Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#270: 24 Aralık 2017, 21:43:30
Teşekkür ederim  :)
  • IP logged

  • *
  • İleti: 2553
Ynt: KAYIKEVİ
#271: 24 Aralık 2017, 21:45:34
Bu bölüm hazine adası gibi oluyor gitgide. Eline sağlık Kaan cım.
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#272: 24 Aralık 2017, 21:49:14
Teşekkür ederim abi.

Herkesin paylaşımına açık sonuçta. Hep beraber ilginç bir okuma bölümü oluşturacağımıza inanıyorum.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: KAYIKEVİ
#273: 28 Aralık 2017, 19:42:44

İçimde sevgili öğretmenimin vasiyeti hep durdu...Ölümünden bir iki gün önce Mehmet H.Doğan'a yaptığı sözlü vasiyette şöyle demişti, dünya ile yaşıt olan,o koca Halikarnas Balıkcısı ;'Ne diyorum şimdi ben! Bunca yıl kafa patlatmışım,bir şeyler koymuşum ortaya,bunları kullanacaksınız. Yani benim aklımı kullanacaksınız, başkaları da sizden öğrenecek bir şeyler..."Bu günlerden tam 40 yıl önce bana verdiği kitabına ise 'denizci sende senden sonrakilere anlat' yazmıştı... Onun aydınlık insanlara bıraktığı 3 bin yıllık kültür mirasını ve Arşipel'den Ege'ye, benzerinin dahi tekrar yazılması mümkün olmayan şiirsel deniz edebiyatını ifade edebilecek tek kalem, yine onun kalemidir..  -Haldun Sevel-

Bahri Sefid Akdeniz
     
Anadolu Akdeniz kıyılarının başka denizlerde rastlanmayan kimi özelliklerinden söz edeceğiz.Bu özellikleri yabancılar bilmez.Biz de pek farkında olmayız.Yakamozlar her denizde az çok vardır.Ama ne kadar çok da olsalar Akdeniz'deki kadar değildir.Kayıkla kıyıdan geçin,kayık bir gece donanma şenliği üzerinden kayar sanki.Denizde bir fener alayı olur.Suda havai fişekleri uçar,süzülür,patlar,dört yana renk renk pırıl pırıl yıldızlar savrulur.Bir sürü çarkıfelekler fırıl fırıl döner,maytaplar alevlenir,kıvılcımlar savrulur.Elinizi batırın suya,gövdeniz karanlıkta görünmez ama suya batırdığınız eliniz ay hamurundan olur.Kendinizi kaldırıp denize atın,tepeden tırnağa gövdeniz ışıktandır.Yakomozlar içine gömülü bir nur parçası olursunuz.Bir dönünüz denizde,bir alev burgacı döner.Elinizi bacağınızı sallayınız,karanlık sularda samanyolları yaratırsınız.

Akdeniz suları mikroskobik yaratıklarla yüklüdür.Parmağınızı denize batırınız,su hafifçe süner ve yapışkandır.İnsan da dahil bütün canlıların en erken temsilcileri,o Akdeniz sularına denizsütü dedirten o mikroskobik yaratıklardır.Doyuruculuk ve yaratıcılık topraklarda bilinir hep.Oysa asıl analığın timsali denizdir.Akdeniz -denizsütüyle- engin bir memedir.

O denizsütü kimi gece Akdeniz'de yakılan kükürt gibi mavi mavi parlar.Ama çoğu kez elektrikli bir aklıkla yanar.Akdeniz Anadolu kıyılarında boydan boya aydınlanır.Bu aydınlanış hayatın şafağıdır.İşte bu nedenle Akdeniz'e "Bahri Sefid Akdeniz" denir.Ölenler nur içinde yatarlar ya; nur içinde olmak için ölmek gerekmez.Her yıl Akdeniz'e gidip nur içinde yüzmeli.

Hele ay ışığı Akdenizine ne demeli? Ayın görünüşüyle beraber,Anadolu bir peri masalına döner.Denizden ay ışığı akıta akıta ay ışığından bir gövde olarak çıkarsınız...
Halikarnas Balıkçısı

Meraklısına notlar :
Bahr-i Sefid - Osmanlıcada "Akdeniz"

Cezayir-i Bahri Sefid: Barbaros Hayreddin Pasa'nin adini taşıyan Kaptan Pasa Eyaletinin 16. yüzyıl sonlarindan itibaren Osmanli idari taksimatinda taşıdığı isim. 1867'de kabul edilen vilayetler nizamnamesi ile Biga, Midilli, Sakiz, Rodos, İstankoy ve Kıbrıs sancaklarini da içine alan bir vilayet haline geldi. Vilayet merkezi ise sirasiyla kale i sultaniye (Gelibolu), Sakiz ve Rodos oldu.
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#274: 29 Aralık 2017, 12:35:05
Öğlen molanızda, plazalarda ki masalarınızın başında, kahvenizi yudumlarken sizi iş yükünden kurtaracak bir kaç satıra hazır mısınız?


