Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

k

kevorkcamci

Ynt: KAYIKEVİ
#330: 09 Mayıs 2018, 01:23:41
bu ülke 1923 sonrasında din dil demeden her kezi bağırına bastı muntazamlık görsellik kısmında bakıyorsanız ayrı ama duygusal olarak ben TÜRKÜM bu toprakın parçasıyım diyen herkese açık olacak kadar samimmiyetli ve huzurlu
  • IP logged

  • *
  • İleti: 2553
Ynt: KAYIKEVİ
#331: 09 Mayıs 2018, 04:09:32
Neden ecnebi memleketlerdeki eski şehitliklerimiz öz yurdumuzdakilere göre daha muntazamdır, anlamam.

Adamların kendi şehitliklerine gösterdikleri özen yanında ayıp olmasın diye herhalde.  :-\
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1541
  • Bilen bilir
Ynt: KAYIKEVİ
#332: 09 Mayıs 2018, 10:41:33
Neden ecnebi memleketlerdeki eski şehitliklerimiz öz yurdumuzdakilere göre daha muntazamdır, anlamam.

Yaşayanın değerinin olmadığı bir ülkede fazla beklenti içine girmemek lazım. ???
  • IP logged
DeDe

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#333: 23 Mayıs 2018, 16:01:30
EFSANEVİ DENİZ YARATIKLARI



Eski dönem denizcileri için denizlerin dibinde neler saklandığı antik çağlardan beri her zaman bir merak konusu olmuştu. Denizcilerin bilinmezliğe karşı duydukları endişe ve korku o derece fazlaydı ki, içinde bulundukları ruh durumu çoğu zaman basit olaylardan bile gerçeküstü anlamlar çıkarmalarına neden olabiliyordu. O zamanlar henüz bilinmeyen gizemli su altı dünyası, canavarların ve deniz ruhlarının yaşadığı bambaşka bir âlem olarak hayal edilirdi.

Bundan beş asır önce, yani büyük keşifler çağı olarak bilinen 1400 ve 1500’lü yıllarda denizciler kelimenin tam anlamıyla bilinmeyen sulara yelken açıyorlardı. İletişim imkânlarının olmadığı bir dönemde kıyıdan yüzlerce mil açıkta hiç kimsenin bilmediği bir yere gitmek büyük bir cesaret işiydi. Uçsuz bucaksız denizin ortasında ufak bir gemiyle yolculuk eden denizcilerin kaygılanmaları için pek çok neden vardı; en büyük kâbusları ise okyanusların derinliklerinde yaşadığına inanılan efsanevi deniz canavarlarıyla karşılaşmaktı.




Ortaçağda bilimsel konularda eski kaynaklara, çoğunlukla da Aristo ve Platon gibi Antik Yunan düşünürlerinin çalışmalarına başvurulurdu. Bu nedenle keşifler çağının ilk zamanlarında denizciler, gördükleri yaratıkları tanımlarken mitolojik kaynakları referans almaktaydılar. Antik çağdan beri varlığına inanılan deniz yaratıklarının en ünlüleri, denizaltı krallığında yaşayan ve yarı insan, yarı balık şeklinde tasvir edilen deniz insanlarıydı. Efsanelere konu olan ve güzellikleriyle denizcileri baştan çıkararak onları ölüme sürükleyen sirenler, bu efsanevi yaratıkların dişileriydi.

1493 seferinde Haiti yakınlarında 3 tane denizkızı gördüklerini söyleyen Kristof Kolomb, bunların hiç de tasvir edildiği kadar güzel olmadıklarını ve yüzlerinin erkeğe benzediğini belirtir. Kolomb herhalde bir anlığına uzaktan gördüğü bu yaratıkları efsanelerde anlatılan denizkızları sanmıştı, belki de bu yaratıklar o bölgede yaşayan ve daha önce kimsenin görmediği Karayip Manatilleriydi. Ünlü kâşif Henry Hudson da, 1608 yılında Norveç yakınlarında seyrederken mürettebatından birinin tanık olduğu bir olayı seyir defterine şu satırlarla kaydetmektedir:

“Bu sabah güverteden bakan bir yoldaşımız bir denizkızı gördü… Sırtı ve göğüsleri kadın gibiydi. Vücudu hemen hemen bizimki kadardı, teni çok beyazdı ve uzun siyah saçları arkasından dökülüyordu. Dalarken kuyruğunu gördüler, yunusa benzeyen kuyruğu orkinos gibi alacalıydı.”

Keşiflerin ardından Avrupa’ya birinci elden bilgiler ulaşmaya başladıkça, yeni keşfedilen hayvanlara ait gözleme dayanan çizimlerle mitolojik deniz yaratıklarına ait antik çizimler harmanlanarak beraber yayınlanmaya başlanacaktı. Ortaçağ Avrupası’nda XVI. ve XVII. yy’larda basılan doğa bilgisi kitaplarının çoğunda deniz canavarlarının ayrıntılı çizimlerine yer verilmişti; bu çizimlerin kaynağı ise daha önce hiç kimsenin görmediği okyanus hayvanlarını ilk defa gören denizcilerdi. Şüphesiz denizde karşılaştıkları her olayı insanüstü güçlere yoran denizciler, gördükleri bu ilginç yaratıkları da gerçeküstü tasvirlerle süsleyerek anlatmış, hikâyeleri kulaktan kulağa yayılırken de abartılı canavar hikâyelerine dönüşmüştü.




Alman ansiklopedi yazarı Conrad Lykosthenes, 1557 yılında yayınladığı kitabında açık denizlerde denizcileri bekleyen korkunç canavarları gözler önüne seriyordu; bunlardan biri devasa anteniyle bir adamı mızraklayan dev bir ıstakozdu. İsviçreli doğabilimci Conrad Gesner’in 1563 tarihli kitabında ise at başlı bir balık çizimi bulunuyordu, bu o zamana kadar bilinmeyen denizatına ait ilk çizimlerdi. Andreas Velleius tarafından çizilen 1585 tarihli İzlanda haritasında da sulardan sıçrayan birkaç yaratık görülmekteydi; bunlar Latince “vaccae marinae” adı verilen denizinekleri ve at başlı balıklardı.

O tarihlerde popüler olan tezlere göre karada yaşayan her canlının okyanusta bir benzerinin olduğuna inanılıyordu, bu deniz yaratıklardan belki de en ilginci deniz keşişi ve deniz piskoposuydu. Söylendiğine göre Danimarka ve Almanya kıyılarında yakalanan bu efsanevi yaratıkları, Katolik din adamlarının giydikleri başlıklar ve cübbelere benzer uzuvlara sahipti. 1855 yılında Danimarkalı zoolog Japetus Steenstrup, ünlü deniz piskoposunun aslında dev bir kalamar türü olduğunu ileri sürecekti.


