Âli sen bell-ki hatırlarsın. 1995-96larda ben Thalassa'yı Nurettin ile çakarken efendiden bir adamcağız donanma çıkması hücumbotumsu bir tekne almış tadilatı ile uğraşıyordu. İnce uzun, tabii sac bir tekne. Köprü üzerindeki kollu telgrafı, dümen dolabını, teknede kalan kimbilir kaç ağzın deydiği pirinç silistreleri, aşağıda kocaman diesel makinayı gösterip gururlanıyordu.Sonra Fenerbahçe'de eski büyük mendireğe kıçtan kara bağladı.
Bu adam, geçmiş zaman, ismini unuttum, donanmadan çok ama çok ucuza bu kakalakı katıldığı ihalede edinmişti. Her bir işini de kendisi veya başında durarak Tuzla Nuh'ta ustalarla bitirmeye çabalıyordu. Niyeti teknenin her bir şeyini parası varken ikmal edip güneye inmekti.
Ben Tuzla'dan ayrıldıktan bir yıl sonra Fenerbahçe'de karşılaştık. Adam iğne ipliğe dönmüştü. Üstüne giydikleri pejmurde, dökülüyordu. Tekneye davet etti, ucuzun da ucuzu bir şarap ikram etti.
Hikayesi basitçe, tekne ve çalıştığı ustalar/ekip bütün birikimini hortumlamış, adam sağlığından olmuş, karısından ayrılmış teknede yaşıyordu. Eşin dostun yardımları ile gününü geçiriyor, fii tarihinde verdiği borçları geri almayı hayal ederek, tekneyi bitirip artık satmak istiyordu.
Sen sac deyince aklıma geldi işte.
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.