Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

  • *
  • İleti: 73
Ynt: KAYIKEVİ
#120: 21 Ağustos 2017, 17:00:19
http://thetruesize.com

Ben beceremedim sanırım siteyi kullanmayı. Çözebilen var ise açıklayabilir mi?
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1631
Ynt: KAYIKEVİ
#121: 21 Ağustos 2017, 17:09:39
Soldaki arama kutusunda ülkenin adını ingilizce yazınca aradığın ülkeyi renkli çizgi ile seçiyor. Mercator projeksiyonda haritalandırılmış ülkenin çevresini 2 boyutlu olarak hesapladığında tam doğru çevreyi bulamıyorsun. Malum ekvatordan kuzeye doğru çıktıkça boylam hesaplamalarında sapmalar oluyor. Yazdıkları bir yazılımla bu hatayı "0" a çok yakın bir seviyeye indirdiklerini yazmış. Yani seçtiğin ülkenin üzerinde mouse u beklettiğinde çıkan etikette o ülkenin alanını doğru olarak sana veriyor.

Ayrıca 2 ülkeyi kıyaslamaktan bahsediyor. 2 tane ülke seçtim. 2. ülkeyi tutup 1. nin üzerine sürükledim. Sadece görsel olarak farklarını görebildim. Bir de yine etiketler üzerindeki alanları okuyabildim

Umarım işine yarar.
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#122: 21 Ağustos 2017, 17:13:25
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Mutlu ettiniz.

İrfan reis, örneğin soldaki kutucuğa "canada" yazıp alanını belirleyin sonra o alanı tutup ekvator çizgisine yakın bir yerlere yada avrupa üzerine getirin. km2 olarak aslında Mercator projeksiyonda görüldüğü kadar büyük olmadığını şaşırtıcı şekilde çok daha küçük olduğunu görebiliyoruz.
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Ynt: KAYIKEVİ
#123: 21 Ağustos 2017, 23:02:55
Forumun ENtellektüel köşelerinden birisi yeniden açılmış. Hoşgeldin Tan Kaan Reis :)xx
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#124: 22 Ağustos 2017, 22:55:04
Hoş buldum, teşekkür ederim
  • IP logged

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#125: 23 Ağustos 2017, 10:11:05
Bizde gönül dosta koyulur, bu köşeyi ve diğer entellektüel yazılarını sahipsiz bırakmamana çok sevindim. Gerçi senin yokluğunda ben ara ara girip baktım. Bir süre forumdan uzak kalma isteğini ileten mesajını görünce çok üzüldüm ama bir nedeni vardır diye görüşmelerimizde detayını sormadım. Şimdi sormam gerektiğini ve hata etmiş olduğumu anladım. Bir özür de benden sana gelsin. Malum Böke'ye ait geminin transferine katılmıştım, bir süre iletişimden uzak kaldık. Bu yüzden geç cevap yazdım. Uzun seyahatten evine dönmüş gibi olmalısın, netice de kayıkevi de sana ait bir ev.
Hoşgeldin, Selametle...
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#126: 23 Ağustos 2017, 14:38:36
Eyvallah, Hoş bulduk.

Bana ait değil valla, yok öyle köşe kapmaca.
Köşenin amacı belli.
Kimse elini korkak alıştırmasın, içinizden geldiği gibi döktürün, köpürtün  ;D
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#127: 23 Ağustos 2017, 15:45:26
Kitapları, öyküleri unutmayalım. Hayat onlarla güzel.

Kapitalist sistemin acımasız yüzünü romanlarında ve öykülerinde tüm açıklığıyla en iyi yansıtan yazar, Jack London’dır derler.

2016 yılında Türkçe'ye çevrildi bazı öyküleri ve ortaya "Meksikalı"çıktı.


Kitapta “İstiridye Korsanlarına Baskın”, “İlk Savaş İlk Zafer” ve “Çizginin Güney Tarafı” adlı öykülerle birlikte, toplam 12 öykü var.
London’ın insan ile doğa çekişmesini ve elbette ki deniz tutkusunu işlediği öykülerinden ilk kez Türkçeye çevrilen ise,

“İlk Savaş İlk Zafer”

Şuracığa bir parmak bal bırakayım, daha tatmamış olanlar var ise diye  ;D Afiyet olsun

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

“....................Yok, doğru söylüyorum Bob, hayli gecikmiş olarak doğduğumdan eminim. Yirminci yüzyıl bana uygun değil. Elimde olsaydı...”

“On altıncı yüzyılda doğardın,” diye sözünü kestim gülerek, “Drake olurdu, Hawkins ve Raleigh olurdu, geri kalan bütün deniz canavarları hayatta olurdu.”

“Doğrusun!” diye onayladı Paul. Küçük kıç güvertesinde sırtüstü döndü, hoşnutsuzluğunu dile getiren uzun bir iç çekiş duyuldu.