Soldan sağa deniz keşişi, deniz piskoposu ve deniz adamı

Bu yaratıklar tamamen hayal ürünü olmakla birlikte gerçek hayvanlardan çok sayıda parça da içeriyordu. Hikâyelere konu olan canavarlar birtakım özelliklerini gerçek deniz yaratıklarından alıyorlardı; mesela devasa bir dokungaç denizcilerin hayal gücünde korkunç bir deniz yılanının parçası haline geliyordu. Dev bir ahtapotun dokungaçının bir bölümünü gören denizciler, hayvanın geri kalan parçalarını zihinlerinde canavar olarak tamamlıyorlardı. Bu hayali canavarların en ünlüsü “Kraken” adı verilen efsanevi bir yaratıktı.

Yüzlerce yıl önce Avrupalı denizciler uzun ve güçlü kollarıyla gemileri alabora eden Kraken adında bir deniz canavarından bahsediyorlardı; efasaneye göre bu devasa yaratık Norveç ve İzlanda arasındaki sularda yaşamaktaydı. Uzun kollarının gemi direklerini aştığına inanlılan Kraken’in boyu bazı hikâyelerde abartılı olarak yaklaşık 2,5 km olarak verilmektedir. Kraken denizin derinliklerinde yaşar ve insanlara nadiren saldırırdı, denizcilerin asıl korkusu bu canavarın su üstüne çıkmasıydı. Kraken’in su yüzeyine çıkıp tekrar daldığı zaman meydana getirdiği anaforların yakınından geçen gemileri batırdığına inanılıyordu; belki de denizciler bu hikâyeyi açık denizlerde meydana gelen anaforları açıklayamadıkları için uydurmuşlardı.


Pierre Dénys de Montfort tarafından yapılan bir illustrasyonda bir gemiye saldıran dev ahtapot. 1810

Kraken‘in varlığına işaret eden kanıtlar da yok değildi; balina avcıları yakaladıkları balinaların midelerinde bu canavara ait olduğu sanılan vantuzlu dev kollar buluyorlardı, ayrıca bu balinaların gövdesinde sık sık dev vantuzların açtığı yara izlerine de rastlanıyordu. Efsanenin kaynağında büyük bir ihtimalle denizcilerin gördüğü gerçek bir yaratık yatıyordu; bu yaratığın türü ise XIX. yy ortalarına kadar hep bir gizem olarak kaldı. 1853 yılında dev bir kalamar Danimarka sahillerinde karaya vuracak ve bu olay Kraken efsanesine ilham veren Architeuthis isimli yeni bir türünün keşfedilmesini sağlayacaktı.

1873 yılında Kanadalı doğabilimci Moses Harvey, balıkçıların kendisine getirdiği 5,8 metre boyundaki dev bir kalamar kolu hakkında hayvanlar âlemindeki en nadir nesneye sahip olduğunu belirtiyor ve bunun varlığı yüzyıllardır doğabilimciler tarafından tartışma konusu olan efsanevi ahtapotun gerçek bir dokungacı olduğunu ekliyordu. Bu dev kalamar 20 metreye kadar büyüyebiliyordu ve yaşayan canlılar arasında en büyük göze sahip türdü. 1997 yılında Yeni Zelanda’da yakalanan dev kalamar standartlara göre oldukça küçüktü, bir kolu 2 metre uzunluğundaki bu kalamarın boyu sadece 7,5 metreydi. 2007 yılında daha büyük bir kalamar türü tespit edilecek, 14 metrelik bu devasa kalamara “Mesonychoteuthis” adı verilecekti.

Deniz canavarları arasında denizcilerin en çok gördüklerini iddia ettikleri bir diğer tür de efsanevi deniz yılanlarıydı. Daha sonraları Grönland Piskoposu olan Norveçli misyoner Hans Egede, 6 Haziran 1734 tarihinde Grönland açıklarında gördüğü dev bir deniz yılanını anlatırken, suya dalan bu yaratığın kuyruğunun bile geminin boyundan uzun olduğunu yazar. Eski haritalarda da tasvir edilen bu gizemli yaratıkların, 11 metreye kadar büyüyebilen bir tür olan dev kürek balığı (Regalecus glesne) olduğu tahmin edilmektedir; zira uzun bir yılan şeklinde olan bu balığın tepesinde de tıpkı çizimlerdeki gibi parlak kırmızı dikenler bulunmaktadır.


1734 yılında Hans Egede tarafından Grönland açıklarında görülen deniz yılanının temsili çizimi.

Peki, o tarihlerde derin sualtı dalışları gerçekleştirmeleri mümkün olmayan denizciler, nasıl olmuştu da derin okyanus canlılarıyla karşılaşabilmişlerdi? Muhtemelen denizcilerin şahit oldukları birçok gözlem su üstünde yüzen ölmek üzere olan veya ölü hayvanlardı. O dönemlerde kıyıya vuran ve tanımlanamayan devasa kütleye sahip deniz canlıları halk arasında canavar olarak tanımlanıyordu; XX. yüzyıllın başlarına kadar görülen ünlü deniz canavarları şunlardı:

    * Lusca – Karayiplerde Andross açıklarında görüldüğü iddia edilen Lusca’nın, bilinen Enteroctupus türü dev ahtapotlardan çok daha büyük bir tür olduğu sanılmaktadır. Bu gizemli türe ait olduğu düşünülen kalıntılar, 2011 yılında Bahama Adalarında kıyıya vurmuştur.

    * Stronsay Canavarı – İskoçya’da, Stronsay Adasında 25 Eylül 1808’de meydana gelen fırtınanın ardından kıyıya vuran bu yaratık, görgü tanıklarının ifadesine göre 16,8 metre uzunluğundaydı.

    * St. Augustine Canavarı – 30 Kasım 1896 yılında Florida sahillerinde kıyıya vuran bu çürümüş kütlenin hangi hayvana ait olduğu o dönem tanımlanamamıştı.

    * Trunko – 25 Ekim 1924 tarihinde Güney Afrika kıyılarında görülen bu yaratık; görgü tanıklarına göre 14 metre boyunda devasa bir kutup ayısına benziyordu; ayrıca fil gibi hortumu ve ıstakoza benzer kuyruğu vardı.

Denizden çıkarılan deformasyona uğramış kalıntıların çoğu, aslında çürümüş köpekbalığı leşleri, balina kalıntıları veya denize düşen ve yosunla kaplanan büyük karayılanlarından başka bir şey değildi. Örneğin St. Augustine Canavarı adı verilen dev organik kütlenin, aslında ispermeçet balinasına ait kollajen bağdoku kalıntıları olduğu neredeyse bir asır sonra ortaya çıkacaktı. Diğer kalıntılar da muhtemelen çürümüş balina parçalarıydı.