VICTOR HUGO  Deniz İşçileri 

Ta eski çağlardan, insanoğlunun kaosun yabanıl uğultusunu vurgulaya vurgulaya sesini yükselttiği, çığlıklarını, hâlâ tufanın balçığına bulanmış yeryüzünün üzerinden geçen esintilere, ilk ateşin parıltılarına kattığı o oluşumun bulanık şafağından gelen efsanevi bir destan; bir mitoloji masalı ;

İşte bu nedenle, pek çoğumuzun çocukluğunda okuyup da bir daha yeniden ele almadığı bu kitap yazarı ve yazıldığı tarih bilinmeyen öykülere benziyor. Aslında zaten biz de onu toplum sahneleriyle, o otoportreleriyle karşılaştırmaktan kesinlikle kaçınıyoruz. İnsanların kötülüğünün çalışmaktan, üretmekten uzaklaştırıldığı gemi kalıntısını denizin, kasırganın, ahtapotun elinden çekip kurtarmaya uğraşan Gilliatt’ın akıliara durgunluk veren girişimi, genç adamın adımlarını, en eski alfabenin harflerinin okunduğu, bir düşselin koyduğu taşların sıralandığı yolu izleyerek insanoğlunun yeryüzünde belirdiği tarihin belirtilebileceği adımların içine oturtuyor.

Tam tamına bir yüzyıl önce kaleme alınan bu sayfalarda, doğa güçlerinin bütün şiddetlerini henüz olduğu gibi korudukları, dünyanın kuruluş döneminin şiirini buluyoruz. Ama, aynı zamanda insanoğlunun öğrenme, dünyaya alışma, aşamaya başlama evresinin bir şiiridir bu. Âdem gözlerini açar ve başında dünyanın hesaba katmak zorunda olduğu bir ölçüyü yansıtır. Gilliatt çocukluk ve doğa durumundan, yetişkin, ergin yaşamın çarpışmalarına, savaşımlarına ve kavgalarına geçer hemen.

Bu duruma, hiç de kendisine uygun olmayan o çocuk-kadının, Deruchette’in gönlünü fethedebilecek yetenekte kibar, zarif bir roman kahramanı gibi midir Gilliatt?
İnsanoğlunun gönençli, mutlu bir toplumun temellerini atmak için dünyaya geldiğini kanıtlamak isteyen Robinson Crusoe gibi midir?
Hayır, efendim.
Gilliatt toplumu yeniden yalnızlığın içine atmaz; toplumsal üstünlüklerini de orada kazanmaz. Doğa güçleriyle dünyada bir başına boy ölçüşmek için insanlardan ayrılır ve onların içine yeniden karışır karışmaz da yeniden Okyanus’un bağrına döner.
Burada, romanın kahramanı ve Moby Dick’in son satırlarında olduğu gibi: “beş bin yıl önce olduğu gibi kefenini yuvarlayarak”, son sayfada yeniden onun üzerine kapanıp izini bile yok eden denizden başka çift yoktur.

Mitoloji ateşinin, bir topluma ait olan ve bir insan yazgısına kavuşan birisi tarafından çalındığını çok iyi biliyorum. Olağanüstü bir elipsle, Deniz İşçileri, en yaşlı efsane yazarını, hemen çağdaş bir bilinçle birleştirir. Sanki, beş bin yıldan beri o ıssız kayasının üzerinde terk edilen Gilliatt, XIX. yüzyılda, bir sabah, Fransa kıyılarının hemen pek yakınında uyanıvermiş gibi…

Elleri bomboş değildir. O uyurken, Tarih yürümüştür. Sahilleri aşındıran, örenleri yontan Zaman’ın dişleri arasında, -doğrudur, yıktığından fazlasını getiren- insanoğlunun da dişleri vardır.
Onun adı da, karlı patikadaki Gilliatt’ın adı gibi, dünyanın bütün alanında görünür hale gelmeye başlıyor.
Münzevi keşiş, kuşların çıplaklığını bölüşmek için yerleşmiyor yuvasına. O oraya Durande’ın makinesini geri almak için gelmiştir. Geri kalanı, batık geminin ahşap kesimleri, araç gereçlerin madeni terk edilebilir. Her ne pahasına olursa olsun, sadece ve sadece makine kurtarılmalıdır; o bizi yeniden tarih öncesinin yavaşlıklarına düşmekten kurtaracaktır, o kesin ivmedir, en kestirme yoldur.

Ve küçük bir bölüm ekleyelim. Ahtapotun muhteşem anlatımı

                                                                                                                                                       CANAVAR

"Ahtapota inanmak için onu görmek gerekirdi. Eski su ejderhaları ahtapotun yanında gülünç kalır.
Kimi zaman insanın, düşlerimizde yüzen o ele geçmezin çizgilerinin belirdiği mıknatıslara rastladığını, düşün bu karanlık sabitleşmelerinden de yaratıkların çıktığını düşüneceği gelir. Bilinmez, mucizeyi emrinde hazır tutar, canavarı meydana getirmek için ondan yararlanır. Orfeus, Omeros, Hesiodos ancak düşsel canavarlar yaratabilmişlerdir.
Ahtapotu Tanrı yarattı.
Tanrı, isterse, iğrençte kusursuza erişir.
Bu istencin nedeni, niçini dindar düşünürü dehşete salar. Bütün ülküleri kabul edersek, dehşet bir amaçsa ahtapot bir başyapıttır.

