Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#135: 26 Ağustos 2017, 13:20:47
Çok fazla bilinmese de Özellikle batı karadeniz ve batı anadolu da Kelt'lerin iz ve adetleri vardır. Denizcilik başta olmak üzere bir çok adetimiz onlardan gelmektedir.
Hele ki en önemlisi ülkemizin ismi, Türkiye. Keltlerin başkenti olan ve güzellik ve toprağına aşık oldukları bölgelerimize "Galatia", kurudukları şehre ise kendi başkenleri olan "Türkije" adını vermelerinden bellidir zaten.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 2553
Ynt: KAYIKEVİ
#136: 26 Ağustos 2017, 14:28:12
Çok fazla bilinmese de Özellikle batı karadeniz ve batı anadolu da Kelt'lerin iz ve adetleri vardır. Denizcilik başta olmak üzere bir çok adetimiz onlardan gelmektedir.
Hele ki en önemlisi ülkemizin ismi, Türkiye. Keltlerin başkenti olan ve güzellik ve toprağına aşık oldukları bölgelerimize "Galatia", kurudukları şehre ise kendi başkenleri olan "Türkije" adını vermelerinden bellidir zaten.

Bulgaristan Varna da da bir Galata semti var. Varna Haliç ine girişte ,iskele tarafınızdaki çıkıntı bölge..

Haliç girişleri ilede ilişkisi varmı acaba ?
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#137: 26 Ağustos 2017, 14:54:21
Abi, Galata adı konusunda söylence çok olsada hangisi gerçektir bilmiyorum.

Gala(ta) rumca süt demek. Eskiden çayırlık, hayvancılıkla uğraşalan çayırlık alanlara galata denirmiş diye okumuştu bir yerlerde. Kelt'lerde de verimlikli topraklara galata denirmiş.
Haliç girişleri ile ilgili bir bilgim yok.
Sanırım birbiriyle bağlantılı oluyor, aynı coğrafyadan geçmiş tüm kültürler. Herkes dil, din, inanış, gelenek, batıl yönünden birbirine bir şeyler katmış. 
  • IP logged

  • *
  • İleti: 2553
Ynt: KAYIKEVİ
#138: 26 Ağustos 2017, 15:17:01
Çok eski zamanlarda İstanbul a gelen bir Bulgar benzetme yaptı ve aldı götürdü bu ismi kendi Haliç lerine herhalde.
Orası da güzel bölge .
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#139: 26 Ağustos 2017, 15:37:04
1396 yılından 1908 yılına kadar neredeyse tamamen iç içeyiz. Normaldir.


  • IP logged

  • *
  • İleti: 1631
Ynt: KAYIKEVİ
#140: 26 Ağustos 2017, 17:34:17
Çok fazla bilinmese de Özellikle batı karadeniz ve batı anadolu da Kelt'lerin iz ve adetleri vardır. Denizcilik başta olmak üzere bir çok adetimiz onlardan gelmektedir.
Hele ki en önemlisi ülkemizin ismi, Türkiye. Keltlerin başkenti olan ve güzellik ve toprağına aşık oldukları bölgelerimize "Galatia", kurudukları şehre ise kendi başkenleri olan "Türkije" adını vermelerinden bellidir zaten.
Mikro biyolog kuzenim tez ödevi olarak  dünya üzerinde yaşayan ırklara ait DNA ların biribirine olan benzerliğiydi. Birbirine mesafe olarak nispeten uzak ama DNA yapısı olarak da en benzeyen çift İskoç- Karadeniz insanı DNA larıydı. Elbette Danimarkalı ve Hollandalı birbirine çok benzer insanlar ama sınırlarının yakın olması sebebiyle çok dikkat çekmiyor. Uçakla 3.5 saatte varabildiğin bir toprakta yaşayan insanla DNA benzerliği olması gerçekten şaşırtıcı.