1896’da Florida kıyılarına vuran bu yaratığın daha sonradan ispermeçet balinası kalıntısı olduğu anlaşılacaktı.

Mitolojik deniz yaratıklarına duyulan bu yoğun ilgi karşısında elbette sahtekârlar da boş durmamışlardı; özellikle Doğu Hint Adalarında yapılan sahte denizkızı iskeletleri Avrupalı ve Amerikalı denizciler arasında çok iyi fiyatlardan alıcı buluyordu. Bu denizkızlarının en ünlüsü Amerikalı sirk sahibi P. T. Barnum tarafından satın alınarak New York’a getirilen “Feejee Denizkızı” idi. 1842 yılında New York’ta binlerce insan Fiji’de yakalandığı iddia edilen bu denizkızını görmek için para ödemişti. O dönemlerde halk arasında büyük merak ve dehşet yaratan bu yaratık, aslında balık kuyruğuna dikilmiş bir maymun gövdesi ve kafasından oluşmaktaydı.

Yapılan tüm mantıklı açıklamalara ve bilimsel keşiflere rağmen denizciler, XX. yy ortalarına kadar derin sularda yaşayan tehlikeli canavarların varlığına inanmayı sürdüreceklerdi. 1950’lerden itibaren geliştirilmeye başlanan yeni sualtı teknolojileri sayesinde, nihayet binlerce yıldır merak edilen gizemli sualtı dünyası kapılarını yeryüzüne açacaktı.

Yazımızı son olarak birçok halk kültürüne konu olan diğer efsanevi deniz yaratıklarından da kısaca bahsederek bitirelim:

    * Leviathan – Eski Ahit’te bahsedilen ve dini efsanelere konu olan deniz canavarıdır. Bu isim modern İbranice’de balina anlamında kullanılmaktadır.

    * Lasirn – Karayip Adalarında popüler olan çok güçlü bir su ruhudur. Avrupa söylencelerindeki denizkızları gibi bir elinde ayna diğer elinde ise bir tarakla tasvir edilir. Lasirn’in su altı dünyası, aynanın arkası olarak tanımlanır; aynası iki dünya arasındaki sınırı temsil eder. İsmi Fransızca La Sirèn kelimesinden gelir.

    * Mami Wata – Afrikada popüler olan en güçlü su ruhudur. Çoğunlukla bir denizkızı olarak tasvir edilir. Hastalıkları tedavi eder ve kendisine inananlara iyi şans getirir, ona saygı gösterilmeyenler ise boğulur. İsmi İngilizce Mommy Water (deniz ana) kelimelerinden gelir.

    * Sedna – Kanada’nın ve Grönland’ın kuzey kutup bölgelerinde yaşayan Inuit halkının efsanelerine konu olan denizkızıdır. İnuit kültüründe tüm deniz memelilerinin ve koruyucu ruhların anası kabul edilir.

    * Yawkyawk – Avustralya’da Aborjin yerlileri tarafından inanılan ve denizkızlarına benzeyen kadim bir su ruhudur. Yawkyawklar yarı kadın yarı balık şeklindedir, uzun saçları deniz yosunlarına benzer. Su kuyularında yaşarlar, bitkilerin büyümesi için içme suyu ve yağmur sağlarlar.

    * Sellö – Macar mitolojisinde yarı kadın yarı balık olarak tasvir edilen bu yaratık, şarkılar söyleyerek denizcileri kandırır ve suyun içine çeker.

    * Kappa – Japonya’da çok popüler olan bir su ruhudur. Japon halk hikâyelerinde anlatılan Kappa genellikle su kenarına oturur. Çocuk taklidi yaparak insanları kendisiyle oyun oynamaya davet eder; ancak elini tutanları suya çeker ve onları yer.

    * Ahuizotl – Aztek geleneğinde havuzların dibinde yaşadığına inandıkları köpek benzeri bir yaratıktır. Kolları ve bacakları maymuna benzer, kuyruğunda da bir el bulunur. Geceleri bebek gibi ağlayan Ahuizotl, insanlar yardım etmek için koştuklarında kuyruğuyla kollarından yakalayarak suya çeker. Kurbanların cesetleri birkaç gün sonra gözleri dişleri ve tırnakları kaybolmuş halde su yüzüne çıkar.

    * Ejderha Kral – Çin geleneklerinde su kaynaklarında, nehirlerde ve denizlerde irili ufaklı birçok ejderha yaşadığına inanılır; tüm suların efendisi ise Ejderha Kraldır. Denizlerin altındaki sarayında yaşar ve tüm deniz canlıları onun hizmetindedir.

    * Su İyesi – Türk mitolojisinde suların koruyucu ruhlarıdır. Her suyun bir iyesi vardır, bu varlıklar her zaman ak giysiler giyer ve renkleri maviye çalar. Kuş ve yılan kılığına girebilirler, bazıları denizkızları gibi balık kuyrukludur.





Kaynak :
Konrad Lykosthenes / Prodigiorum ac ostentorum chronicon - 1557
Andreas Velleius / İzlanda haritası 1585
Conrad Gesner / Historiae Animalium Liber IIII - 1575
Tauusmarine, SabriÇağrıSezgin
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#334: 29 Mayıs 2018, 11:47:50
DENİZE SIĞINMAK

Sığıntı

Reisin kamarasındaki bilgisayardan baktığı hava tahmini, akşama doğru havanın bozacağını gösteriyor. Reis bunu gayet sıradan, günlük, önemsiz bir şey gibi söylüyor. Dalgın sanki, uzaklardaki denizle göğün birleştiği yerlere dikili bakışları. Dönmemiz gerekiyormuş Enez’e. Birkaç saate kadar iyi çalkalanacak deniz, diyor. İçimde bir yerler telaşlanıyor, görmezden, bilmezden gelmeye çalışıyorum.