Balinada muazzamlık vardır, ahtapot küçüktür; suaygırının bir zırhı vardır, ahtapot çıplaktır; yararaka yılanının ıslığı vardır, ahtapot dilsizdir; gergedanın tek boynuzu vardır, ahtapotun boynuzu yoktur; akrebin iğnesi vardır. Ahtapotun iğnesi yoktur; çıyanın kıskaçları vardır, ahtapotun kıskaçları yoktur; maymunun tutucu kuyruğu vardır, ahtapotun kuyruğu yoktur, köpekbalığmın keskin yüzgeçleri vardır, ahtapotun yüzgeçleri yoktur; iri kulaklı yarasanın tırnaklı kanatları vardır, ahtapotun kanatları yoktur; kirpinin dikenleri vardır, ahtapotun dikenleri yoktur; kılıçbalığmın palası vardır, ahtapotun palası yoktur; tor-pilbalığının yıldırımı vardır, ahtapotun yıldırımı yoktur; karakur-bağanın bir virüsü vardır, ahtapotun virüsü yoktur; engerek yılanının zehiri vardır, ahtapotun zehiri yoktur; aslanın pençeleri vardır, ahtapotun pençeleri yoktur; uşakkapan kuşunun gagası vardır, ahtapotun gagası yoktur; timsahın çenesi vardır, ahtapotun dişleri yoktur.

Ahtapotun kendine özgü kütlesi yoktur; korkutan, gözdağı veren bağırması, zırhı, boynuzu yoktur; iğnesi yoktur; kıskacı yoktur; tutucu ya da yaralayıcı kuyruğu yoktur; kesici yüzgeçleri, tırnaklı kanatları yoktur; dikenleri yoktur; kılıcı yoktur; elektrik akımı yoktur; virüsü yoktur; zehiri yoktur; pençeleri yoktur; gagası yoktur; dişleri yoktur. Öyleyken, ahtapot gene de hayvanların en korkunç silahlısıdır.

Ahtapot nedir öyleyse? Bir vantuzdur.

Açık denizlerin sığ kayalıklarında; suyun bütün gösterişlerini yaydığı, gizlediği yerlerde; gezilmeyen kayaların çukurlarında; bitkilerin, kabuklu hayvanların bol olduğu bilinmez mağaralarda; okyanusun derin kapılarının altında; yörenin güzelliğinin çekiciliğine kapılıp da oraya giren bir yüzücü böyle bir karşılaşma tehlikesindedir. Böyle bir rastlantıyla kaşılaşırsanız, meraka kapılmayın, kaçın. İnsan oraya gözleri kamaşarak girer, dehşetle çıkar.

Açık denizin kayalıklarında karşılaşabileceğiniz bu rastlantı bakın nasıl bir şeydir:
Kurşunimsi bir şekil suyun içinde dalgalanır. Kol kalınlığındadır, yarım arşın kadar uzunluğu vardır. Bu bir paçavradır; sapsız, kapalı bir şemsiyeye benzer. Bu paçavra azar azar size doğru ilerler. Birdenbire açılır, iki gözü olan bir yüzün çevresinde sekiz kol birden uzanıverir. Bu kollar canlıdır; dalgalanmalarında alevlenmeler vardır. Bu bir çeşit tekerlektir; açık haldeyken bir buçuk metre çapındadır. Korkunç açılma. Bu korkunç şey üzerinize atılır.

Deniz ejderi insanı zıpkınlar.
Bu hayvan avının üzerine yapışır, onu örter, uzun şeritleriyle bağlayıp düğümler. Hayvanın altı sarımtıraktır, üstü toprak rengi. Bu anlatılamaz toz rengini hiçbir şey tanımlayamaz; suda yaşayan, külden yapılmış bir hayvan sanırsınız. Biçim bakımından örümcekgillerdendir, renk bakımından da bukalemun. Öfkelenince mosmor olur Korkunç şey:
Yumuşaktır da.
Onun düğümleri insanı sımsıkı bağlar; inme inmiş gibi olursunuz.
Görünüşü iskorbütü, kangreni andırır. Canavarlık biçimine girmiş hastalıktır o.
Onu çekip koparamazsınız. Avına sıkı sıkıya yapışır. Nasıl? Boşlukla. Başlangıçta geniş olan sekiz kol giderek incelir, iğne gibi sona erer. Her birinin altında, birbiri yanı sıra, gitgide ufalan kabarcıklar uzanır; büyükler başa yakındır, küçükler uçtadır. Bunlar iki sıradır, her sırada da yirmi beş kabarcık vardır. Demek ki her kolda elli, bütün hayvanda da dört yüz kabarcık. Bu kabarcıklar vantuzlardır.