Vakit gece yarısını geçmişti. Rüzgâr neredeyse arkadan estiğinden Aşağı San Francisco Körfezi’nden Körfez Çiftlik Adası’na doğru sürükleniyorduk. Paul Fairfax’la ikimiz aynı okula gittik, bitişik evlerde oturduk ve içtiğimiz su ayrı gitmedi. Para biriktirdik, ufak işlerden para kazandık, ikimiz de doğum günlerimizde alınacak bisikletleri feda ettik ve yan yelkeni olan, üst yelkeniyle salma omurgası bulunan yirmi sekiz ayaklık Mist adlı geniş bir yelkenli tekne için gerekli parayı bir araya getirdik. Paul’un babası yat kaptanıydı zaten, Mist’i bulma ve inceleme işini o yüklendi. Tekneyi buldu, kontrolleri yaptı, cep çakısını tahtalarına sokup çıkardı ve kalasları büyük bir dikkatle inceledi. Aslına bakarsanız Paul ile ikimiz yelken açma konusunda ne öğrendikse onun iki direklisi Whim’de öğrendik, şimdi Mist bizim olunca, bilgimizi artırmak için canla başla çalışmaya koyulduk.

Mist, geniş kirişli bir tekne olduğundan rahattı, her şeye yer vardı. Bir adam kabinde dimdik durabilirdi; ocak, tencere, tava ve ranzalara gelince bir hafta boyunca karaya çıkmadan denizde kalabilirdik. Böyle seferlerden birine başlamak üzereydik, ilk kez gece sefere çıkıyorduk. Akşamüzeri Oakland’dan hareket ettik, şimdi Alameda Deresi’nin ağzına varmıştık; San Leandro Körfezi’ni dolduran ve boşaltan büyük bir tuzlu su haliciydi bu.

Ben düşüncelere dalmış öyle dururken Paul ansızın, “O günlerde de insanlar varmış,” diye söze başlayarak beni şaşırttı. “Deniz canavarlarının yaşadığı dönemde demek istiyorum,” diye açıkladı sonra.

“Haaa!” dedim ben sevecen bir tavırla ve “Captain Kidd” ezgisini ıslıkla çalmaya başladım.

“Benim bu konulardaki fikrim ne, biliyor musun?” diye devam etti Paul. “Romanstan, serüvenden falan söz ediyorlar ama ben romansın da serüvenin de ölü olduğunu söylüyorum. Bunları yaşayamayacak kadar uygarlaştık. Yirminci yüzyılda serüven falan yok. Sirklere gidiyoruz...”

“Ama,” diye sözünü kesmeye kalktım ancak o buna izin vermedi.

“Buraya bak Bob,” dedi. “Birlikte takıldığımız bütün zaman içinde serüven mi yaşadık? Tamam, bir keresinde dağlara çıktık ve gecenin yarısına dek dönmedik, aç susuz kaldık ama kaybolmadık bile. Her an nerede olduğumuzu biliyorduk. Sadece bir yürüyüştü o. Yani şunu demek istiyorum, hayatımızı kurtarmak için savaşmak zorunda kalmadık hiç. Anladın mı? Üzerimize tüfekle ateş edilmedi, top atılmadı, kafamızın üzerinde kılıç sallanmadı, ya da... ya da işte...”

Sonra, nasılsa pek fark etmezmiş gibi, “O uskuta halatından üç-dört ayak beri çekilsen iyi olur,” dedi umutsuz bir havayla. “Rüzgâr dönmüş değil henüz.”

“Eskiden deniz sürekli ünlü serüvenlerle dolu bir yerdi,” diye sürdürdü konuşmasını. “Bir çocuk okulu bırakıp gemide çalışmaya başlar, birkaç hafta içinde kalyonlarda ya da bir Fransız korsan gemisinde seren cundasında... ya da daha pek çok işte çalışabilirdi.”

“Ama bugün de serüvenler yaşanıyor,” diye karşı çıktım ona.

Ama Paul ben ağzımı açmamışım gibi sürdürdü konuşmasını. “Bugün n’oluyor, ilkokuldan sonra ortaokul, lise, sonra üniversite, sonra ya memur oluyoruz ya doktor moktor, bildiğimiz serüvenleri de sadece kitaplardan öğreniyoruz.

Burada Mist şalupasının arkasında oturduğumdan ne kadar eminsem, gerçek bir serüvenle karşılaştığımızda ne yapacağımızı bilmeyeceğimizden de o kadar eminim. Yanlış mıyım?”

“Valla bilmiyorum,” dedim öylesine.

“Tamam da korkaklık edecek değilsin, değil mi?” diye sordu.

Etmeyecektim ve öyle söyledim.

“Ama aklının başından gitmesi için korkak olmana lüzum yok, değil mi?”

Yürekli birinin de heyecanlanabileceği konusunda katıldım ona. Sesinde hafif bir üzgünlük tonu sezilen Paul, “Eh, öyleyse,” diye özetledi durumu, “olsa olsa serüveni berbat ederiz. Yani yazık olur. Bunu bilir bunu söylerim.”

