Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#15: 25 Aralık 2016, 12:10:14
Denize Bir Adam Düştü

Oslo’da küçücük evinde yalnız olarak yaşayan bayan Lilly Nicolayasen’e, yılbaşının ertesi günü, “Hoegh Silverspray”in kaptanından gelen bir telgrafta, oğlu Arna Nicolayasen’in yılbaşı gecesi şorida açıklarında denize düştüğü bildiriliyordü.

Gene aynı telgrafta hadisenin bütün gemilere bildirildiği, fakat bir neticenin alınamadığı da teessürle ilave ediliyordü. Bü telgraf gonderildiğinde Arna Nicolayasen hala denizde idi.
Ancak yirmi dokuz saat sonra kurtarılabildi. Deniz ortasında can yeleksiz, tutunacak bir portakal sandığına sahip olmadan veya emecek bir portakal kabuğu bile bulamadan gecen yirmi dokuz saat… Karanlıkta, yakıcı güneşte yüzerek ve su üstünde durmaya çalışarak, bazen ümit dolu ve bazen de ümitsizlik icinde dua ederek, yalvararak geçen yirmi dokuz saat... uzaktan ve yakından gecen gemileri seyrederek gecen yirmi dokuz saat…

Muhakkak ki bu hadise denizde olanların en cesuranesi ve dayanılanı olarak deniz tarihinde yer alacaktır.

Ben, Arne Nicolayasen’i, bu inanılması güç olan yaşama mücadelesi hadisesinin oluşundan bir kaç hafta sonra gördüm. Deniz hayatına on altı yaşında iken atılmış olan bu sağlam yapılı, orta boylu delikanlının, adaleleri ve ciğerleri hakikaten insanüstü bir küvvete sahip bulunuyordü. Halen yirmi beş yaşında olmasına rağmen, kendisine olan güveni ve iradesi bakımından yaşının iki misli olanlarla müsavi durumdadır. Alnına dokülen sık ve dalgalı saçları, güldüğü zaman kırışan yüzü, gemi bodoslamasına benziyen burnu ile sıkı bir delikanlı.
Gözlerindeki ışık, “hayatı seviyorum ve yaşamak istiyorum” diyor.

Bugün Arne Nicolayasen, yılbaşı gecesi denize nasıl düştüğünü bir türlü hatırlayamamaktadır. Denize düştüğü akşam hava sıcak ve sakindi. Silverspray, şorida ile Küba arasında bir yerde idi. Yılbaşı gecesi hazırlık yapılmış toplantı başlamıştı. Yiyecek bol olmasına mükabil pek o kadar içki yoktu. Herkes şarkı soylüyor, eğlenmeye çalışıyordu. Saat onbire doğru, Arne aşağıya kamarasına indi. Ayakkabılarını çıkararak yatağına üzandı ve evini düşünmeye başladı. Arne, “Bundan sonra bildiğim yegane şey, denizde olduğumdur” diyor.
Arne, bunun bir rüya olduğunu düşünerek, uyanmaya çabalıyor. Gemide kabüslardan uyanmak icin yaptığı gibi, yumruğunu bölmeye vuruyorsa da, hepsi boşa gidiyordu.
Etrafa salladığı yumruklar zifos yapmaktan ileri gitmiyordu. Bir den maneviyatı kırılarak, panik içinde kalan Arne, kızıyor ve sövüp sayıyordu. Nasıl olmuştu da denize düşmüştü! uykusunda
yürümüş olmalıydı. ümitsizlik içersinde defalarca “imdat! imdat! Denize düştüm!” diye bağırmasına cevap veren olmadı. Birdenbire aklında bir şimşek çaktı.

Reader’s Digest’e denize düşen bir genc hakkında bir makale okumuştu. Bu delikanlı yüzmek bilmediği halde, kaptanının bir kürek taliminde: “Müşkül bir mevkide kaldığınız zaman
soğukkanlılığınızı muhafaza edin ve kafanızı işletin” sözlerini hatırlayarak kurtulmuştü.