Çağlar boyu birbirine komşu iki ada, Gökçeada ile Semendirek arasında bir yerlerdeyiz. İki koca karaltının gri, koyu mavimsi tepeleri görünüyor. Denizin üzeri hafif çalkantılı. Bom direğinin tepesinde dalgalanan bayraktaki rüzgâr kuzeybatı diyor. Hava serin. Vakit öğlen. Bir yarım saat önce bitmiş molanın koşturmaları, hengâmesi. Mola edilmiş, balık sarılmış, mavi denizin üzerinde sapsarı bir mantar şerdi, kıvrıla büküle, döküle döküle ucu kavuşmuş, sonra çelik halatlar koca vinçle sarılıp, altı toplanmış, bomdaki dev makaradan, sarılıp ağlar, sular seller arasında tekneye alınmış, istiflenip, bocilikten koca bir kepçe daldırılıp daldırılıp, orta güverteye bir balık seli dökülmüş, her yan titreşen oynaşan balık bedenlerinin üzerlerinde, harmanda, filenin ucunda havaya savrulan buğday misali pullar saçılmış, parça parça buzlar serpilmiş, haki çizmeli, muşambalı, bıyığı, sakalı, uzamış, suratları soğuktan kararmış adamlar, bir balık selinin arasında gezinmiş, küreklerle bu yerinde durmayan nesneyi kasalara doldurmuşlar. Aralarından çıkan denizyıldızları kenarda sarılı turunculu süs nesneleri gibi dağılmış, dumanlı grili bedenleri, uçları vantuzlu kollarıyla ortalıkta, ayakaltlarında irili ufaklı ahtapotlar gezinmiş. Kimi sardalyelerin, denizanalarının üzerine basılıp ezilmiş, bir telaşın işaretleri gibi durmuşlar. Kontrollü, alışkanlık sinmiş bir dağınıklık yaşanmış. Sonra nasıl olduysa hızla toparlanmış ortalık, koca bir hortumla yıkanmış balık hazneleri, orta güvertenin kıyı köşesi, kasalar istiflenmiş, üzerlerine suları süzülen örtüler atılmış, herkes, ait olmayan, eğreti, uygunsuz her şey bir anda kayboluvermiş ortadan. Aralarda gezinen birkaç martıya kalmış ortalık.

Alttaki genel kamaraya iniyorum. Niyetim akşama kalmaz havanın bozacağı haberini tayfaya vermek. Herkes yayılmış bir tarafa. Tıraşları, sakalları uzamış, yüzlerden yorgun suretler çoğaltılıyor. Grisi az beyazı baskın sakallı, yüzü buruşuk, zayıf birisi köşede dirseğini kırıp yanlamış, sigara içiyor. Ardındaki türkuaz boyalı kamara duvara asılı panoda, iri, büyük harflerle; BURADA CİGARA İÇİLMEZ. PARA CESASI VAR, yazılmış. Kamara duman içinde. Belli ki karada geçerli olan kurallar, kanunlar burada, denizin ortasında pek takılmıyor. Biraz yükselterek sesimi, haberi veriyorum. Birkaçı, Biliyoruz, az önce hava durumunda da söylendi, diyorlar. Reis’in umursamaz tavırları onlarda da var, enikonu gamsız herifler. Umursamıyorlar. Az sonra fırtına, bora patlayacakmış, dalgalar azacakmış, düşünmüyorlar bile. Hatta bir kısmının yüzünde bu haberin sevindirici esintilerini bile görür gibi oldum.

Şaban Reis kapıyı açıp, İki adam gelsin, diye seslendi. İki kişi doğruldu uzandığı yerden. Kalkıp, ardında takıldı. Camdan baktım, kalın bir brandayı balıkla dolu kasalara sarıp, kalın halatlarla kenardaki halkalara bağlıyorlar. Epey dalga bekleniyor sanırım. Bakalım, göreceğiz.

Küçük aralıktan dumanı tüten bir çay uzattı aşçı. Elden ele aktarıldı önüme kadar. Çıngıldattım kaşığını. Bardağın kenarlarına çarpan sesi iyi geldi. Duruldum birazca. Göz gezdirdim ortaya. Çavuş’a ilişti gözlerim. Çavuş’un alnı kırış kırış, her zamankinden. Kaşları titrek, sigara uçuca. Yanına sokuluyorum, çayımı da masanın üzerinde sürüyerek. Uğraşma benle, söyletme beni bakışı atıyor birkaç. Adını kullanmıyor kimse, Çavuş Abi git, Çavuş Abi gel. Hatta kimi kez küçüğü büyüğü için o sadece Çavuş. Tayfa ile Reis arasındaki arabulucu, görevleri ayarlayıcı kişi gibi bir konumu var. Gırgırlardaki eski balıkçılardan, yaşı geçkince, sessiz oturaklı tayfalardan seçiliyor. Ünvan gibi bir şey. Konuşkan olmasa da, günden geçmişten sorduklarımı ister istemez yanıtlaya yanıtlaya bir mesafeyi daraltmıştık. Özellikle bir dönem tayfa olarak gırgırlara sığınan kaçaklarla ilgili anlattıkları ilgimi çekmişti. Notlarımda şöyle yazıyor;

Eskiden daha çoktular. Hele o 12 Eylül sıraları. Yeni tayfa toparlıyorsun. Her sene aynı adamlar olmuyor tabi ki. Bir sene çalışıp, memnun olmayan, birisiyle, reisle takışan, atışan gelmiyor sonraki sene. Hep arada yeni, görmedik yüzler çıkıyor. Bir türlüsü var ki, hemen belli oluyor değişik, özel, ayrıksı durduğu. Ürkekliğinden, parkasından, dudaktakmaz bıyıklarından, kıç cebindeki ucu kırmızımtırak gazetesinden, kapağının bir yanında çoğusu bir yıldız,sıkılı yumruk resmedilmiş kitaplarından, kayığın hep kuytularına, kendi yalnızlıklarına kaçmalarından. Devrimci onlar. Öyle diyorlar biraz biraz dillenince. Elleri kitap tutmuş, defter, kalem tutmuş. Halat, mantar, çelik tel, kurşun yadırgıyor ellerini. Daha çok ezip, acıtıp, yaralıyor. Karada yakamadığı devrim ateşlerini, denizin ortasında, kıyılarda, koylarda seyir halindeyken, limanda, rıhtımda, ekşi şarap kokan meyhane diplerinde tayfanın, mapacının, botçunun içlerinde, bitmeyen, uzayan sözcüklerle tutuşturmaya çalışıyorlar. Gururlu, kendini beğenmiş değiller. Sevginin ne olduğunu biliyor ve esirgemiyorlar. Şiir dedikleri, iki üç laftan, gözleri yaşaranlarını gördüm. Hayret ettim. Ama hayat başka bir şey. Tüm bunlar halattan, kurşundan nasır bağlamış iki parmak etmiyor çoğusu. Ağızları kuruyup, sesler kısılıp, hafif bir boşuna debeleniyorum duygusu depreşince sanırım, koynundan kapağı kırış, yırtık bir kitap çıkarıp, kıça, ağların üzerine, baş tarafa, kalın halat yığınına çömelip, okuyorlar. Öyle bir huşuya dalar gibi kayboluyorlar ki kitabın içinde, bizim tayfa ürküyor yanına yaklaşmaya. Martılar bile uzak uçuyor sankilim.