Bu vantuzlar boru biçiminde, kıvrık, morumsu kıkırdaklardır. Büyüklerde bunlar beş franklık madeni paranın çapından bir mercimek büyüklüğüne kadar küçülerek gider. Bu boru parçaları hayvandan çıkar, geri döner.
Bunlar avın içine iki, üç santim saplanabilirler. Bu emme aracında bir kalevyenin bütün inceliği vardır. Doğrulur, sonra kaçar. Hayvanın en ufak isteklerini yerine getirir. En ince duyarlılıklar bile hayvanın iç hareketleriyle dış olayları ayarlayan bu vantuzların büzülebilme yeteneğine erişemez. Bu ejderha duygulu bir yaratıktır.
Denizcilerin "ahtapot", bilimin "kafadanbacaklı", efsanenin de "kraken" adını verdiği canavardır bu. ingiliz gemiciler ona devil-fish (şeytan-balık) derler. Blood-sucker {kan emici) adını da verirler. Manş Denizi adalarında "ahtapot" denir.

Ahtapot Guernesey'de pek seyrektir, Jersey'de çok küçüktür, Serk'teyse çok büyüktür, sık da rastlanır.
Buffon yayınlarından, Sonnini'nin yaptığı bir estamp bir savaş gemisini kollarında sıkan bir "ahtapof'u gösterir. Denis Montfort yukarı enlemlerde ahtapotun bir gemiyi gerçekten batırabilecek güçte olduğunu söyler. Bory Saint-Vincent bunu yalanlar ama, bizim bölgelerimizde insana saldırdığını kabul eder. Serk'e gidin, Brecq-Hou yakınında, bir ahtapotun, birkaç yıl önce, bir İstakoz avcısını yakalayıp boğduğu kaya çukurunu size gösterirler. Ahtapotun yüzgeçleri olmadığı için yüzemeyeceğini sanmakla Peronla Lamarck aldanıyorlar.

Bu satırların yazarı Serk'te bir mağarada bir ahtapotun yüze yüze bir yüzücüyü kovaladığını kendi gözleriyle gördü. Öldürüldükten sonra onu ölçtüler, bir boydan bir boya bir buçuk metreydi, dört yüz de emici vardı. Hayvan, can çekişirken, kıvrana kıvrana onları dışarıya doğru itiyordu.
Yüksek derecedeki içgüdüsünün büyücülüğe kadar indirdiği ya da çıkardığı o gözlemcilerden birine, Denis Montfort'a göre ahtapotta aşağı yukarı insanların bütün tutkuları vardı. Bu arada, ahtapot nefret eder. Gerçekten de, salt düşüncede, iğrenç olmak nefret etmek demektir.
Biçimsiz, çirkin olan bir şey yok etme gereksinimiyle çırpınır ki bu da onu düşman haline getirir.

Yüzen ahtapot, denebilir ki, kılıfın içinde durur. Bütün kıvrımlarını sıkı sıkı kapatarak yüzer. İçinde bir yumruk olarak dikilen bir elbise kolunu gözlerinizin önüne getirin. Hayvanın başı olan bu yumruk sıvıyı iter, belirsiz bir dalgalanmayla ilerler, iki gözü, büyük olmakla birlikte su renginde oldukları için, pek belirli değildirler.
Ahtapot avlanırken ya da pusuda yatarken, göze görünmez; küçülür, toparlanır; en basit haline gelir. Alacakaranlıkla karışır. Dalganın bir kıvrımına benzer. Canlı bir şeyden başka bir şeye benzer.
Ahtapot ikiyüzlüdür. Ona aldırış edilmez; birden, açılıverir. istenci olan bir yapışkanlık, bundan daha dehşet verici ne olabilir! Kinle yoğrulan ökse.
Denizin bu obur iğrenç yıldızı berrak suyun en güzel mavisinde birdenbire ortaya çıkıverir. Yaklaşması yoktur; işte bu korkunçtur. Hemen hemen daima insan onu gördüğü anda yakalanır.
Yalnız, gece, özellikle de çiftleşme mevsiminde, ahtapot yakamozlanır.
Bu korkunç şeyin aşkları da vardır. Evlenmeyi bekler. Kendini güzelleştirir, yanar, aydınlanır, sonra da bir kayanın tepesinden, onun aşağıda, kapkara derinliklerde soluk bir ışıldamayla, hayalet güneş gibi, yayıldığı görülür.