Arne “bü makale aklıma geldikten sonra, bağırmayı ve suda çabalamayı bırakarak, durumu düşünmeye başladım” diyor. Silverspray artık çoktan gözden kaybolmuştu. Su fazla soğuk değildi.
Rahat rahat hareket edebilecek bir halde idi. Fakat yüzmenin bir fayda vermeyeceği aşikardı. Karanlıkta yüzmek bir fasit daire cizmekten başka bir şey olmayacaktı.
Vaktin gece yarısına yaklaşmakta olduğunu düşündü. Yapacak yalnız bir şey vardı. O da sabaha kadar yüzebilmek. Belki gemi geriye döner, onu görürlerdi. Sabaha kadar yüzmek Arne icin pek üzün zaman değildi. Zira iyi bir yüzücü idi. Gece toplantı icin giydiği gabardin pantalonu cıkarmak üzere iken, buz gibi bir elin arkasına değdiğini hisseder gibi olduğundan bundan vazgecti.
Köpek balıkları...
Bir sene evvel gene bü sularda, süpürge sapları vasıtasıyla köpek balıkları ile oynayıp eğlenmişti. Mübareklerin V şeklinde olan ağızları, süpürge saplarını muz gibi doğrayıp kesmişti.
Arne pantalonunu iyiden iyiye sağlamlaştırdı. Bu müthiş hayvanlar oldukça korkaktılar. ufak seslerin, (mesela pantalon pacalarının süda cıkaracağı sesler gibi) bu hayvanları korkutmaya kafi geldiğini biliyordu. Aynı zamanda da çoraplarının da konclarını topuklarından aşağıya bırakarak, sesleri arttırma yollarını buldu.
“Gece yarısından çok sonra, bana doğru gelen bir gemi gördüm” diyor Arne.
 “Fakat gemi sanki rotasını değiştirmiş gibi bir kac yüz yarda açıktan geçip gitti. Sanki beni gördü de rotasını değiştirdi gibi geldi bana.”

Yarı tropikal güneş doğduğunda Arne biraz ısınır gibi oldu. Neşesi de yerine geldi. O sırada bir de gemi silüeti göründü. Geminin sür’atini ve rotasını, mesafeyi elinden geldiği kadar hesap ederek kat edeceği noktaya doğru yüzmeye başladı. Fakat bu yüzüş enerji kaybından başka bir netice vermedi. Buna rağmen ne olursa olsun, bir netice alacağına inanarak kendini teselli etti.
Zira gemilerin geçişi yerinde idi. Her geçen saatle beraber gemiler de sık sık geçmekte idi. Bazen uzaktan, bazen yakından görünerek geçen bütün bu gemilere Arne bağırıyor ve ıslık çalıyordu.
Hele bir tanesi o kadar yakından seyretti ki, pervanesinin gürültüsünü işitmek kabil olmuştu.
O gün sabahtan akşama kadar on beş veya yirmi gemi görmüştü. Fakat hepsi de sanki kör ve sağırdılar. Yaşama ümidinin zaman geçtikce azalmakta olduğunu görmesine rağmen, kızmaktan
da geri kalmıyordu. Nitekim kendisini görmeden yanından gecen gemilere yumruğunu sıkarak: “Esaslı bir gözcülük yaptırmadığınız icin, sizi kumpanyanıza şikayet edeceğim” diye bağırmaktaydı.

Bu bize onun bugün hala neden yaşadığını gayet güzel anlatmaktadır.

Kuvveti zaman geçtikce azalmakta ve kendini iyi hissetmemekteydi. Güneş yüzünü yakıyor, tuzlu su pişiriyordu. Bacaklarına kramp girmemesi icin devamlı şekilde masaj yapıyor, “bacaklarıma bir kramp girdiği takdirde yandığımın resmidir” diye düşünüyordu. Dili şişmeye başladı ve kafası içecek şeylerin hayaliyle doldu. Şu anda bir bardak soğuk su, buz parçaları ile beraber soğuk bir şişe bira ve biraz yemiş artığı bulsa, dünyalar onun olacaktı. Fakat bu tatil sabahında çöpleri denize atacak gemi adamı bulmak ne mümkün.
Sıcaktan uykusu geldi. Bir defasında ağzını dolduran tuzlu su ile uyandı. Arne’yi uyanık tutan esaslı sebeplerden biri de muhakkak ki köpek balığı korkusu idi.
İstirahata ihtiyacı çoktu amma, hareket etmeden de, bu denizde durulmuyordu ki!

“Ayaklarım daima hareket halinde bulunmalı” diyordu. Zaman zaman köpek balıklarının yaklaştığını hissettikçe yumruğunu denize sallıyarak zifos yapıyor, yahut başını denize sokarak acı acı
bağırıyordu. Köpek balıklarının sesten hoşlanmadıklarını bir yerde okumuştu. Aklına annesi, mektep, arkadaşları ve gemi arkadaşları geldi.

Arne: “Öyle zannediyorum ki hayatım birkaç kere gözlerimin önunden geçti” diyor.