“Serüven falan yok ortada henüz,” diye yanıtladım onu. Bir hiç uğruna üzülmesini istemiyordum. Paul bazı konularda garip biriydi, onu iyi tanıyordum. Çok okurdu, düş gücü zengindi, arada bir bu türden ruh hallerine girerdi. Dedim ki, “Serüven henüz başlamadı, yani berbat edileceğine üzülmenin bir yararı yok. Hem, neden harika bir serüven olmasın ki?”

Paul bir süre suskun kaldı, havasında değil diye düşündüm, derken ansızın konuşmaya başladı:

“Bak, düşün Bob Kellogg, şimdi böyle gidiyoruz ya, şu andaki durumda, hangi nedenle olduğunu da boşver, bir teknenin, içindeki silahlı adamlarla bize saldırdığını düşün, onları püskürtmek için ne yaparsın? Püskürtmeye kalkar mısın bir kere, onu söyle.”

“Sen ne yaparsın peki?” diye sordum ben. “Unutma ki teknede tek bir silahımız bile yok.”

“Bu durumda teslim mi olacaksın yani?” diye atıldı öfkeyle. “Tut ki seni öldürecekler?”

“Ne yapacağımı söylemiyorum,” diye yanıtladım onu hemen, biraz kızmaya başlamıştım. “Hiçbir silah olmadan sen ne yaparsın diye soruyorum.”

“Bir şey bulurdum,” diye yanıtladı beni – kestirip atma çabasıyla.

Kıkır kıkır gülmeye başladım. “Bu durumda serüven berbat edilmiş olmaz, değil mi? Sen de burada boşuna saçmalamış olursun.”

Paul bir kibrit çaktı, kol saatine baktı ve saatin bire geldiğini söyledi – tartışma onun aleyhine geliştiğinde böyle yapardı. Ayrıca, dostluğumuzun başlarında hırgür etmişliğimiz olsa da, ilk defa kavga etmeye bu kadar yaklaşıyorduk. Tam ileride beyaz bir ışık görmüştüm ki, Paul yeniden konuşmaya başladı.

“Çapa ışığı,” dedi. “Oraya da çapa atılmaz ki. Küçük kıçlı bir mavna olabilir, biraz açığından git bari.”

Mist’i birkaç derece gevşettim, rüzgâr iyi estiğinden hayli güzel bir hızla ine kalka ilerledik, ışığın o kadar uzağından geçtik ki, ne türden bir tekne olduğunu bile çıkaramadık. Ansızın Mist yumuşak çamurda ilerliyormuş gibi yavaşladı. İkimiz de şaşırdık. Rüzgâr eskisinden daha sert esmeye başlamıştı, gene de neredeyse çakılıp kalmıştık.

“Burada da bataklık olur mu? Hiç böyle bir şey duymadım!”

Paul duruma inanmamış gibi homurdanarak böyle bağırdı ve küreği kaptı, tekneyi yan yatırdı. Su elini ıslatıncaya dek dümdüz ilerledi. Dip diye bir şey yoktu. İyice afallamıştık. Rüzgâr hızla esiyor, Mist gene de kaplumbağa gibi ilerliyordu. Teknemizde bir terslik vardı, dümen yekesinde yapabileceğim tek şey, rüzgâra kapılmasını önlemeye çalışmaktı.

Elimi Paul’un koluna koydum, “Dinle!” dedim. Iskarmozların sesi duyuluyor, küçük beyaz ışık arada bir, çok yakınımızda görünüp kayboluyordu. “İşte senin silahlı tekne,” diye fısıldadım, biraz da dalga geçerek. “Tayfaları döverek dörder parçaya ayır ve saldırganları püskürt!”

Gülmeye başladık, karanlıktan vahşi bir öfke çığlığı ve yaklaşmakta olan tekneden arka tarafın altına bir kurşun geldiğinde hâlâ gülmekteydik. Teknedeki fenerin ışığı sayesinde teknede duran iki adamı açıkça seçebiliyorduk.

Yüzleri güneş yanığı, yabancı görünüşlü adamlardı; geniş ve püsküllü birer İskoç beresi kafalarına, denizci usulü konmuştu. Bellerinde parlak renkli yün kuşaklar vardı, uzun deniz botları bacaklarını örtmüştü. Gene de birinin kulaklarındaki minik altın küpeleri gördüğümde omurgamdan soğuk bir rüzgârın indiğini hissettiğimi hatırlıyorum. Her halleriyle bir romanın sayfalarından çıkıvermiş korsanlara benziyorlardı. Resmi tamamlamak gerekirse, suratları öfkeyle yamuk yumuk olmuştu ve ikisinin de ellerinde uzun birer bıçak parlıyordu. İkisi de yüksek sesle, anlamadığımız yabancı bir jargonu konuşuyorlardı.