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#141: 26 Ağustos 2017, 18:06:30
Aslında çok kabaca bahsedersek ortalama 70-80 bin yıl önce yaşamış, evrimleşmiş ortak atanın torunlarıdır tüm dünya. Sadece 60 bin yıl önce çoğaldıkça oluşan göçler, iklim şartları, farklı coğrafyalar, beslenme alışkanlıkları, coğrafi koşullarda gelişen ve değişen hastalıklar ile tamamen mutasyona uğramış yaratıklarız aslında.
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#142: 26 Ağustos 2017, 20:55:21
Abbas ile bu gecenin anlaşmasını yapmışsınızdır çoktan.

Madem güzeliz, masamıza yaraşır, küçük bir hikaye o zaman.


--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kederli gecelerin ev sahibi, AGORA MEYHANESİ'nin hikayesi;

Yıllardan 1890. Bir Rum olan kaptan Asteri , Balat çarşısında bir meyhane açar. Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar.
Meyhane masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar. Ama meyhanenin ününü artıran olay ilgisiz bir biçimde İzmir kaynaklıdır.

Açılıştan yıllar geçmiştir. Tarih 1959’dur.

Onur Şenli adında bir tıp fakültesi öğrencisi komşu kızına aşık olur ama aşkına karşılık bulamaz.
Aşk acısı ona soluğu birçok zaman, İzmir’in Agora semtinde aldırmaya başlar. Çünkü Agora salaş meyhanelerin mekanıdır.
Bir gün bu salaş meyhanelerden birinde içtikten sonra eve gelir ve bir mektup yazmaya başlar aşkına.
Mektup şöyle başlar: “Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum.”

Onur Şenli, mektubun ileriki bölümlerinde fakına varır ki aslında bir mektup değil bir şiir yazmaktadır. Şiirine de şu adı koyar: Gece, Şarap ve Aşk

Onur, şiiri yayımlatmak için fakültenin dergisine gönderir,şiiri kabul edilir. Şiir dergide tam basılmak üzereyken, Ege Expresi gazetesinin kültür-sanat editörü tarafından görülür. Editör şiiri yayınlar ama adını değiştirerek. Şiirin adı olur Agora Meyhanesi.

Şiir o kadar sevilir ki, dillere pelesenk olur. Hatıra defterlerinde yer alır, sevgililerin kulaklarına fısıldanır. Şarkısı yapılır, şarkıyı neredeyse ünlü olup da söylemeyen sanatçı kalmaz. Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Gönül Yazar, Behiye Aksoy sadece bunlardan birkaçıdır.

Şarkıyı dinleyenler İzmir’deki Agora’dan habersiz Balat’ta ki Agora Meyhanesi’ne akın ederler. Çünkü şarkıdaki Agora Meyhanesi’nin burası olduğunu düşünmektedirler. Haliyle geceleri burası hınca hınç dolmaya başlar. Öyle popüler bir mekan olur ki tam 286 Türk Filmi’nin meyhane bölümleri burada çekilir. Yani ucuz şarapların satıldığı meyhane Türkan Şoray’ları, Fikret Hakan’ları, Ayhan Işık’ları, Cüneyt Arkın’ları ağırlamaya başlar.

2000’li yıllardan sonrada kaderine terkedilir, çöplük olarak kullanılmaya başlar. Şimdilerde bir sürü Agora meyhanesi bulabilirsiniz ama hiç biri orjinali gibi değildir.

AGORA MEYHANESİ (şiir,tam metin)