Güneş battığı zaman büsbütün ümidi kırıldı. Bir kac defa boğulmak icin teşebbüste bulundu ise de yapamadı. Her seferinde kulaklarına muthiş uğultular gelmekte idi.
Gecen yılbaşı gecesinde olduğu gibi annesini karşısında gördü. Zaman mefhumunu artık iyiden iyiye kaybetmiş vaziyetteydi. Buna rağmen, kendi kendine söylenmekten de geri kalmadı.
“Deli oluyorum galiba.”

Annesine etrafındaki suyun tatlı mı, yoksa tuzlu mu olduğunu sordu. Annesi, “içebilirsin, göldesin” dedi. içti de. Kafası artık yerinde değildi, ictiği suyu tatlı sandı. iki gemi arkadaşını karşısında gördö. Bunlar sanki su üzerinde yürüyor gibi idiler.
Arne onlara: “Kara nerede?” diye sorunca, “Mehtaba doğru yüz, karayı bulacaksın” diye cevap verdiler.
Arne mehtabın gümüş gibi olan ışığı i.inde yüzmeye başladı. Sanki parlak bir halata tırmanır gibi idi. Belki de bu yüzüş onu kurtardı.
Birdenbire kendine doğru gelen bir geminin ışıklarını gördü. Bu bir serap değil, hakikatti... Makinenin gürültüsünü bile duydu.
Sür’atle gemiye doğru yüzmeye başladı. Defalarca, “imdat! imdat! Denize duştum!” diye bağırdı.
Heyecandan kalbini durduracak olan sesi nihayet artık iyiden iyiye duyuyordu. Makineler cu.. cuh.. cuuuh. diye durdu. Sesler işitiyordu.
Bir can simidinin denize fırlatıldığını gördü.

Pazartesi sabahının dördü idi. British Surveyor adındaki geminin kaptanı Arne’yi denizden alıyordu. Kaptan bir türlü Arne’nin yılbaşı gecesinden beri denizde olduğuna inanamıyordu. Elleri beyazlaşmış, şişmiş ve buruşmuş, kollan yara icinde, yüzü kararmış, vucudu üşüyordu. Fakat kaptandan bir bardak su isteyecek dermanı kendinde bulabildi.
Kaptan ise ona ancak bir yüksüğü doldurabilecek kadar su verdi. Ve kendisini yatırdılar.

Annesine de bir telgraf gonderilerek oğlunun kurtarıldığı mujdelendi. iki hafta sonra, Arne Nicolayasen evine hemen hemen iyileşmiş vaziyette döndü.
Annesi ona guzel guzel yemekler yaptı. Evin sokağının bir köşesinde Norvec bayrağı dalgalanıyordu. Komşular ona gümüşten yapılma bir bardak hediye ettiler.
Oslo’da bu hadiseden bir ay sonra kendisini gorduğum zaman gene bir gemi ile sefere çıkmak icin sabırsızlanıyordu. Bu anda eski gemisi (Silverspray) ise Hindistan’da bir
limana girmekte idi.
Arne gülerek diyordu ki: “Eğer bir daha denize düşersem, cebimde muhakkak surette bir ayna bulunacaktır. Bu suretle yanımdan beni görmeden geçen gemilere güneşin ışığını aksettirerek, kurtulmam hemen mümkün olacaktır.”

(1956 yılı Deniz dergisinden)
Robert LITTELL (Reader’s Digest)’den ceviri
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#16: 26 Aralık 2016, 12:11:16
Denizde Kahraman Kadınlar

1946 senesinin Ağustos ayında Sicilya’nın garp sahillerinde, korkunç bir fırtınaya tutulan Maria Ferraro adındaki koster, karaya oturmaktan kendini kurtaramadı.
On uç kişilik mürettebatın altısı oturma esnasında yaralanmışlardı. Diğerleri ise gemi oturmadan once esasen perişan olmuş durumda idiler.
Dalgalar geminin üstünü yalayarak aşarken, Kaptan Luigi Ferraro’nun karısı Signora Maria Ferraro yaralıların yaralarını sarıyordu.
Herkesin geminin şiddetli denizlere daha fazla tahammül edemiyeceğini anlamasına rağmen, bir yerden yardım gelmesi ümidi de imkansız gibi görülüyordu.

Sabaha karşı ortalık ağarırken geminin baş tarafına doğru 150 yarda mesafede, teknenin yara almış kısımlarının silueti belirdi.
Bu anda sahil ile gemi arasında deniz, sanki kudurmuş bir kopek gibi saldıracak yer arıyordu. Kaptan, “Bir tek ümidimiz var” dedi.
 