Biri, daha ufak tefek –ve diyelim daha korkunç– görünümlü olanı, ellerini Mist’in küpeştesine koydu ve teknemize gelmeye davrandı. Paul birden atıldı, küreğinin ucunu adamın göğsüne dayadı ve onu kendi teknesine itti. Çuval gibi yığıldı adam ama zar zor ayağa kalktı, bıçağını sallayarak bağırmaya başladı:

“Ağımı yırtarsın ha! Ağımı yırtarsın ha!”

Gene aynı jargonla konuştu, bu kez yanındakiyle birlikte öne atılarak Mist’e çıkmak için ikinci bir hamle yapmaya davrandı.

“Bunlar İtalyan balıkçılar,” diye haykırdım ben. Durumu kavramıştım. “Onların tel kepçelerinin üzerinden geçmiştik, omurganın yanına sürtünerek bizim dümeni tıkamışlardı. Böylece ağa takılmış olduk.”

“Doğrusun, ayrıca cinayet işleyecek tipler,” dedi

Paul. Bir yandan da onları uzaklaştırmak için küreğiyle vurmaya çalışıyordu.

“Hey, bakın ahbaplar!” diye seslendim onlara. “Fırsat verirseniz sizden kopacağız! Ağınızın burada olduğunu bilmiyorduk. Bilerek yapmış değiliz, tamam mı? Kaybınız olmaz!” diye ekledim. “Zararınızı öderiz!”

Ama söylediklerimizi anlayamıyorlardı ya da anlamak istemiyorlardı.

Benim ağımı yırtarsın ha! Benim ağımı yırtarsın ha!” diye bağırdı küpeli ufak tefek adam. Bu arada öfkeli el kol hareketleri yapıyordu. “Göstereceğim size! Görürsünüz, göstereceğim!”

Bu kez, Paul onu gerisingeri ittiğinde, küreği yakaladı ve bu arada arkadaşı bizim tekneye atladı. Sırtımı dümen yekesine dayadım, adam ayağını bizim tekneye atar atmaz, daha dengesini bulamadan başka bir kürekle karşıladım onu, lök diye sırtüstü tekneye yığıldı. Durum ciddileşiyordu, ayağa kalkıp da benim küreği yakaladığında ne kadar güçlü olduğunu anladım, itiraf ediyorum, ufacık da olsa, azıcık da olsa korktum. Ama benden güçlü olmasına karşın, küreği yakaladığında beni denize atmaya çalışacak yerde kendi teknesini biraz daha yakınlaştırmakla yetindi; sonra, kürekle itmemle tekne uzaklaştı.Bıçak hâlâ sağ elindeydi, bu onu garip bir duruma düşürüyordu, biraz da güçlülüğünün avantajını azaltıyor gibiydi. Paul ile düşmanı aynı durumdaydı, birkaç saniye süren ama sonra hemen biten bir duraksama oldu. Ağların zararını karşılayacağımı, parasını ödeyeceğimi birkaç kez haykırdım ama sözcüklerimin hiçbir etkisi olmadı. 

Derken benim uğraştığım adam küreği kolunun altına sıkıştırdı, yavaş yavaş, küreğe tutuna tutuna ilerledi. Paul’ün uğraştığı küçük adam da aynı şeyi yaptı. Her an biraz daha yaklaşıyorlardı, sonun er geç geleceğini biliyorduk.

“Dayan Bob!” dedi Paul alçak sesle.

Çabucak ona baktım ve bir an için yüzünün bembeyaz olduğunu ve dişlerini sıktığını gördüm.

“Ah, Bob,” diye yakardı adeta, “dümeni sıkı tut! Sıkı tut Bob!”

Ne demek istediği ansızın kafama dank etti. Küreğin bendeki ucunu bırakmadan sırtımla dümen yekesine abandım, hatta iyice eğildim. O anda Mist, rüzgâr karşısında ölü gibi duruyordu, bu manevra ana yelkenini bir yandan öbür yana eğecekti kuşkusuz. Rüzgâr yelkenden fırlayıp havalandığında bunu hissedebiliyordum. Paul’ün uğraştığı adam şimdi küçük güvertede ayakta duruyordu, benimkiyse toparlanmaya çalışıyordu.

“Dikkat et!” diye haykırdım Paul’e. “Geliyor!”

İkimiz de kürekleri bıraktık ve alçak güverteye indik. Bir an sonra büyük dalga geldi, ağır makaralar güverteyi yaladı, uskuta halatı kıvrılmış dev bir yılan gibi başımızın üzerinden geçti, Mist şiddetli bir hareketle yan yattı. İki adam da tekneyi yakalamak için zıpladı ama nasıl olduysa kısa boylu olanı bıçağını doğru dürüst tutamadı ya da bıçağın üzerine düştü; çünkü baktık, kendi teknesinde ayakta duruyor, kanayan parmaklarını dizlerinin arasına sıkıştırmış acı içinde kıvranıyor, çaresiz bir öfkeyle yüzünü şekilden şekle sokuyor.