Sana bu satırları,
Bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum
Beşyüz mumluk ampullerin karanlığında,
Saatlerdir boşalan kadehlere
Şarkılarını dolduruyorum
Tabağımdaki her zeytin tanesine
Simsiyah bakışlarını koyuyorum
Ve kaldırıp kadehimi
Bu rezilcesine yaşamaların şerefine içiyorum.
Burası agora meyhanesi
Burada yaşar aşkların en madarası
Ve en şahanesi
Burada saçların her teline bir galon içilir
Gözlerin her rengine bir şarkı seçilir
Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin
Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir
Burası agora meyhanesi
Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası
Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı
Boşalan ellerimde kahreden bir hafiflik
Bu akşam umutlarımı meze yapıp içiyorsam
Elimde değil
Bu da bir nevi namuslu serserilik
Dışarda hafiften bir yağmur var
Bu gece benim gecem
Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği
Gönlümde bütün dertlerin hora teptiği gece bu
Camlara vuran her damlada seni hatırlıyorum
Ve sana susuzluğumu
Birazdan şarkılar susar, kadehler boşalır
Umutlar tükenir, mezeler biter
Biraz sonra bir mavi ay doğar tepelerden
Bu sarhoş şehrin üstüne
Birazdan bu yağmur da diner
Sen bakma benim böyle delice efkarlandığıma
Mendilimdeki o kızıl lekeye de boş ver
Yarın gelir çamaşırcı kadın
Her şeyden habersiz onu da yıkar
Sen mesut ol yeter ki ben olmasam ne çıkar?
Dedim ya burası agora meyhanesi
Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere meydan okuduğu yer
Burası agora meyhanesi
Burası kan tüküren mesut insanların dünyası...
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#143: 28 Ağustos 2017, 15:06:39
Deniz kültürü, gelenekler, doğru tanım mıdır? değil midir ? diye konuşurken okuduğum bir yazıyı, diğer başlık altında konuyu fazla dağıtmamak adına burada paylaşıyorum.
Adına ne derseniz deyin, çocukların içine işlediği, heveslendirdiği ve saygı duymalarına sebep olduğu kesin bence.
Sahip çıkılmalı, her yerde duyurulmalı, eski gelenekler canlandırılmalı diye düşünüyorum.

Galberder.org sitesinden, Nejat Tarakçı'nın yazısıdır.

Yunanistan ve Sinop'taki ortak denizcilik adetleri.

Dünyamızda, denizcilik ve deniz kültürü kadar evrensellik tanımına uyan başka bir alan yoktur. Çünkü dünyamızın beşte dördü denizlerle kaplıdır. Dünya medeniyeti ilk çağlarda Çin Denizi ve Akdeniz’den doğmuştur. Akdeniz’de kısa ömürlü Fenikelilerden sonra Yunanlılar deniz ticareti ile zenginleşmişlerdir. Bu sayede Yunan kültürü koloniler vasıtasıyla tüm Akdeniz’e ve Karadeniz’e yayılmıştır. Bu kültürel ve ticari yayılma sadece ticaret alanına mahsus kalmamış, aynı zamanda mimari, yemek, güzel sanatlar ve yaşam alanına da yansımıştır. Atina’daki mimari stil ve güzel sanatlar İtalya ve diğer koloni liman şehirlerinde de görülmüştür. Kartaca ve Roma İmparatorluğu’nun ardından Yunan denizciliği kendi anavatanına geri dönmüş, iz bıraktıkları kolonilerini kaybetmişlerdir. Uzun süre Bizans hâkimiyetinde kalan Yunan ana kıtası ve Ege adaları sırasıyla Ceneviz ve Venediklilerin, 1462’den sonra da Türklerin hâkimiyetine girmiştir. Osmanlının kontrolündeki Ortodoks Patrikhanesi’nin İstanbul’da olması, Ortodoks Yunanlıların Osmanlı hâkimiyetini kabul etmelerini kolaylaştırmıştır. Zira o dönemde Katolik-Ortodoks çatışması son derece ciddi ve acımasız bir seviyede idi. Kıbrıs’ta ve Girit’te iki asrı aşkın hâkimiyet süren Venedikliler zamanında Rumlar köle muamelesi gördüler büyük acılar çektiler. Oysa Osmanlı hâkimiyetindeki Rumlar inanç ve yaşam alanında büyük bir özgürlüğe sahiptiler. 450 yıl yan yana, iç içe yaşayan Rumlar ve Türkler, farkında olmadan yemekten, müziğe, giyimden, eğlenceye kadar uzanan ortak bir kültür yarattılar. Bu bağlamda özellikle Karadeniz merkezli etkileşimler de en az Ege Denizi etkileşimleri kadar büyük rol oynadı.