“içimizden birisi bir halatla sahile giderse kurtuluruz.”

Fakat bu imkansız bir şeydi. Hiç kimse bu kudurmuş denizin icinde bir dakika bile duramazdı. O sırada kaptan birdenbire karısının soyunarak beline bir halat volta etmiş vaziyette kendisine
doğru yürüdüğünü gördü.
 Karısı, “içinizde en iyi yuzme bilen benim, hele bir deneyeyim bakalım ne olacak” dedi.
Ferraro iki cocuk anası olan 26 yaşındaki karısına itiraz etmeye fırsat bulamadan Maria Ferraro sulara gömülmüştü. Hemen adamlardan birisi küpeşteye fırlamış, fakat beyaz köpükler içersinde hic bir şey görememişti. Dakikalar geçiyor, heyecan gittikce artıyor, fakat bir şey görülemiyordu.
Birdenbire halatı goren gemici sevinçle bağırmış, akabinde halat gerilmiş, diğer taraftandan verilen işaretler duyulmaya başlanmıştı. En son üc kere çekildi bırakıldı.
Kurtulmuşlardı.
Kaptan Ferro derhal donanım hazırladı. Bir iki dakika icersinde ilk gemici sahile gönderiliyordu. Aradan bir saat gecti. Bu anda kaptan dahil bütün mürettebat sahile cıkmışlardı.
Karısı muhelif yerlerinden yaralanmış olmasına rağmen gülerek kendisini bekliyordu. Gün iyiden iyiye ışımaya yüz tutunca geminin ikiye bölünerek battığını gördüler.
Bu esnada bir tayfanın yaptığı büyük fedakarlıktan dolayı Signora Ferraro’ya teşekkür ettiği görüldü. O da kendisinin gemi mürettebatından olduğunu ve vazifesini yaptığını söyledi.
Zira geminin resmen aşcısı idi.

Bugun kadınların da denizde erkekler gibi çalıştıkları ve vazife aldıkları artık hakikat haline gelmiştir. Buna rağmen kadınlara, hastabakıcılık, aşcılık, kamorotluk müstesna, daha aktif bir iş verilmemektedir. Yegane kadın çarkçı olan Miss Victoria Drummond halen British Monarch gemisinde üçünçü makinist olarak vazife görmektedir.
Kralice Victorya’nın vaftiz kızı olan Miss Drummond 1910 senesinin 25 Ağustosunda S. S. Bonita’da üçüncü makinist olarak calışırken, düşman hücumuna uğruyan gemisi hasar görmüştü.
Utangaç bir mizaca sahip bulunan Miss Drummond düşman taarruzu sırasında, makine dairesini biran bile terketmemesi sebebiyle almış olduğu M. B. E. madalyasından hic kimseye bahsetmeyecek kadar da mutevazıdır.
Kadınların gemi doktorluğunu deruhte etmeleri de oöceden bir hayli münakaşalara sebep olmuştur. Fakat S. S. Britannia’da gemi tabibi olarak vazife gören Miss Adailaine Nancy Millar’ın büyük muvaffakiyetinden sonra bu mesele kendiliğinden halledilmiştir.
Mezkur gemi 941 senesinin 25 Martında bir düşman gemisi tarafından batırılmıştı. Dr. Millara M. B. E. madalyası verilmesi hususunda bir yazı yayınlayan London Gazetesi, 1942 senesi Şubat sayısında aynen şoyle demektedir:

“Yalnız başına seyir ederken S. S. Britannia bir korsan gemisine rastlamış ve uzun menzilden atılan ateşe maruz kalmıştı. O da mukabelede bulunmuş fakat mermilerini yetiştiremediğinden ağır hasara uğramıştı. Surati de düşmanınkinden aşağı olduğundan, Kaptan gemiyi terk emrini vermeye mecbur kaldı. Geminin terk edildiğini bildiren işaret her ne kadar düşmana gösterilmişse de düşman ateşi kesmemiş ve bir çok can filikası da hasara uğramıştı. Ateş altında Dr. Millard yaralılara ve ölenlere fevkalade bir şekilde bakmış ve bu hareketiyle bir cok insanın ölumden kurtarılmış olduğu muhakkaktır.
Burada şunu da zikredelim ki, Britannia’nın 4 uncu kaptanı da 58 kişilik can filikasiyle 84 kişi taşıyarak 22 günluk unutulmaz bir yolculuk yapmıştır.”