“Şimdi sıra bizde!” diye fısıldadı Paul. “Sizin işiniz bitti!”

Teknenin bir yanından ben, diğer yanından Paul, tutunarak suya daldık, dev ağı ayaklarımızla ittik, bir sallantıyla kurtulana kadar asıldık. Bunun üzerine tekne inip kalkmaya başladı, Paul uskuta halatında, bense dümen yekesindeydim; Mist özgür hareketlerle ileri atıldı ve küçük beyaz ışık giderek küçüldü.

Giysilerimizi değiştirip alt güvertede rahat rahat otururken, “İşte, maceranı yaşadın, şimdi oldu mu, kendini daha iyi hissediyor musun?” diye sorduğumu anımsıyorum.

“Eh, önümüzdeki bir hafta karabasan görmezsem,” dedi Paul ve durakladı, karar verme çabasındaymış gibi kaşlarını çekmeye başladı, “bunun tek nedeni uyuyamamış olmamdır, bunu bilesin!” diye bağladı sözünü. "
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#128: 25 Ağustos 2017, 15:57:06
Hep ciddiyet, hep ciddiyet nereye kadar. !

Aklımız biraz uzaklara gitsin. Gerçek mi? değil mi? Deneyler, komplo teorileri.

S.S. Eldridge... Hatırladınız mı bu ismi..Evet evet, "Philadelphia Deneyi"

Bilenler hatırlasın, bilmeyen ise yılların meşhur hikayesini dinlesinler.

Toplaşın, toplaşın.


 1930'lu yıllarda Amerikan hükümeti bilim adamlarından gemilerin radarlarda görünmemesini sağlayacak bir yöntem geliştirmelerini ister. 10 yıllık çalışmanın sonunda proje deneme aşamasına gelir. Deneyde Amerikan donanmasında görevli olan Eldridge adlı gemi kullanılacaktır. Gemi elektromanyetik alan oluşturmaya yarayacak tonlarca ekipmanla donanır ve 22 temmuz 1943'te saatler 09:00'i gösterirken jeneratörler çalıştırılır. Eldridge'in etrafını önce yeşil bir duman kaplar. Duman çekildiğinde ise deneyin istenenden daha başarılı olduğu anlaşılır. Çünkü Eldridge mürettebatiyla beraber "gözden" kaybolmuştur!



İşte bu tüyler ürperten bu hikaye, o tarihten bu güne kadar resmi makamlarca defalarca yalanlanmasına rağmen en çok merak edilen konulardan biri olmuştur.

'Philadelphia Deneyi' olarak adlandırılan deneyin yapılmış olma ihtimalinden ilk söz eden kişi Morris K. Jessup'dur. UFOlar üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan amatör bir gökbilimci olan Jessup'un deney ile olan ilgisi 1955 yılında eline geçen bir mektupla başlar.



Mektup, Carlos Miguel Allende adında birinden geliyordu ve deneyden detaylı olarak bahsediyordu. İddiasına göre Allende, deneye gözlem gemisi olarak katılan SS Andrew Furuseth adlı şilepte görevli bir denizciydi. Deneye baştan sona şahit olmuştu.
Deneyin hazırlık aşaması
Deneyin temelinde Einstein'in Birleşik Alan Teorisi vardı. Teori, basitce, nesneler arası çekim esası ve elektromanyetizma üzerine kurulmuştur. Einstein, 1920lerden itibaren bu teorisi üzerine yoğunlaşmış, 1925-1927 yılları arasında Almanya'da, bir fizik dergisinde yaptığı çalışmaları yayımlamış, ancak bu çalışmalarını hiçbir zaman tamamlayamamıştı.


İddiaya göre deneyin çalışmaları 1930 yılında Chicago Üniversitesi'nde başlamış, bir yıl sonra da Princeton Üniversitesi'nde devam ettirilmişti. Hatta Albert Einstein, Dr.John von Neumann ve Dr.Nikola Tesla'nın da zaman zaman proje dahilinde çalıştıkları iddia edilmiştir.

Birleşik Alan Teorisi'nin deneye uygulanışı ise "çok güçlü bir elektromanyetik alan oluşturup gemi üzerine gelen ışığı (ve radar sinyallerini) kırarak ya da bükerek optik görünmezlik sağlamak" şeklinde düşünülmüştü. Bu doğrultuda 75 KVA gücündeki iki dev jeneratör geminin ön top taretlerinin altına monte edildi, buradan geminin güvertesine 4 manyetik ışın yayılacaktı. 3 RF vericisi (her biri iki megavat CW gücündeydi ve onlar da güverteye monte edilmişti), 3000 adet 6L6 güç artırıcı tüp, iki jeneratörün oluşturduğu gücü yayacaklardı, özel eşleme ve modülasyon devreleriyle diğer ekipman, oluşan kütlesel elektromanyetik alanları kullanılırlığa indirgerken, kırılmış ışınlar ve radyo dalgaları gemiyi saracak ve sonuçta gemi düşman gözlemcileri için görünmez olacaktı. Amaç görünmezlikti fakat iddiaya göre donanma bu deneyde tesadüfen de olsa maddenin ışınlanması gerçekleşti!

resim 5

Deneyin gerçekleştirilişi

Allende, deneyin 22 Haziran 1943'te sabah 09:00'da jeneratörlere güç verilerek başlatıldığını söylüyordu. Bu aşamadan sonra yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başlamış ve USS Eldridge ortadan kaybolmuştu.