Sakız Adası ve Sinop’ta devam eden adetler

Geçenlerde Sakız Adası ile ilgili bir tanıtım broşüründe her yıl yapılan bir denizcilik geleneği olduğunu okuduğumda hayretle irkildim. Çünkü memleketim Sinop’ta da aynı gelenek devam ediyordu. Hatta Sinop’takinde Rumca ezgiler ve maniler de söyleniyordu. Şimdi ikisini de siz dostlarıma sunuyorum. Aradan 700 yıl geçmiş, ortak yemek ve müzik kültürünü bir yana bırakalım, ama bu ortak denizcilik geleneğine şaşmamak elde değil. Yorum ve değerlendirmeyi size bırakıyorum.



Sakız Adası’nın geleneği

Sakız Adası’nda yeni yılda çam ağaçları yerine gemi maketleri süslenir. Bu gemi maketlerinin yapımına baharda başlanır. Brezilya festivali hazırlıklarına benzer şekilde gruplar halinde gençlerden gemi yapım atölyeleri oluşturulur. Gemiler Yunan tarihinde öne çıkan ticaret gemilerinin modellerine göre belirli ölçekte küçültülerek yapılır. Ama yine de dört beş kişiyle omuzlarda taşınacak büyüklükte olurlar. Gemilere verilen isimler ise Yunan denizcilik tarihinde öne çıkmış kahramanlara ait olur. Böylece denizcilik geleneği ile milliyetçilik kaynaştırılmış olur. Yılbaşı gecesi atölyeler yaptıkları gemiler ile farklı renklerdeki denizci kıyafetleri ile resmigeçit yaparlar ve bunlardan biri birinci seçilir. Bu geleneğin 1225’de (Cenevizliler döneminde) fakirlerin yaşadığı mahallelerde geliştiği ve Birinci Dünya Savaşı ve 1922’de Türkiye’den adaya gelen mübadiller[1] ile daha da gelişip önem kazandığı söylenmektedir. Bu gemiler duman tüten bacaları, mermi atan toplarıyla gerçek bir sanat eseridirler. Atölyeler bu konuda tecrübeli oldukları gibi en ince detaya kadar gerçeğine uygun şekilde yapacak imkâna da sahiptirler. Son 35 yıldan bu yana bu geleneği yaşatmak için yılbaşı gecesi Sakız Adası’nda şehrinde meydanında toplanan halk önünde gemi yarışması düzenlenmektedir. Ödül töreninin ardından gemiler adanın sokaklarında yeni yıl şarkıları söylenilerek gezdirilir. Gemi maketleri daha sonra yeni bir yarışmaya kadar şehrin belirli yerlerinde sergilenir. [2]




Sinop şehrinin geleneği

Benzer bir gelenek de Sinop’ta yaşanmaktadır. Başlangıcı tam belli olmayan bu geleneğe, Helesa[3] Geleneği (Sellim) adı verilmektedir. Sinop’a özgü “Helesa” bir diğer adı ile “Sellime Çıkma”, her Ramazan ayının on beşinci gününden sonra gerçekleştirilmektedir. Helesa geleneğinin ortaya çıkışıyla ilgili yazılı kaynaklarda bulunmayan ancak dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelmiş bir söylence bulunmaktadır: Rivayete göre, gemilerin yelken ile çalıştığı çok eski zamanlarda fırtınalı bir kış gününde, yelkenli bir gemi fırtınaya yakalanmış ve Sinop Limanı’na sığınmış. Haftalarca burada mahsur kalan gemide bulunan tayfaların zamanla kumanyası tükenmiş ve açlık baş göstermeye başlamış. Tayfalar dilenmek istemedikleri için de kimseden bir şey isteyememişler. Bir gün kaptanın aklına yiyecek bulmak için bir fikir gelmiş. Tayfalarına hemen bir filikayı süslemelerini söylemiş. Kaptan ve tayfalar süslenen bu filikayla ve gece olması sebebiyle ellerinde çok sayıda fenerle Sinop’a inmişler ve kent içerisinde çeşitli maniler söyleyerek dolaşıp halktan yiyecek istemişler. Bunu gören halk da gemicilere çeşitli yiyecekler vermiş ve böylece gemiciler açlıktan kurtulmuşlar. Helesa, bu olay sonrasında Sinop’ta ve yakın ilçesi Gerze’de her Ramazan ayında tekrarlanan bir gelenek halini almış. Geleneksel uygulamada, Helesa öncesinde rivayetteki filikayı temsilen birkaç kişinin taşıyacağı büyüklükte bir kayık alınır. Bu kayık güzelce süslenir ve çevresi fenerler ya da mumlarla ışıklandırılır. İftar yapılıp oruçlar açıldıktan sonra, bir araya gelen gençler süsledikleri bu kayığı bazen omuzlarında bazen ellerinde tutarak tüm mahalleleri gezerler.