Ahtapot yüzer; yürür de. Ahtapot bir parça balıktır, bu onun bir parça da sürüngen olmasına engel değildir. Denizin dibinde sürünür. Yürürken sekiz ayağını da kullanır, tırtıl gibi sürüklenir.
Ahtapotun kemiği yoktur, kanı yoktur, eti yoktur. Gevşektir, içinde hiçbir şey yoktur. Bir deridir. Sekiz kolu da bir eldivenin parmakları gibi içten dışa çevrilebilir.
Gövdesinin ortasında bir delik vardır. Bu tek boşluk anüs mudur, ağız mıdır? Aynı zamanda her ikisidir.
Aynı delik iki işi de yerine getirir. Hem giriş, hem çıkıştır. Hayvan baştan başa soğuktur.

Bu Akdeniz etoburu iğrençtir. Yüzücüyü saran, ellerin içine battığı, tırnakların içine göçtüğü, öldüremeden yırtılan, çıkaramadan koparılan, parmaklarınızın arasından geçen bu kaygan, yapışkan yaratıktan, şu canlı jelatinden dokunması daha iğrenç bir şey olamaz; hiçbir korku, şaşkınlık sekiz yılanın hizmet ettiği şu Medusa'nın, ahtapotun birdenbire ortaya çıkıverişine şu eşit olamaz.

Ahtapotun kucaklamasına benzer şaşırtıcı, heyecan verici bir kucaklama daha yoktur.
Size saldıran bir hava makinesidir. Ayakları olan boşlukla uğraşmak zorundasınız. Ne tırnak ne diş, anlatılamaz bir hacamat. Isırma korkunçtur ama, emilme kadar değil. Vantuzun yanında bir pençe hiçtir. Pençede, etinize giren palvandır; vantuzda hayvanın içine giren sizsiniz. Kaslarınız şişer, lifleriniz kıvrılır, deriniz iğrenç bir ağırlığın altında çatlar, kanınız fışkırır, korkunç bir şekilde yumuşakçanın akkanına karışır. Hayvan binlerce iğrenç ağzıyla sizin üzerinize gelir. Deniz ejderi insanla tek vücut olur; insan deniz ejderine karışır. Artık ikiniz bir teksinizdir. Bu hayal sizin üzerinizdedir. Kaplan ancak sizi yiyebilir; ahtapotsa -korkunç- sizi soluğuyla içine çeker. Sizi kendine, içine çeker; siz de, bağlı, ökseye tutulmuş, güçsüz-kuvvetsiz, yavaş yavaş bu korkunç çantanın içine boşalır gibi olursunuz; bu çanta bir canavardır.

Diri diri yenme korkunçtur; bunun da ötesinde anlatılamaz derecede diri diri içilmek vardır.
Aşırı ihtiyat alışkanlığıyla bilim önce bu hayvanları kabul etmez, hatta olaylar karşısında bile; sonra da onları incelemeye karar verir; onları kesip biçer, sınıflandırır, kataloglara geçirir, üzerlerine birer etiket yapıştırır; onları müzelerde cam altına yerleştirir; terimler sözlüğüne girerler; bilim onları yumuşakçalar, omurgasızlar, ışınlılar diye niteler; yakınlarını bulur; mürekkepbalıklarının biraz ötesinde, sepia'ların biraz berisinde.

Bilim bu tuzlu su ejderlerine tatlı suda bir benzer bulur; su örümceği. Onları büyük, orta, küçük türler diye böler; büyüğüne karşılık küçük türü daha kolaylıkla kabul eder, bu da zaten bütün dallarda bilimin eğilimidir. Bilim teleskobik olmaktan çok mikroskobiktir. Onların yapılışına bakar, "kafadanbacaklılar" adını verir, dokunaçlarını sayar, "sekizayaklılar" adını verir. Bunu yaptıktan sonra, onları orada bırakıverir. Bilimin bıraktığı yerden onları felsefe alır.

Felsefe de bu yaratıkları inceler. Bilimden hem daha yakına, hem daha uzağa gider. Felsefe onları teşrih masasına ya-tırmaz; onları düşünür. Neşterin çalıştığı yerlere varsayımları sokar. Son nedeni araştırır. Düşünürün derin tasası. Bu yaratıklar onu hemen hemen yaratıcı üzerinde kaygıya düşürür. Bu hayvanlar beklenmedik, iğrenç şeylerdir.
Düşünceye dalanın oyun bozanlarıdır. Düşünen çılgınca onları görür. Onlar kötülüğün istenilen biçimleridir.

Yaradılışın bu kendi kendine olan küfürleri önünde ne hale gelmeli?
Kime kızmalı?

Olabilirlik korkunç bir dölyatağıdır. Bilmece canavarlar halinde somutlaşır. Bu kütleden, parça parça karanlıklar çıkar; ölümsüzlük. Bunlar birbirini yırtar, birbirinden ayrılır, yuvarlanır, yüzer, yoğunlaşır, çevredeki karanlıktan borçlar alır, bilinmez kutuplanmalara uğrar, hayat bulur, karanlıkta bilinmez hangi biçime girer, miyazmayla da bilinmez hangi ruha bürünürler; ölü ruhlar olarak, canlılığın içinde dolaşırlar. Bu, hayvan haline gelmiş koyu karanlıklar gibi bir şeydir. Ne yararı var? Bu ne işe yarar? Sonsuz soru.
Bu hayvanlar canavar oldukları kadar hayalettirler de. Onlar hem kanıtlanmıştır, hem de olasılık dışıdırlar. Var olmak onların gerçeğidir, olmamak onların hakkıdır.