Devamını şöyle anlatıyordu Allende : "Bir an sadece geminin çapasını görebildim, sonra o da kayboldu, ortada artık ne sis ne USS Eldridge vardı; bomboş denize bakıyorduk, bizim gemide bulunan üst rütbeli subaylar ve bilim adamları korku, dehşet ve heyecan içinde nefeslerini tutarak bu inanılması güç başarılarını seyrediyorlardı.

Gemi ve mürettebatı hem radarda hem de gözlerimizin önünde yok olmuştu. Her şey planlandığı gibi yürüyordu, 15 dk. sonra emir verildi ve jeneratörlerin şalteri kapatıldı. Önce hiçbir şey olmadı, arkasından yeşil sis tekrar ortaya çıktı ve USS Eldridge yeniden görünmeye ve ortaya çıkmaya başladı.
Ama gemi nereye gitmiş ve nereden geliyordu? Sis azalırken, birşeylerin tuhaf gittiğini hissediyorduk. Hemen gemiye yanaştık, ilk önce mürettebatın çoğunun geminin yanından sarkıp kustuklarını gördük, diğerleri ise geminin güvertesinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı, sanki hiçbirinin bilinci yerinde değildi.

Yetkili ekipler gemiye girerek bütün mürettebatı kısa süre içerisinde uzaklaştırdılar ve yerlerini hazır bekletilen yeni bir mürettebat aldı. Bir iki gün sonra, yeni bir deneye daha karar verildi.
Gemi istenen radar görünmezliğine ulaşmıştı, donanım değiştirildi ve 28 Ekim 1943'te deney yine aynı gemide tekrarlandı. Jeneratörler çalışmaya başladıktan hemen sonra gemi hemen hemen görünmezlik çizgisine ulaşmıştı, sadece burnu ve arkası görülüyor, arada ise bazı çizgiler belli belirsiz seçiliyordu. Sonra sadece su üzerinde tekne boyunda bir çizgi kaldı. Bir iki dakika sonra mavi bir ışık parladı ve o çizgi de yok oldu. Şimdi gemi tamamen yok olmuştu.
Birkaç dakika sonra millerce uzakta Norfolk'ta ortaya çıktı. Göründükten biraz sonra bilinmeyen bir nedenle yine kayboldu ve Philadelphia'da tekrar ortaya çıktı.
Bu kez durum çok ciddiydi, tüm mürettebatın başı beladaydı. Bazıları yok oldu ve bir daha geri dönmedi. Bu olayın en korkunç bölümü ise beş denizcinin geminin eriyen ve sonra yine katılaşan metal levhalarının içinde kalmalarıydı. Bu çok feci bir durumdu.



Denizcilerin birisi kurtuldu fakat bir daha eski haline dönemedi. Aklını tamamen yitirmişti ama yapacak hiçbir şey yoktu. Bazılarının psişik yetenekleri gelişmişti, sokakta yürürken kaybolan ve yine ortaya çıkan insanlar vardı. Manyetik alanın içinde kalan mürettebattan kaybolanlar ancak birisinin yüzüne ve eline dokunulmasıyla görünür hale geliyorlardı, yani dokunmanın giysinin olmadığı bir yere yapılması gerekiyordu.
"Donma" adı verilen bu olay saatlerce, günlerce sürebiliyordu, hatta bir tayfa tam altı ay donduktan sonra kurtarılabilindi. Elektronik kamuflaj başladıktan sonra geminin ve mürettebatının bütünüyle kaybolup, çok uzak bir yerde ortaya çıkıp ve sonra yeniden geri dönmesine neden olan neydi?"
Bu hikâyeye göre USS Eldridge, 28 Ekim sabahı Philadelphia limanından 640 km. ötedeki (375 mil) Norfolk askeri deniz üssüne gidip tekrar gelmiş ve bu olay birkaç dakika içerisinde olmuştu.


Jessup bu inanması güç hikâyeye temkinli yaklaştı. Allende'ye gönderdiği cevapta daha fazla ayrıntı ve varsa olayın gerçekliğiyle ilgili kanıtlar istedi.  Allende'nin cevabı ise aylar sonra geldi, fakat bu sefer gelen mektupta Carl M. Allen imzası vardı. Allen kanıtı olmadığını yazıyordu ancak hipnoz seansına katılabileceğini ya da pentotal (bilinci uyuşturarak iradeyi kıran doğruyu söyleten bir ilaç) alarak gördüklerini anlatabileceğini savunuyordu. Jessup bu mektuptan sonra yazışmamaya karar verdi.
1957 ilkbaharında Jessup, Deniz Kuvvetleri Araştırma Bürosu'ndan bir davet aldı. Büroya ulaştığında kendisine yine kendinin yazdığı (ve çoğunlukla ününü borçlu olduğu) The Case for the UFO isimli kitap gösterildi.