Kayık her evin önünde ev sahibi tarafından görülecek bir şekilde yere konulur. Bu evlerin kapısına gelen kalabalıktan sesi güzel olan bir kişi aşağıda bir bölümü yazılı olan Helesa manilerinden bir kaçını, diğer kişiler de nakarat kısmını söyler ve bahşiş isterler. Bahşişler bir mendile sarılarak ve düştüğü yer görülsün diye mendilin ucu yakılarak yere veya kayığın içerisine atılır. Toplanan tüm bahşişler de daha sonra ihtiyaç sahiplerine dağıtılır



Karadeniz’de gemi maketi yapma geleneği ve sanatının sadece Sinop’a has olması da tesadüf olamaz. Bu bağlamda biyolojik genlerin önemi olmadığı, kültürel genlerin daha baskın olduğu bir kere daha ispatlanmış olmaktadır. Özetle bu gün Türk Yunan halkları için şunlar söylenebilir. Yedi asırlık iz bırakmış ortak geçmiş ve kültür hangi iki ülkede var? Federal bir siyasi yapıda olması gereken, Türkiye ve Yunanistan’ı uzlaşmaz düşman haline getirenlerin amaçları, bu bölgede Türk-Yunan güç merkezi oluşmasını önlemektir. Bu kültürü yaratanlara ve yaşatanlara en içten şükran ve saygılarımı sunuyorum.

HELESA (Sinop manisi)


Altımızda çürük minder

Dal budarım dal budarım

Altını üstüne dönder

Bahçede bülbül güderim

Aman beyim bahşiş gönder

Sizleri her yerde methederim


Helesa yelesa

Helesa yelesa

Heyemola yusa hop

Heyemola yusa hop



Ahçımızın adı Tayyar

Bahşişi almamış olmaz

Bir kepçe koyar iki sayar

Gemi düzenini bulmaz

Bununla gemici doyar

Tayfalar buna razı olmaz


Helesa yelesa

Helesa yelesa

Heyemola yusa hop

Heyemola yusa hop



HELESA (Gerze manisi)



Bir gemim var beş direkli,
Kaptanı Arslan yürekli,
Filikası üç direkli,
Heyemola lisa yisa hop!

Bir gemim var boyu uzun,
Gider yazın gelir güzün
Gerze’ye de var mı sözün?
Heyemola lisa yisa hop!



[1] Büyük olasılıkla Sinop’tan gelen Rumlar olabilir

[2] Yorgo Luka Mitsi, Sakız Adası’nı Yaşatın, Çeviren: Şebnem Aslan Christakopoulos, 2014 www.chios24.gr

[3] Helesa'nın sözlük anlamı ise antik Yunancada 'deniz' anlamına gelir. Ayrıca Karadeniz’de imece işlerinde kullanılan bir nidadır. Kaynak: https://www.itusozluk.com/goster.php/helesa
  • IP logged
« Son Düzenleme: 28 Ağustos 2017, 15:09:43 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1178
Ynt: KAYIKEVİ
#144: 28 Ağustos 2017, 15:29:41
Kaan ries,

Agora meyhanesi ve ortak adetler için ayrı ayrı teşekkür ederim bir şey daha öğrendim .
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#145: 28 Ağustos 2017, 15:52:03
Rica ederim.
Bilgi ve sohbet paylaştıkça güzel.
Benim gibi bilginin para karşılığı satılmasından nefret eden, ütopik düşünceli insanlar için, paylaşmak ve bir kişiye dahi ulaşmak çok değerli.