Biri vardı. İnsanlardan hazzetmeyen, hep iş güç olmayınca kıçta başta kitap sayfası tırtıklayan. Gür bıyıklı, sarımsı keçisakallı, başı tuhaf kasketli, dalgın bakışlı, hep üşüyen, kimi kızarık, kimi mosmor kulaklı, burunlu biri; Çe Ahmet. Adını da Mertoğlu’ndan İslam söyledi. İstanbul’da, bilmem ne üniverstesinde, bilmem nenin kafa adamıdır dediydi. Bazen unuturdu bir yerde kitabını, karıştırırdım şöyle bir. Anlamadık laflar. Kitabın üstünde başında, arasında bakarsın ki incecik bir balık pulu yapışmış, kurumuş, ışıldar durur. O pul daha bildik, tanıdık gelir sözcüklerden. Kitaba daha bir korkusuz, çekincesiz dokunurum. Her neyse. Bu bizim yabani bir vakit sonra, hep kayığın peşinde dolanan, çoğu kıçta, ağların arasında dikelen, yatan, her nasıl olmuşsa zamanında bir ayağı kırılıp, eğrice kaynamış, belki de kırılmamış da bir nedenle eğrilmiş martıyı kestirdi gözüne. Molalardan irice balıklar ayırıp, martıyı beslemeye başladı. Niyeti onu kendine alıştırmak. Çe Amet adı. Biz Çe Amet dedikçe, bakıyorum Amet kısmına değil de lakabına daha çok allanıyor yüzü. Kendisi laf etmez pek demiştim, başka birisi anlatıyor kimmiş bu Çe, dünyanın dağlarında, elde mavzer, nasıl koşturmuş. Ağızlar hafif açık dinliyoruz tabi, denizin koyunları.

Birkaç beyaz bulut hızla çekilip aradan, meydanı önce gri, sonra koyulup kararan bulutlara bıraktı ortalığı. Rüzgar hızlandı. Kamaraların saçaklarında, çatlak cam aralarında, direklerde, gerili halatlarda, tellerde, iplerde uğuldamaya başladı. Kamarada konuşmalar, rüzgarın artan uğultusunu bastırmak istercesine üst perdeden çıkıyor. Kapıyı açıp çıkmaya yeltendim, birisi, Otur oturduğun yerde, nereye bakacaksan buradan bak, dedi. Ses çıkarmadım. Oturdum.

Fırtına- Pis bir hava

İri damlalar camları, kamaranın tahtalarını dövmeye başladı. Deniz tutmasını önleyen bir hap aldım. İkinci reis, burada, kamarada kalırsam, hapın da fayda etmeyeceğini, yarım saat çalkalandıktan sonra, içimde ne varsa dışarı çıkaracağımı söyledi. Peki ne olacak? Aslında pek olacak bir şey yok. Öfkeyle kabaran denize ne yapılır dayanmaktan, katlanmaktan başka? Beni sallantının daha az olduğu bir yere götürmeyi önerdi. Tekne, kabaran, dağ, uçurum ve köpük kesen denizin ortasında, sallanan küçücük bir fındıkkabuğu. Bu salıncakta daha az sallanan yer mi olurmuş? Yüzümdeki soran bakışları fark edince, anlattı, Dalgalar baş taraftan gırgırı kaldırmaya başladığında, en yüksek yeri, yani düz olmaktan en uzak noktası burnu olur. Burada olan birisiyle, ortasında olan birisi arasında, hem yükseklik hem de yatay farkı olur. Yanlara sallanırken de bu böyle. Gırgırın en ortasında bir bölge, en az sallanan yerdir. Nokta, yükseklik, yatay, daha da şaşaladım. Anlamadım. Fakat elimden bir şey gelmez, denemekten başka.

Tayfanın birkaçı yatmaya gitti. Genel kamaranın vaziyeti pek değişmedi. Sadece demlik, çay, şeker, kül tablaları kalktı ortadan. Gürültü çoğaldı. Cavit’e baktım. Sessizdi. Sigaradan bozarmış bıyıklarını çekiştirdi. “Pis bir hava, orta karar başladı, gittikçe de azıtıyor,” diye homurdandı. Pis hava tanımının içinde ne kadar, bu ve bunun gibi havaların yaşanmışlığı olduğunu düşündüm. Bir kestirimde bulunmak güçtü. Sanki her bir borayla, fırtınayla, öfkeli denizle başa çıkabilmek, en azından azami hasarla atlatabilmenin yolu, geçmiş deneyimlerden çok, yeni bilinmezlikleri içerdiği, her yeninin yaşayarak öğrenilecekleriyle geldiğinin bilgisi saklı gibiydi vurgusunda.

Çıktık. Ardımızdan rüzgâr kamara kapısını hızla çarptı. İçeriden bir “Oooha!” sesi eklendi ardına. Bir anda yağmurla karışık, sert rüzgâr ıslak bir bez gibi yapıştı yüzümde. Ne oluyoruz? Bu da nesi? Üst baş ıslandı bir anda. Yağmur, serpinti nereden belli değil. Tadı tuzlu. Direklerdeki, halatların uçlarındaki palangalar, makaralar sallanıyor, salınırken metal direklere her çarpışında tok sesler çıkıyor. İkinci reis gerisin geri kamaraya dönüp, kapıyı açıp bağırdı; “Veli’ye habar edin be! Palangalarda, makaralarda çok boşluk var. Kırılacaklar. Yazık. Boşluklarını alsın bomla, vinçle. Olmazsa indirsin küpeşteye, sağlamlasın. Yoksa bi sakatlık çıkacak.” Döndü yanıma. “Abi, önce yukarı, Reis’in yanına uğramamız lazım. Çıkabilecek misin merdivenleri?” dedi. “Çıkarım” derken, içimdeki bir, “Ya!...” belirsizliğini sustum. Çiviye asılmış haki bir muşamba aldı. Uzattı. “Giy şunu. Yoksa denize düşmüş kadar olacaksın,” dedi. Ayaklarımın altındaki zemin durmuyor ki durduğu yerde. Nasıl olacak bu. Zar zor giydim. Takıldım peşine. Demir basamaklar ıslak, kaygan. Sağa sola, yukarı aşağı sarsılıp, yalpalarken tekne, merdiven çıkmak kolay mı? Sıkı sıkı yapışıyorum yandaki tutamaklara. Metal borular soğuk, ıslak. Zar zor da olsa çıktık en üst kamaraya.

Etrafa bakınca daha iyi anladım ne halde olduğumuzu.

  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#335: 29 Mayıs 2018, 11:50:01
binnal

Biz kapıdan girerken, “Be ağalar, ne dolanırsınız bu havada orta yerde? Görmez misiniz yer gök girmiş birbirine. Otursanıza kıçınızın üstüne,” dedi koca reis. Dudaklarının, boz bıyıklarının etrafında koyulaşan gülümsemesiyle.