Ölümün iki can; İdaridir. Onların mantıksızlıkları varlıklarını zorlaştırır. Akıl sınırının yakınındadırlar, hayal sınırını doldururlar. Siz "Vampir yoktur" diyorsunuz, ahtapot ortaya çıkıyor. Onların kaynaşması bizim güvenimizi şaşırtan bir gerçektir. Bununla birlikte, gerçek olan iyimserlik onların karşısında hemen hemen ne yapacağını şaşırır. Onlar kara dairelerin görülen uçlarıdır. Bizim gerçeğimizden bir başkasına olan geçici işaretlerdir. Düşünürün gecenin bodrum penceresinden belli belirsiz fark ettiği o korkunç yaratıklar başlangıcına aitmiş gibidirler.

Önce görülmezin içinde, sonra da olabilirin içinde, bu canavarları büyücülerle filozofların kendinden geçmeleri, sabit bakışları seçer gibi olmuş, belki de görmüştür.
Cehennem diye bir yerin bulunabileceği düşüncesi işte bundan gelir. Şeytan görünmezin kaplanıdır.
Ruhların yırtıcı, vahşi hayvanını insanlara iki hayalci açıkladı; birinin adı Yuhanna, ötekinin adı Dante Gerçekten de karanlık çemberleri sonsuzluğa kadar sürüp gidiyorsa bir halkadan sonra bir başka halka geliyorsa, bu hep böyle sınırsız bir ilerlemeyle sürüyorsa, bizim şüphe etmeye kararlı olduğumuz bu zincir gerçekte varsa, şurası kesindir ki bir uçtaki ahtapot öbür uçtaki Şeytan'ı kanıtlar. Bir uçtaki kötünün öbür uçtaki kötülüğü kanıtladığı bir gerçektir.
Her kötü hayvan, bozuk ahlaklı her zekâ gibi, bir sfenkstir. Korkunç bilmeceyi soran korkunç sfenks.

Kötülüğün bilmecesi.

Büyük düşünürleri çifte tanrıya doğru Manes mezhebinde-kilerin korkunç ikiyüzlülüğüne doğru eğen işte kötülüğün bu mükemmelliği, kusursuzluğudur.
Son savaşta, Çin imparatorunun sarayından çalınan bir Çin ipeklisi, tırtılı yiyen kırlangıcı, kırlangıcı yiyen kartalı, kartalı yiyen yılanı, yılanı yiyen timsahı, timsahı yiyen köpekbalığını temsil eder.

Gözlerimizin önündeki bütün doğa hem yer, hem yenir. Avlar birbirini ısırır.

Bununla birlikte, bilginler, aynı zamanda filozof olan, böylelikle de yaradılışa karşı iyi niyet sahibi olan bilginler açıklamayı bulurlar ya da bulduklarını sanırlar. Hele son hedef, daha sonraları Geoffroy Saint-Hilaire'in Cuvier'ye karşı olduğu gibi, Buffon'a karşı olan şu gizemli düşünürü, Bonnet De Gene-ve'i pek şaşırtmıştır. Açıklama şu olabilir: Ölüm her yerde olduğu için her yerde bir şeylerin gömülmesini istiyor. Yırtıcılar gö-mücülerdir.
Bütün yaratıklar birbirinin içine girer. Çürüme besindir. Yeryuvarlağının korkunç temizlenmesi. Et yiyici olan insan da bir gömücüdür. Hayatımız ölümden meydana gelmiştir. Korkunç yasa böyledir. B
Bizler mezarız.

Bizim alacakaranlık dünyamızda düzenin bu kaçınılmazlığı canavarları oluşturur. Siz: "Neye yarar?" dersiniz. Bu böyledir. Bu bir açıklama mıdır? Bu, sorunun karşılığı mıdır? Peki öyleyse, neden başka bir düzen yok? Soru yeniden ortaya çıkıyor. Yaşayalım! iyi, hoş ama, çalışıp çabalayalım da ölüm bize ilerleme olsun. Daha az karanlık dünyalar isteyelim.
Bizi oraya götüren bilincin ardından gidelim. Çünkü şunu asla unutmayalım ki iyi, ancak iyiyle bulunur."
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: KAYIKEVİ
#275: 29 Aralık 2017, 13:40:52
Hugo'nun Deniz İşçilerini babamı kaybettiğim 1975 haziranında orijinal dilinden okumuştum.
Gilliatt'ın çabasını 20 yaşında değerlendirmek ile sonraki okumalarda, belki 40'lı ve en son 6o'lı yaşlarda okumak arasında devasa farklar oldu.