Konfüçyusun dediği gibi ;
“Sende bir yumurta var, bende bir yumurta var.
Ben yumurtamı sana verdim, sen yumurtanı bana verdin.
Sende yine bir yumurta var, bende yine bir yumurta var.
Ama,
Sende bir bilgi var, bende bir bilgi var.
Ben bilgimi sana verdim, sen bilgini bana verdin.
Bende iki bilgi var, sende iki bilgi var.”

Dünya'nın, bilginin ve dolaşımının ücretsiz ve herkese eşit olarak dağıtıldığın da çok daha güzel bir yer olacağına inanan hayalperestlerden biriyim.
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#146: 29 Ağustos 2017, 21:06:38
HALİL CİBRAN

Elvis Presley ölmeden önce onu okuyordu. Herkes onu "Doğu'nun Nietzsche"si olarak adlandırdı. Rodin, onun "20. yüzyılın William Blake'i" olduğunu ilan etti. Kitapları gençliği zehirlendiği gerekçesiyle memleketinde kilise tarafından aforoz edildi. 60 ve 70'li yılların savaş karşıtı ve çiçek gençliğinin olduğu kadar duvar yazılarının da idolüydü. Büyük şair Adonis, ki o da Lübnanlıdır; Cibran'ın "edebiyat güneşinin yörüngesinin dışında kendi evrensel anlamıyla yalnız gezen bir göktaşı" olduğunu söyler. Başyapıtlarından bir kabul edilen "Ermiş" (The Prophet) bugün bütün dünya tarafından 20. yüzyılın en kült birkaç kitabından birisi olarak kabul edilmektedir. Kırktan fazla dile çevirilmiş olan "Ermiş" ilk yayınlandığı 1923 yılından bu yana yüzlerce milyon kopya satmıştır. Bu eser hakkında sayısız tez ve makale yayınlanmıştır.

BİRİNCİ CİLT
Asi Ruhlar, Ermiş, Ermişin Bahçesi, Kaçık(Meczup), Kum ve Köpük, Lazarus ve Sevdiği, Şeytan, Yeryüzü Tanrıları,

İKİNCİ CİLT
Bir Damla Yaş ve Bir Gülümseyiş, Gezgin, Haberci, İnsanoğlu İsa, Musiki, Sus Kalbim, Vadiler Perisi




Birinci cilt içinde ki Ermiş kitabından bir bölüm ;

Gemiyi Beklerken

Kendi çağının şafağı, seçilmişi ve sevgilisi El Mustafa, Orphalese kentinde on iki yıldır kendisini doğduğu adaya götürecek gemisini bekliyordu.

Derken, on ikinci yılda, hasat ayı Eylül’ün yedinci günü, kent surlarının dışındaki bir tepeye tırmanıp denize baktı; sis bulutları içinde gemisinin yaklaşmakta olduğunu gördü.
İşte o zaman yüreğinin kapıları ardına kadar açıldı ve sevinci engin denizlere doğru uçtu. Sonra, gözlerini kapayıp ruhunun sessizliğinde duaya başladı.

Ne var ki tepeden inerken içini bir hüzün sardı ve kalbinden bir düşünce geçti:
Nasıl terk edeceğim bu kenti, huzur içinde ve acı duymadan? Hayır, ruhum sızlamadan ayrılmayacağım buradan.