Bu kitap bir yıl kadar önce büroya postalanmıştı. Kitabın dikkat çekici yanı ise sayfalarda alınmış olan notlardı. Notlar üç farklı yazıyla yazılmıştı ve binlerce yıl önceki uygarlıklardan söz ediliyor, dünyaya gelen uzay araçları tarif ediliyordu. Sonunda ise güç alanlarından, bir maddenin nasıl kaybolup, nasıl ortaya çıkarılabileceği ve 1943'te yapılan deneyden söz ediliyordu. Jessup yazılardan birinin Allen'e ait olduğunu fark edip durumu bildirdi. Sonrasında diğer yazıların da aynı kişiye ait olduğu, farklı renk ve özelliklerdeki kalemlerle yazıldığı anlaşıldı.
Bu olaydan sonra Deniz Kuvvetleri Jessup ile yeniden bağlantı kurup Allende'nin mektuplarında belittiği adresin terkedilmiş bir çiftlik evine ait olduğunu, ayrıca, Jessup'un kitabının üzerindeki notlarla ve Allende'nin mektuplarıyla birlikte yeniden düzenlenerek Deniz Kuvvetleri bünyesinde dağıtılacağını bildirdi. Rakam tam olarak bilinmemekle beraber bu şekilde 100 kadar kopyanın Deniz Kuvvetlerinde dağıtıldığı sanılmaktadır. Bu baskıdan üç kopya da Jessup'a gönderilmiştir.

Bu olaydan iki yıl kadar sonra, 20 Nisan 1959'da Morris Jessup, Miami'de Hammock Parkı'nda, kendi aracı içerisinde ölü bulundu. Polis raporlarına göre egzoz gazıyla intihar etmişti. Carlos Allende ise bir daha ortaya çıkmadı ve olay bu şekilde kapandı.

Sabah Yayınları arşivinden
 




  • IP logged

  • *
  • İleti: 3573
Ynt: KAYIKEVİ
#129: 25 Ağustos 2017, 18:15:42
Meşhur hikaye.. Okumuştum ama bu denll güzel derlenmemişti. Eline sağilı Kaan.

Bu olay gerçek mi bilemem ama bilmediğimiz bir çok deneyin yapıldığını ve sonuçlarının gizlendiğini düşünüyorum.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1631
Ynt: KAYIKEVİ
#130: 26 Ağustos 2017, 00:19:12
Kaan reis hoşgeldin :) hikayelerin şarap gibi. Dinlendikçe tatlanmış.


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
  • IP logged

  • *
  • İleti: 2553
Ynt: KAYIKEVİ
#131: 26 Ağustos 2017, 01:24:31
En sevdiğim konular böyle doğaüstü ve bilim kurgu konuları. Sağolasın Kaan reis.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#132: 26 Ağustos 2017, 12:07:22
Vay ben bunu okumamışım,ilk defa duydum.Emeğine sağlık Kaan Reis.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#133: 26 Ağustos 2017, 12:27:18
Teşekkür ederim hepinize.

Ben de seviyorum, komplo teorileri, deneyler, eski adetler ile ilgili hikayeler.
Yazdıklarım, arşivlediklerim, derlediklerim, kopyasını aldığım bir çok yazı oluyor haliyle bu konular hakkında. Aklıma geldikçe buraya eklemeye çalışıyorum.

Kısacık bir öğlen arası için, kahve yanına okumalık iki satır. ( Karışık, düzenlenmemiş hali ile.)

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bilinen en eski adetlerden biri de, yeni bir tekne denize indirilirken, deniz tanrılarına kurban edilen bir çocuğun ölü bedeninin teknenin bir yanına bağlanmasıdır.
Gemiyi tehlikelere karşı koruyacağına inanılan bu uygulama günümüzde geminin gövdesinde şampanya şişesi kırmaya bırakmıştır yerini. Uğurlu bir şarap türü sayılan şampanya şişesi kırılırken de, geminin adı söylenmelidir. O sırada dudaklardan çıkan ad asla değiştirilmemelidir. Bir geminin adının değiştirilmesi uğursuzluk olarak kabul edilir. Bir geminin adı, onun geleceğinin de habercisidir.