Deniz İşçileri her denizcinin okuması gereken bir kitap ama her "insan"ın da okuması gerektiğine inandığım bir "baş yapıt"

Bu arada, tabii, biz ahtapotlara artık Hugo'nun karasal gözünden bakmıyoruz. :) :)
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#276: 29 Aralık 2017, 14:38:53

Bu arada, tabii, biz ahtapotlara artık Hugo'nun karasal gözünden bakmıyoruz. :) :)


Zuzaylılar  ;D
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#277: 29 Aralık 2017, 14:41:00
Latin ve antik Yunan edebiyatını seviyor musunuz ?

Tüm eserlerin orjinal ve ingilizce olmak üzere yayınları. Bir sayfada orjinalini görüntülerken diğer sayfada ingilizcesini okuyabilirsiniz.
Aklınızda bulunsun, her yerde bulamazsınız.

https://ryanfb.github.io/loebolus/
  • IP logged

  • *
  • İleti: 232
Ynt: KAYIKEVİ
#278: 29 Aralık 2017, 18:08:56
Üfff çok değerli bir külliyat, teşekkürler. Gerçi greklerin, işin esasını Mısır’dan aldıktan sonra özellikle teolojik ve felsefi konuları helenleştirmek adına içine epeyi ettiklerini biliyoruz, ama yine de çok değerli. Teşekkürler


BALIM SY
  • IP logged
BALIM SY

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#279: 29 Aralık 2017, 23:14:54
Öğlen molanızda, plazalarda ki masalarınızın başında, kahvenizi yudumlarken sizi iş yükünden kurtaracak bir kaç satıra hazır mısınız?

VICTOR HUGO  Deniz İşçileri 


Abi naptın ya. Zaten burada yaptığın paylaşımları tam okuyamamışken, benim hayal dünyamın eserini paylaşmışsın. Bu yüzden gerçek ahtapotu görene kadar ahtapottan tırsmışımdır yıllarca.

Deniz İşçileri her denizcinin okuması gereken bir kitap ama her "insan"ın da okuması gerektiğine inandığım bir "baş yapıt"
 

Cem Abi çok doğru bir tespit.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#280: 31 Aralık 2017, 14:40:49
KAYIKEVİ, HEPİNİZE İYİ YILLAR DİLER.

YENİ YIL HEDİYESİ OLARAK, VIRGINIA WOOLF KİTAPLIĞI HİZMETİNİZDEDİR.



https://yadi.sk/d/kzE_j3PF3NZj4C
  • IP logged

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#281: 01 Ocak 2018, 00:30:13
KAYIKEVİ, HEPİNİZE İYİ YILLAR DİLER.

YENİ YIL HEDİYESİ OLARAK, VIRGINIA WOOLF KİTAPLIĞI HİZMETİNİZDEDİR.



https://yadi.sk/d/kzE_j3PF3NZj4C

Aşırı doz uyguluyosun. Cemaat yetişmekte zorlanıyor. :)

Bu arada  Kayıkevinin Reisine de iyi yıllar, paylaşımların için çek teşekkürler eline emeğine sağlık.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#282: 01 Ocak 2018, 12:08:45
Rica ederim,  :)

Bu yıl, umarım herkesin bacası böyle olur ama bakalım artık, 2019'a daha var  ;D


  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#283: 03 Ocak 2018, 13:03:38
Issız Bir Adada 4 Yıl Hayatta Kalan Gerçek Robinson, Alexander Selkirk




Daniel Defoe, yazdığı Robinson Crusoe kitabında, Alexander Selkirk‘in hayat hikayesinden ilham almıştır. Hepimizin bilinç altında bir şekide olmuş bir hikayedir, ıssız bir adada yaşayan adam. Çoğumuz bunu duysa da hiçbirimiz böyle birşeye ihtimal vermemiştir. Aslında bunun gerçek bir hikaye olduğunu duyduğumda bende çok şaşırdım. İskoçyalı Selkirk, 4 yılını bir adada tek başına geçirmiştir. Hikayesi ise şöyledir;



Korsanlığa Başlangıç

1676 yılında Birleşik Krallığa bağlı Lower Largo şehrinde doğan Selkirk, esnaf bir ailenin çocuğudur. Çevresinde onunla anlaşan insanların, parmakla sayılacak kadar az oldukları söylenir. Başı beladan kurtulmayan ve çevre ile geçinemeyen Selkirk, o dönemlerin en büyük macerası olan ‘Privateer‘ yani korsanlığın Kraliyet izni ile yapılan türüdür hevesine kapılır ve Güney denizleri olarak anılan Ekvator‘un güneyindeki denizlere yelken açan gemilerden birisine adını yazdırır.



Güçlü Düşman

Pasifik’te efsane bir macera’ya açılırlar. Cinque Ports adlı gemide kendisini sevdirmeyi başaran Selkirk, kısa zamanda geminin baş yelkencisi olur. Pasifikte yoğun korsan savaşları ile geçen günlerden birisinde, meşhur Dampier’in gemileri ile çatışırlar, savaş iyice zorlu bir hal almaya başlayınca, Cinque Ports diğer savaş gemilerinin yanından ayrılır ve Más a Tierra adasına, erzak ve su ihtiyacını karşılamak için yanaşır.