Kamaradan dışarı baktım. Ufuk, göğün derinliği diye bir şey kalmamış. Önümüz ardımız gri, kapkara bir koyuluk, bir duvar. Denizin her yanı bembeyaz, köpük kesmiş. Tepeleri kar sepeli gibi duran, kendi durmayan, yükselen, alçalan, kendi üzerine kıvrılan, kırılan, kudurmuş, gümbürtülerle, uğultularla, dörtnalı binnala evirmiş, üzerimize üzerimize gelen, artarda dalgalar. Bir hat üzerinde, düzenli bir sıraları yok. Her yan kaos, her yanda düzensiz uçurumlar, tepeler. Gelen dalga, baş tarafını yükseltip, yuvarlanan üçgen bir silindir gibi tekneyi arkasına doğru yükselte yükselte ilerliyor. Dalga ortayı geçince, baş taraf, değişen ağırlık noktasının etkisiyle, hızla düşüyor. Bazen o anda ardından gelen dalganın derin çukuruna, bazen de köpüklü, pençe şeklini almış, kendi üzerine katlanmak üzere olan bembeyaz köpükleri üzerine iniyor. Altı dar, üstü geniş yarım daire baş, suya çarpmanın etkisiyle dalgayı zerreciklerine ayırıp, rüzgârın savurtusuna katıyor. Baş tarafından, püsküren, dağılan zerrecikler, kamaraların camlarına, güvertelerin yanlarına öfkeli şarapnel parçaları gibi iniyor. Uğultuyla karışık bir gümbürtü çıkıyor bundan. Kulağa hiç hoş gelmeyen, can sıkan bir ses. Sesler. Bir bakıyorsun, bir sonraki dalga sancak tarafından baskın veriyor.

Reis iki eliyle yapışmış dümene. “Vay orospu!” diyor. Kime, neye dediği belirsiz. İkinci reise dönüp, artarda sıralıyor talimatlarını; “Herkes muşambalarını, kasık çizmelerini giysin, ben demedikçe çıkarmasın. Botçuyla palacı arada bir ambar kapaklarını kontrol etsinler. Ambarlardaki pompaların hepsi çalışsın. Makinis makina dairesinden ayrılmasın”

Aşağıda bir yerlere bağlı ses cihazının kırmızı düğmesine basıyor. Birkaç çıtırtı cızırtı. Ses aletine doğru eğiyor başını, “İsmail, n’aparsın be olum? Makina dairesine misin? Nasıl vaziyet oralarda.” İsmail’in metalik sesi çıkıyor, “İyi abi. Yok bir sıkıntı.” “Haaa! İyi, tamam, ayrılma sen oralardan. İkinci makinayı da hazır et.” “Hazır zaten abi. Daha bir saat önce soktum vaziyete.” “Öyle mi, hazır mı! Tamam. Helal olsun. Belli olmaz, bu hava daha da azacağa benzer. Belki iki motorla baş vermek gerekecek dalgaya. Sen uyanık ol, haber bekle.” Bana dönüyor. Yüzünde kararsız bir alaycılık sezer gibi oldum. “Görüyorsun halimizi, deniz bu, üç gün öyleyse, iki gün de babaöfkesi.” diyor. “Hadi eyvallah,” deyip, çıkıyoruz.

in

Aşağıya iniyoruz. Mutfağın kapısı sıkı sıkı örtülü. Hiç kapanmazdı diğer zamanlar. Kapıyı tıklattı İkinci Reis. Açıldı. Aşçının elindeki bıçak, gözle görülmeyecek bir hızla, doğrama tahtasının üzerindeki soğanı diliyor. Ortalık toparlanmış. Tezgahların, fırının, ocağın üzerinde hiçbir şey yok. Tüm tabak, çatal, kaşık, tencere tava girmiş bir yerlere. Dolaplardan, çekmecelerden irili ufaklı çarpışan metal edavat sesleri geliyor. Selam verdik. Gözlerini önündeki işten ayırmadan aldı selamı. “Sabahki kurunun suyunu döküp, bir torbaya doldurdum. Yarına kısmetse artık. Salata malta bir şeyler yapıyorum. Biraz da zeytin peynir, ne varsa artık. Yesin millet. Bu havada bunu bulduklarına şükretsinler.” Bu sallantıda, beşik gibi sallanan teknede yemek pişmez tabi ki. Tencerede, kazanda sulu şey durur mu? “Kolay gele,” deyip, çıktık.

Genel kamaranın arkasındaki sac bir kapağı kaldırdı. Dik bir merdivenden aşağıya indik. Başlar eğik, biraz yürüdüğümüzde boyasız, paslı bir kapı çıktı önümüze. Kulpuna asıldı reis, incecik bir iniltiyle açıldı kapı. Burası, teknenin ortasında, altındaki küçük mağara, in. Depo olarak kullanılıyor. Bir yer bulup oturdum. Her yan toz, kir, pas. Ağır, soluması güç bir havası var. İkinci reis, merdivenin son basamağını çıkıp, kayboldu. Bölmelerin sac duvarları, yanlardan, alttan delice patlayan dalgaların gümbürtülerini çoğaltıyor. Oturduğum yerin birkaç karış altında denizin köpüklerle, burgaçlarla, karışıp durduğunu bilmek, o kaostan beni ayıran iki karışın varlığı ürkütücü bir duygu. Tekne alabora olsa, bu demir tabuttan çıkmanın mümkünü olasılığı yok.


korku

Yanlarda patlayan dalgaların gümbürtüleri yankılanıyor bölmelerin çelik duvarlarında. İçimdeki ne coşku, ne heyecan, düpedüz kara korku. Batma, suya gömülme, boğulma, ölüm korkusu. Kapıya bakıyorum. Her an kapının yanlarından, altından içeri su dolacak, basınçlı su menteşelerini esneterek, kapıyı menteşelerinden koparıp atacak, içerisi göz açıp kapayana kadar suyla dolacak gibi geliyor bana. Soğuk bir ter ensemden aşağılarda iniyor. Ne olursa olsun diyerek çıktım bu dar yerden.

Kamarama döndüm. Yatağa uzanmayı gözüm kesmedi. yere battaniyeyi serip, oturdum. Bir şeyler okusam? İçimdeki ses; Bu havada? Yer gök, ne yeri, deniz gök birbirine girmişken mi? diyor. Zaten bu, gözün baktığı hiçbir şeyin durduğu yerde durmadığı, sıyrılıp aktığı zamanda okumanın da olanağı olmazdı ki. Yapacak tek şey var, düşünmemeye çalışmak.

Böyle bir zamanda ne düşünür insanlar? Ranzanın demirine bir eliyle sımsıkı tutunmaya çalışıp, sağa sola yalpalarken, kamarada, tahta oturakların latalarına sıkıca yapışırken, uzakta, başka bir dünyadaki kafası üç numara tıraşlanmış, burnu sümüklü, dizleri kabuk kabuk yara evladının istediği oyuncak arabayı alamayışını mı? Yoksa, sarı, yanlara dökük, püskül saçlı kızına mavi tarak, kelebekli saç tokası alamayışını mı? Keşke karıya öyle bağırmayaydım, ne olurdu da anama daha sık gideydim, pedere bayram seyran dışı, bir kere de, yokken bir şey, durduk yerde sarılaydım. Ne bileyim, iki gelincik görüp yol kenarında, geçmese, baksaydım. Zeytin dallarının arasında gezinen sarasmanın bet, çirkin sesini dinleyeydim az daha mı derdi kendi kendine? O batmak, suya gömülmek, ağzının, boğazının, ciğerlerinin suyla dolması, soluk alamamak. Dilsiz bir korku değil de neydi? Unutkan insanların rüya gibi, bitince, uyanınca silinen kefareti.