İSİM -KAZA BAĞLANTISI

Bu konuda gözlerimizi, 1757 yılında, İngilizler ve Fransızlar arasında yapılan bir deniz savaşına çevirelim: İngilizlerin batan gemilerinden birinin adı "The Terrible"dır.
Türkçesi; Korkunç!..
Execution, yani idam tersanesinde yapılan geminin kaptanının adı ölüm anlamındaki "Death", subaylardan birinin adı şeytan demek olan "Devil", gemi doktorunun adı ise "Ghost" yani hayalet demektir.
Gemi batmış olsa da, bir İngiliz denizcilik şarkısıyla söz ettirir kendisinden:
"Gemisinin adı "Korkunç"tu dostlar,
Tayfaları dersen birer canavar.
Tam iki yüz kişi, aslan mı aslan,
Sevdaları yalnız deniz ve vatan,
Suda Azrail'in soğuk nefesi,
Kaptan Ölüm için can verdi hepsi."

Gemicilere dokunmanın kızlara uğur getireceği de günümüzde fiyakasını koruyan inançlar arasındadır.

İskoçya'da ıslık çalmanın fırtına çağırmak anlamına geldiğine inanıldığından, denizdeki kocalarının dev dalgalarla karşılaşmalarından korkan kadınlar, pişirdikleri yemekleri ağızlarına götürürlerken kaşığı üflemezler.

At nalı ise denizde uğur getirmez, derler. Rus şair Boris Slutski'nin "Okyanusta Atlar" adlı şiirinde bu özelliğe tanık oluruz.
Şiir, "Atlar da bilir yüzmesini atlar / Ama güzel yüzemez uzağa gidemezler" dizeleriyle başlar ve şöyle devam eder: "Slava" gemisini unutmayın kardeşler Ve unutmayın ki Rusça'da "şeref"e "slava" derler. İsmiyle övünür bu gemi ve ilerler. Baş eğdirir koca koca okyanuslara. Tam bin tane at vardır sintinesinde Ve gece gündüz bir telaş atların kişnemesinde. Bin at dört bin at nalı eder, Ama at nalı denizde uğur getirmez derler! Ve gün gelir geminin dibi delinir, Uzakta göz alabildiğine uzakta kara görünür. Doldurur sandalları insanlar, Ama atların elinden yüzmekten gayrı ne gelir?

Slutski, kıyıya yüzme çabasındaki atların okyanusta bir ada oluşturduğunu belirttikten sonra, zavallı hayvanların kendilerini terk edip gidenleri kişneyerek protesto ettiklerini ve öylece battıklarını yazar.

1991 yılının 14 Kasım günü de, "Slava" adlı geminin sonuna benzeyen bir trajedi yaşanır İstanbul Boğaz'ında. O gün, yirmi bin canlı koyun taşıyan Lübnan bandıralı "Rab Union 18" adlı gemi Filipin bandıralı "Madonna Lily" ile çarpışır. Çarpışma sonrasında Boğaz'ın sularına gömülen Rab Union 18'den gelen koyun melemeleri çıkmaz İstanbullular'ın kulaklarından.

Bu korkunç kaza, Akgün Akova'nın adına iki geminin adını koyduğu şiirinde karşımıza çıkar: Ve karnında yirmi bin koyun ölüsüyle Rab Union 18 Koçların ders kitaplarına göre yirmi bin şehit

Denizde batan gemilerle ilgili pek çok garip öykü anlatılır.
Bunda, denizcilerin hayal güçleri geniş insanlar olmalarının da payı büyüktür.
En ilginç öykü, Galler'in kuzeyindeki Menai Boğazı'nda batan üç gemiyle ilgilidir.
Gemilerin ilki 5 Aralık 1664'te batar ve 81 yolcu arasından yalnızca "Hugh Williams" adlı yolcu kurtulur.
Aynı yerde, bir gemi daha batar 1785 yılında. 60 yolcudan yalnızca biri boğulmaz ve kurtulanın adı Hugh Williams'tır.
Günlerden de yine 5 Aralık'tır. Menai Boğazı'nda 1860 yılının 5 Aralık günü 25 yolcu taşıyan bir gemi daha batar. Kurtulan yine bir kişidir.

Adını merak ediyorsanız yazıvereyim: Hugh Williams!..
  • IP logged

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#134: 26 Ağustos 2017, 13:06:25


Kısacık bir öğlen arası için, kahve yanına okumalık iki satır. ( Karışık, düzenlenmemiş hali ile.)

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Çay ile okudum. Teşekkürler.



İskoçya'da ıslık çalmanın fırtına çağırmak anlamına geldiğine inanıldığından, denizdeki kocalarının dev dalgalarla karşılaşmalarından korkan kadınlar, pişirdikleri yemekleri ağızlarına götürürlerken kaşığı üflemezler.


Bunun benzeri bizde de var. Islık çaldırmazlardı. Demekki onlardan geçmiş bize. Kaşığı üflemek değilde, evin içini süpürürken evin gemisi batıya gittiyse ;batıdan doğuya, doğuya gittiyse doğudan batıya süpürülürdü. Rüzgar kolayına essin çabuk gelsinler diye. Babaannem rahmetli olana kadar devam etti bu adet. Birde avlu kapısı gemi dönene kadar tam kapatılmazdı. Araya bir şey sıkıştırılıp tam kapanması engellenirdi.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

 
Yukarı git