Selkirka ıssız Más a Tierra Adası


Maceraya Başlangıç

Selkirk, belki rakibin korkusundan belki de gemideki mürettabatın durumundan olsa gerek, gemide kalmanın güvenli olmadığını iddia eder ve adada kalmanın daha iyi olabileceği fikrini ortaya atar. Arkadaşlarının çoğu orada başka bir gemiyi beklemeyi saçma bulur ve gemide kalmanın adaya göre daha güvenli olduğunu iddia ederler. Geminin kaptanı durumun farkına varır ve mürettabatının yanında yüksek bir ses tonu ile “Biz gemiye döneceğiz, istersen sen burada kalabilirsin.” diyerek gemiye döner. Mürettabat da risk almaz ve kaptan ile gemiye döner. Selkirk’i ise adada bırakırlar.



Korkularla Yüzleşmek

Aslında o kadar da cesur bir denizci olmayan Alexander Selkirk, kendisine bırakılan, silah, barut, marangoz aletleri, kıyafetler ve bir de çakı ile sahilin ortasında kalır. Sonradan çok pişman olup geminin peşinden yalvarırcasına bağırsa da, kaptan ve arkadaşları arkalarına bile bakmadan ufukta kaybolup giderler. Selkirk, küçük bir mağarada yaşamaya başlar. İlk başlarda biraz korkunç gelse de adaya alışmaya başlar, daha doğrusu korku bir süre sonra yerini cesarete bırakır.



Vahşi Hayvanları Evcilleştirmek

Bir süre sonra deniz aslanları eş bulmak için karaya çıktıklarında, onlardan çok korkar ve adanın derinliklerine kaçar. Pimento ağaçlarından kendisine güzel bir klübe yapar ve elindeki malzemeleri iyi kullanır ve el becerilerini geliştirir. Adanın derinliklerinde, kıyıya göre daha fazla besin kaynağı mevcuttur. Silahı ile keçi avlayarak etinden, sütünden ve postundan faydalanır. Adadaki yabani fareler bir süre sonra Selkirk’i ufak ufak kemirmeye başlarlar. Selkirk, bu durumdan kurtulmanın yolunu adadaki vahşi kedileri evcilleştirmekte bulur. Öyle ki bir aile gibi yaşamaya başlarlar.



Kurtulma Şansını Tepmek

Yıllarca el becerilerini kullanarak, elindeki her türlü materyali işe yarar bir araca çevirmeye başlar. Yıllardır hasretle bir geminin yaklaşmasını beklediği adaya iki İspanyol gemisi yanaşır. Selkirk, gemileri görünce saklanır. Çünkü İspanyollar, İskoçları sevmezler ve bunca zaman hayatta kalmayı başardıktan sonra öldürülmeyi veya köle olarak yaşamayı göze alamaz. Selkirk bu kararı ile de şanslıdır. Geldiği gemideki tüm mürettabat hayatını kaybetmiştir. Adada kalması onun birinci şanslı kararıdır. İkinci şansı ise İspanyollar’dan yardım istememektir.



Kurtuluşu

Sonunda beklenen gün gelir tarih 2 Şubat 1709’u gösterdiğinde, ufukta bir gemi belirir. Bu gemi Dampier’in gemisidir. Erzak toplamak ve ihtiyaçlarını karşılamak için adaya yanaşırlar. Artık Selkirk, kürk’e sarılı, saçı sakalı birbirine karışmış, konuşma yeteneğini kaybetmeye başlamış birisi olarak karşılarına çıkar. Selkirk’i gemiye alıp ona Adanın Valisi adını verirler. Gazeteci Richard Steel, Selkirk ile bir röportaj yapar ve (The Englishman) adıyla gazetede yayınlar. Selkirk memleketi Lower Largo’ya dönüp bir süre yaşadığında dayanamaz ve tekrar denizlere açılır. Teğmen olarak Kraliyet gemisinde çalışmaya başlar ve 13 Aralık 1721’de Sarı Humma hastalığı olduğu düşünülen bir sebepten dolayı hayatını kaybetmiştir.


Lower Largo’da Alexander Selkirk Anıtı


Ölümünden Sonra


1966’da Selkirk’in düştüğü ada, Robinson Crusoe Adası olarak isimlendirilir. Juan Fernández Adaları’nın en batısındaki ada ise Alejandro Selkirk Adası adını alır. Şimdilerde ise adaya turlar ile gidilip gezilebiliyor. Ve bunca yıl verdiği mücadeleden sonra herkesin bildiği Robinson Crusoe efsanesine dönüşüyor..






Kampbros/Fatih
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1178
Ynt: KAYIKEVİ
#284: 03 Ocak 2018, 13:30:54
Kaan reis ,

Teşekkürler ilginçmiş
  • IP logged

 
Yukarı git