Bu tür şeyler çabuk bitmiyor. Saatler sürdü. Kolay olmadı. Arada bir, dışarıdan yağmurla dalgaların serpintisinin çarptığı, içten buğulu camları silip, dışarı, karanlığa baktım. Çantamdan şişeyi çıkarıp dibinde kalan şarabı içtim. Biraz iyi geldi. Bir meyhane havası olsa da dinlesem, diye geçti içimden. “Kaderimse çekerim” Yoksa kamyonların arkalarındaki yüksek kanon dahili edebiyat mıydı? Evet. Öyleydi galiba. Sonra karanlığın içinden göz kırpan ışıkları gördüm. İyice sildim camı. Evet. İnce ince ışıklar görünüp kayboluyordu camın ardında. İçimin durulduğunu, bedenimin her zerresini esir eden korkunun, üzerine koca bir kova su boca edilmiş kora döndüğünü hissettim. Uzun zamandır, farkında olmadan, soluğumun bir parçasını koy vermeyip, içimde tuttuğumu, derin derin, ciğerlerimdeki tüm havayı boşaltarak soluk alırken anladım. Bedenim, benim bilmediğim bir şey mi biliyordu? Saçmalama. Sırası mı şimdi.


sığınak

Koya girdiğimizde dalgaların şiddetiyle birlikte sallantı da azaldı. Kurtardık paçayı. Ne anlardı? Düşünmesi bile sıkıntı verici.

Az sonra, iki yanındaki biri yeşil, diğeri kırmızı, yağmurun arasından kesik kesik göz kırpan fenerlerin arasından sığınağa girdik. Bir anda salınım, çalkantı, nesnenin dengesiz konumu, uğultular, gümbürtüler, patlamalar bitti. Bardaktaki suyu üzerine dökmeden içebilmenin ne anlama geldiğini bilmediğimi düşünüyorum bir anlığına. Masanın üzerinde duran bardağın kıpırtısız, durgun yüzeyine bakıp bakıp sevinilebileceğini, bunun, bu güne kadar fark etmediğim bir dengenin, insanın ayakları altında durağan, sağlam bir yerin varlığının göstergesi olduğunu da...

Kamaradan çıktım. Sığınak rengârenk, ışıklar içinde. Kıpırtısız suda yansıları. Altta, kamaralarda gürültü çoğaldı. Motorun hızı düştü. İskeleye manevra yapıp, aborda ederken, yükselen birkaç homurtu geldi makineden. Pervane, iskelenin yanlarına ince, emanet köpükler sıvadı. Kalın palamarlar atıldı, iskele babalarına geçti kementler. Tıka basa, irili ufaklı tekneyle dolu ortalık. Kim olmak ister ki bu havada denizin ortasında. Buraya “sığınak” demişler. Adı üzerinde.

Kamyon yanaştı gırgıra. Elden ele kasaların aktarımı başladı. Aşağıya indim. Bozuk havanın birkaç gün devam edeceği haberi gezindi ortalıkta. O an, artık tasımı tusumu toplayıp, yola düşmenin vaktinin geldiğini anladım. Gitmek gerekiyordu, gitmeden de vedalaşmak. İşin en can acıtan yanı. Öylece, ayakkabısının bacığını bağlar, elmanın kabuğunu soyar, filtresine gelip dayanmış bir sigarayı tutup atar gibi çekip gidemiyor insan. Yaşamak bir sanat, diye yazıyor pek çok kitapta. Bu yaşama sanatından, gitmeye, onu, öylece yaşanan, sıradan, sızısız bir olaya sokacak bir pay düşürüp düşürmediğimiz geliyor aklıma. Bir tamlama uyduruyorum oracıkta: “Çekip Gitme Sanatı.” Okkalı laf. Hepsi gibi içi kovuk, boş.

veda

Önce reis. Kamarasındaydı. Uzanmış boyu bosunca. Girince hafif doğruldu. Yastığı sırtına destekledi. Yüzüne baktım. Gördüğüm, büyük bir harpten, utkuyla çıkmış komutanın gururlu yüzü değil, tüm gün kazmasıyla bayırda kök sökmüş, kırlık tarla çapalamış rençperin, keskisi balyozuyla koca kayaları kırmış, un ufak etmiş taş ustasının, günün güneşin alnında, saatlerce düven sürüp, harman yeri dönelmiş köylünün yorgun yüzüydü. Hafif bir keyif esintisi dolaşıyordu üzerinde. “Hayırdır abi, nedir bu halin? Telaşlısın?” dedi. Birkaç gün havanın bozuk gideceği tahmin edildiğini söyledim. Ardından buralarda, limanda kalmak istemediğime, zaten epeydir onlara yük olduğuma benzer şeyler geveledim. Çıkıştı. “Yok ağa! O nasıl laf. Memnun olduk geldiğine, olur mu öyle şey. Ne zaman istersen, atla gel. Kapımız hep açık.” Samimiydi söylediklerinde. Sözlerinin dökülüşüne, tınısına işlemişti bu samimi ton. Sarıldık, öpüştük, veda aldık verdik. Alta, genel kamaraya indim.

Tek tek tayfalarla, çavuşla, aşçıyla, İsmail’le, Nihat’la, Cavit’le, Adem’le, Veli’yle, herkesle vedalaştım. Sarılışıp, izin aldığım her yüzde, fırtınadan, yaşanan arbededen izler aradım. Bir şey göremedim. Birkaç öteberimi toparladım. Sırt çantama tıkıştırdım. Birkaç kitap, hırka, kazak, askıdaki palto. Kamaranın kapısını çekerken son bir kez içerinin dağınıklığına baktım. Gayet doğal geldi bana. Olması gerektiğince... İskeleye çıktım. Çantadaki boş şarap şişesini çöp bidonuna attım. Kamyona binmeden önce, uzun uzun balıkçı teknesine baktım. İnsanlarda göremediğim o küçük kıyametin ondaki izlerini aradım. Dalgaların tonlarca suyu koca tokmaklar gibi her yanına çarptığı fırtınanın. Reisin, tayfanınkinden bambaşka, gizlenmiş, saklanmış, kendini ele vermeyen bir yorgunluktu ondaki. Boydan boya sacının zerreciklerine, atomlarına, saçları, metal plakaları birleştiren köşebentlere, u bağlantılarına, putrellere, perçinlere, paslı vidalara sinmiş, sesi çıkmayan bir yorgunluk.


köpeköldüren


Şoför mahalline çıktım. Kontak açıldı, marşa basıldı, motor çalıştı. Debriyaj, vites, tekerlekler döndü. Müzik, “Uzaklarda aramam, Çünkü sen içimdesin, Taht kurmuşsun kalbime, En güzel yerindesin. Her an seni yanımda, Ruhumda duyuyorum...”

