akıntıburnu'ndan Akıp Giden Zaman" kitabından, ki bende yok.
Bu tür kitaplara düşkün olanlar var ise, bilmeyenler için söyleyeyim, genellikle az sayıda oldukları için "mezat" usulü satılıyorlar. Özellikle Beyoğlu'nda ki kitap mezatçılarında deniz ve eski tekneler üzerine yazılmış eski eserlerin bulunabilmesi olası.

 
  • IP logged

 
Yukarı git