Uzundu surları içinde geçirdiğim acılı günler, uzundu yalnızlık geceleri. Peki, kim ayrılabilir acısından ve yalnızlığından, içinde bir pişmanlık duymadan?
Çoktur bütün bu sokaklara saçtığım ruhumun parçaları, çoktur özlemimin şu tepelerde çırılçıplak gezinen çocukları; nasıl bırakayım onları bir sorumluluk duymadan, yüreğim yanmadan?
Bu çıkarıp atacağım bir giysi değil, kendi ellerimle paraladığım bir ten. Hayır, benim ardımda bıraktığım, uçup giden bir düşünce de değil, açlıktan ve susuzluktan olgunlaşmış
bir yürek. Ancak, oyalanamam daha fazla. Her şeyi kendisine çağıran deniz çağırıyor beni de, gitmeliyim. Kalırsam, saatler gecede yanıp tükenirken, donup billûrlaşacağım, bir kalıba tıkılıp kalacağım.
Ah! Buradaki her şeyi yanıma alabilseydim keşke.
Ama nasıl alayım?
Ses onu kanatlandıran dili ve dudakları taşıyamaz.
O tek başına boşluğa haykırmahdır.
Yuvasından kurtulan bir kartalın güneşin önünde yalnız uçması gibi. Ve El Mustafa tepenin eteğine vardığında, yeniden denize doğru baktı ve limana yaklaşan gemisini gördü. Pruvadakiler memleketinin çocuklarıydı. Ruhunun sevgiyle eridiğini hissetti ve şöyle dedi:
Ey kadim anamın oğulları, ey dalgaların süvarileri, Kaç kez yelken açtınız düşlerimde! Ve şimdi ben uyanıkken geliyorsunuz, benim en derin düşüm olan bu uyanma vaktinde.

Hazırım gitmeye, arzum fora etmiş yelkenlerini, rüzgâr beklemekte.
Bu durgun havada içime çekeceğim son bir soluktur bu, son bir kez dönüp bakacağım arkama sevgiyle, Ve sonra, sizden biri, gemiciler arasında bir gemici olacağım.
Ve sen, engin deniz, benim uykusuz anam, Irmaklar ve nehirler için, tek sensin huzur ve özgürlük, Son bir kez daha kıvrılacak bu ırmak ve son bir çağıltı daha çağlayacak bu çayırda, Sana gelmeden önce, sonsuz bir okyanusta sonsuz bir damla olarak.
El Mustafa yürürken, uzaktan erkeklerin ve kadınların bağlarını, bahçelerini bırakarak, hızla kent kapılarına doğru geldiklerini gördü. İnsanlar onun adıyla seslenerek, tarladan tarlaya bağırıp gemisinin geldiği haberini birbirlerine ulaştırıyorlardı. İşte o zaman, şöyle düşündü:
Ayrılık günü, aynı zamanda bir toplanma günü mü olacak? Akşamımın, gerçekte, benim şafağım olduğu mu söylenecek?
Sabanını karığından çekip bırakana ya da üzüm cenderesinin çarkını durdurana ne vereceğim ben?
Meyvelerini devşirip onlara verebileceğim yüklü bir ağaç mı olacak yüreğim?
Arzularım taşıp köpürecek mi pınar gibi, kadehlerini dolmak için?
Ben bir harp mıyım sonsuz olanın dokunduğu, ya da bir ney mi onun soluğuyla canlanan?
Sessizlikleri arayan ben, sessizliklerde güvenle sunabileceğim hangi hâzineyi keşfettim?
Bu gün benim hasat günümse eğer, hangi tarlalara ve hangi unutulmuş mevsimlerde, bir tohum ekmişim?
Fenerimi yukarı kaldırma fırsatı bana verilmişse gerçekten, içinde yanan benim alevim olmayacak.
Boş ve karanlık olacak benim fenerim, Ve gecenin bekçisi yağ doldurup ateşleyecek onu.

Söze döktükleri bunlardı işte. Ama yüreğindeki çok şey söylenmeden kaldı. Çünkü daha derindeki gizini kendisi de dile getiremezdi. Ve kente girdiğinde, herkes onu karşılamaya geldi ve hep bir ağızdan ona sesleniyorlardı. Kentin yaşlıları öne çıkıp şöyle dediler:
Bizi bu kadar erken bırakıp gitme.
Öğle güneşi oldun sen alacakaranlığımızda, senin gençliğin göreceğimiz düşleri bağışladı bize.
Sen aramızda ne bir yabancı, ne de bir konuksun, sen bizim oğlumuz ve sevgilimizsin.
Gözlerimiz şimdiden yüzüne hasret kalmasın.