Küçük sahil kasabasının ölgün lambalı sokaklarından hızla geçtik. Birkaç köpek havladı arkamızdan. “Bak bakalım, açık bir yer bulabilecek miyiz?” Çok çabuk olmuştu her şey. Sığınak, vedalaşma, toparlanma, şimdi de bu rüzgar gibi karanlığı yaran kamyon. Aydınlık tabelasında tanıdık harfler, renkler, soğutucusunda boy boy şişeler, kutukutular olan bir büfemsi yerin önünde durdu. İndim, irisinden bir şişe “köpeköldüren” (hoşuma gidiyor bu laf) kapıp çıkıtım şoför mahalline. Kenan gaza yüklenirken, ardımda yarım bir şeylerin, tadına, ayrıksılığına doyamadığım bir şeylerin kaldığını biliyordum. Ucundaki ince, aliminyumsu muhafazayı sıyırıp attım. Bakındım, kapının üzerinde bir tornavida. Mantarını içeri bastırıp, diktim şişeyi. Kenan’a uzattım, görmezlikten geldi, görmedi belki. Bir daha dikitim. Kucağıma oturttum dibini. Şişenin içindeki mantar sallanıyor oraya buraya. “Birazdan, emdikçe şarabı, bulursun kafayı,” dedim mantara. Oralı olmadı

Dağ aralarından, düz ovada kıvrımsız uzayan yollarda vites büyütüp, küçültürken, motorun devri yükselip düşerken, arka perdeli bölüme geçtim. Tavan lambasını açtım. Not defterimi çıkardım. ÇAVUŞ başlığının altlarında, Çavuş’un devrilen devrimcilerle ilgili bir şeyler anlattığı bölümü buldum. Soluk sarı ışığın altında okudum.

Çe’nin öyküsünde final
“Sonra ne oldu Çe Ahmet’in martıyla arası?

Can bu tabi ki. O kadar ilgi, çeşidiyle balık, lüferi, uskumrusu, çinakopu, karidesi, kalamarı yedikçe şişti semirdi, peşinden ayrılmaz oldu. Hatta kimisi akşam limanda Çe’yi kahvenin, meyhanenin kapısına kadar götürüp, yakınında bir taşa, duvara, çatı kenarına ilişip, eğribacak havada, çıkmasını beklediklerini diyenler dahi oldu ya, inanmadım. Tayfa takımıdır, yalan atarlar bolca. Sebepsiz.

Bir gün moladayız. Dalga tepeler gibi. Ayakta durulmuyor. Biz ağ döküyoruz. Döktüğümüz ağ pervane suyunun beyazlığında kaybolup gidiyor. Yanbacak da oralarda. Martıya o ismi verdik. Sekiyor kıç taraflarında. Bizimkinin yakınında. Nasıl oldu anlayamadık, biri bağırdı, Aman kollayın, Yanbacak takıldı ağlara. Baktım, akan ağların arasında, ayağı ağa takılmış garibim martı debeleniyor. Bağırdım, Reis dur! Vira! Vira! Vira! Ama bağırmak ne fayda. Ağ akıyor, durur mu koca ağ seli öyle ha deyince. martı da onunla beraber, gidiyor denize. Çe kenardaki puntellere yaslanmış, denizde uzak bir noktaya bakıyor. Benim bağırmamla aydı. Gördü martıyı, akan ağ selini. Attı cigarayı, atladı ağın üzerine. Ağ kayarken martının ayağını kurtarmaya çalışıyor, bir yandan da ağla birlikte sürükleniyor. Yukarıdan gördü reis durumu, bağırdı; Bırak be andaval. Ne yaparsın sen? Geberecan. Olmadı. Kurtulmuyor ayak bir türlü. Sürüklenirken ağla, ayağı sıkıştı kenar demirine. Yana savrulurken gövdesi, ayağı, bileğin üzerinden, kibrit çöpü gibi kırılıverdi. Acılı bağırtısı geldi Çe’nin. Kıvrıldı, bir top oldu. Yanbacak martı ağla birlikte gömüldü suya.

Ardından hastane, doktor. Kırık bacağı yan kaynamış diye duyduk. Kırıp tekrar almışlar alçıya.”




MehmetSürücü/Uzunhikaye
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1343
Ynt: KAYIKEVİ
#336: 29 Mayıs 2018, 14:40:42
Çok güzeldi.Teşekkür ederim.
  • IP logged
BABA TUNCA /YEŞİLKÖY

  • *
  • İleti: 629
Ynt: KAYIKEVİ
#337: 29 Mayıs 2018, 14:59:27
Ben de keyifle okudum ; teşekkürler  :)xx
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#338: 29 Mayıs 2018, 22:32:22
 Beğenerek okudum ben de Kaan.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#339: 29 Mayıs 2018, 22:38:45
Beğenmenize sevindim,

Zaman ayırıp okuduğunuz için ben teşekkür ederim.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 324
  • ANDROMEDA 1
Ynt: KAYIKEVİ
#340: 29 Mayıs 2018, 23:31:49
Çok güzel.  :) Teşekkürler.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1649
    • instagram
Ynt: KAYIKEVİ
#341: 29 Mayıs 2018, 23:32:50
"Ben(se) yine balığa çıkmaya, o garip haleti yeniden bulmaya can atıyordum. Hem korkmak, hem hülyaya dalmanın korkunç bir zevki vardı. Bu zevki bir daha tatmalıydım" Sait Faik - Ermeni Balıkçı ile Topal Martı'dan...

SM-G920F cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi

  • IP logged
Akdenizli, Balıkçı

  • *
  • İleti: 1159
    • KUTUP YILDIZI
Ynt: KAYIKEVİ
#342: 29 Mayıs 2018, 23:34:16
Çok güzeldi keyifle okudum, teşekkürler
  • IP logged
ВЛАДА / TEOS

  • *
  • İleti: 974
Ynt: KAYIKEVİ
#343: 16 Haziran 2018, 11:33:29
Kayıkevi tatile mi girdi.

Özledik !

  • IP logged

  • *
  • İleti: 1343
Ynt: KAYIKEVİ
#344: 16 Haziran 2018, 11:39:04
Müdavimlerden biri de benim.Forumu her açışta kayıkevi ni arıyor gözlerim.
  • IP logged
BABA TUNCA /YEŞİLKÖY

 
Yukarı git