Rahipler ve rahibeler de ona seslendi:

Denizin dalgaları bizi şimdi ayırmasın, aramızda geçirdiğin yıllar bir anıya dönüşmesin.
Aramızda bir can gibi yaşıyordun ve gölgen bir ışıktı yüzümüze düşen.
Biz seni çok sevdik, ama suskundu ve bir tül ardında saklıydı sevgimiz.
Oysa şimdi yüksek sesle yalvarıyor sana ve örtüsünü açıyor önünde.
Ve hep böyle olmuştur ezelden beri, ayrılık vakti gelip çatıncaya kadar, sevgi kendi derinliklerini bilmez.

Başkaları da gelip yalvardılar ona. Ama o hiç cevap vermedi. Sadece başını eğdi; yanındakiler gözyaşlarının göğsüne aktığını gördüler.
El Mustafa, kalabalıkla birlikte, tapmağın önündeki meydana doğru yöneldi. Ve tapınaktan bir kadın çıktı, adı El Mitra’ydı.
Biliciydi bu kadın.
El Mustafa derin bir muhabbetle baktı ona.
Çünkü ilk o peşine düşmüş ve ilk o inanmıştı kendisine, kente gelişi henüz bir gün olmuşken üstelik.

Kadın onu şöyle selamladı:
Ey Tanrı’nın Elçisi, ey Mutlak olanın ardına düşen, ne zamandır ufukları gözlersin, yolunu beklersin geminin.
Ve gemin geldi işte, gitmelisin. Anılarının toprağına, daha büyük arzularının yurduna duyduğun özlem derin; ne sevgimiz bağlayacak seni, ne de sana olan ihtiyacımız tutabilecek.
Ama, bizi terk etmeye hazırlanırken, bizimle konuşmanı ve bize hakikatinden vermeni diliyoruz senden.
Ve biz de onu, zamanı gelince, çocuklarımıza aktaralım, onlar da çocuklarına ve böylece sürsün ve hiç yok olmasın bu hakikat.
Yalnızlığının içinde günlerimizi izledin ve uykusuzluğunun içinde uykumuzun ağlayışlarını ve gülüşlerini dinledin.
Bu yüzden, şimdi, bizi bize anlat ve doğumdan ölüme ne varsa sana gösterilen, öğret bize.

Ve o cevap verdi:
Ey Orphalese halkı, neden söz edebilirim size, şu anda bile ruhlarınızda kıpırdayıp duran şeyden başka...
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#147: 01 Eylül 2017, 10:44:47
Tüm inananların, bayramı kutlu olsun.

Kayıkevin'de bayram sabahı, elbet kayıkla olur  ;)

Robert Perry
43 ft, karbonfiber,  Cutter.
Bulletproof

Bu tekne, Hull no :01
Daha iç resimleri bile yok, çekilince paylaşılırım.











  • IP logged

  • *
  • İleti: 1343
Ynt: KAYIKEVİ
#148: 01 Eylül 2017, 11:37:46
İyi bayramlar hepimize..
Çok güzel tekne ama yapım malzeme ve kalitesinin yüksekliği dışında dizaynda değişiklik yok gibi Tashing Panda ile Baba 40 karışımı gibi görünüyor.Ama çok güzel.
  • IP logged
BABA TUNCA /YEŞİLKÖY

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#149: 01 Eylül 2017, 11:40:28
Bence de çok güzel.
Perry'nin tarzı belli zaten. Dizaynları çok hoşuma gidiyor.

Robert Perry der ki ; Bildiğim kadarı ile karbon fiber olup geleneksel çizgilerde ki ilk tekne. Başka örneği yok.

Bu ilk yapılan. Hull no: 2-3 ve 4 plandan satılmış durumda.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 01 Eylül 2017, 11:42:13 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

 
Yukarı git