Diğer bir kahraman kadın da 1913 senesinde Suveyş kanalında bombalanan George isimli geminin kadın kamorotu olup, mermi yağmuru altında yaralılara kahramanca yardımda bulunması dolayısiyle M. B. E. ile mukafatlandırılmıştır.

Yukarıda sıraladığımız cesur kadınların hareketleri birer madalya ile mukafatlandırıldığı halde, kıyıda köşede unutulup karşılık görmeyenleri de az değildir. 1940 senesinde bir mayına carparak batan Dunhar Castle gemisinin kamorotlarından Marian Copplestone ve Sarah Ferguson’un cesurane calışmalarını gemide hic bir erkek gosterememiştir.
iki kadının da can filikalarında yaralılara, kendi yaralarına bakmaksızın yaptıkları yardım ve tedavi unutulacak cinsten değildir.
Kaptan, “Copplestone ve Ferguson’un bitmek bilmeyen enerjileri sayesinde çok can kurtuldu” demiştir.

Bir kadının, bir erkek gibi gemiye kumanda edebileceği senelerce evvel 2520 tonluk “Primrose Hill” adında dört direkli bir barkonun kaptanının karısı tarafından ispat edilmiştir.
Primrose Hill, Horn burnuna yol alırken çiçek hastalığı gemiyi sarmış bulunuyordu. Kaptanla beraber tayfanın bircoğu iş goremez duruma düştüler. Hastalığa tutulmayanlar, iyi bir seyirci olan kaptanın karısından geri dönmeyi istediler.
Fakat orta yaşlı bir kadın olan bayan Wilson, bu teklifi reddederek tayfadan ikisini vardiya zabitliğine tayin edip yola devam etti. Gemide isyan belirtileri görünmeye başlayınca Bayan Wilson tayfanın arasına girip durumu halletmek dirayetini gostermekten de geri kalmadı. Barko yola devam ederken Bayan Wilson bir yandan geminin rotasını kontrol ediyor, diğer taraftan da yemek pişiriyor, hastalara bakıyor, ölenlerin denize atılmasına nezaret ediyordu. Neticede gemi, gideceği liman olan Tacoma’ya vardı. Diğer taraftan ölmesi ihtimal dahilinde olan bir çok can da kurtarılmıştı.

Bazı denizciler kadını gemi icin uğursuz sayarlar. Fakat biz icabında kadınların da erkekler kadar denizde kahramanlık gösterecekleri veya denizde calışabileceklerine kaniiz.


(Ocak, 1958)
Bill WHARTEN’den ceviri - Kaptan Refik Akdoğan'a saygılarla.
  • IP logged

C

Cengo

Ynt: KAYIKEVİ
#17: 26 Aralık 2016, 15:38:42
Cok guzel bir hikaye, Zifos yapmak ne demek?
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#18: 26 Aralık 2016, 15:50:48
Argo'da boş iş.
Hikaye de faydası olmadan su sıçratmak.
  • IP logged

C

Cengo

Ynt: KAYIKEVİ
#19: 26 Aralık 2016, 16:03:22
Argo'da boş iş.
Hikaye de faydası olmadan su sıçratmak.

Anladim, teskkur ederim Ege argosu sanirim duymamisim hic.
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#20: 26 Aralık 2016, 16:07:27
Rum'lardan miras. İstanbul argosunda sık kullanılır aslında.

Zifos,
Zifos yapmak,
Zifos'a yatmak
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#21: 27 Aralık 2016, 11:43:45
ÖlÜm Adası

Yirmi seneden beri gezen bir adam olarak, Guney-Batı Afrika’nın iskelet sahiline çok yakın olan ichaboe adası kadar korku veren, esrarengiz bir yere daha rastlamadım.
Son 130 sene zarfında ichaboe adası 400 kadar erkek ve kadının kanı ile boyandı. Bu ölülerden hiçbiri eceli gelerek normal şekilde ölmemiştir.
Kimisi zorla, kimisi katledilerek bazıları da boğularak veya kendilerini boğarak öldürdüler.
ichaboe adası ilk olarak tarihe, XIX. asrın ilk yarısında buradan gühercile yükleyen Boston limanına bağlı bir sukuna ile girdi.

Kaptan Hiram K. Williams idaresinde olan Betty Williams, fok avlanırken buranın cok zengin bir gühercile yatağı olduğunu gördü.
Gühercile, o zaman iyi para getiren bir maldı. William yaptığı ilk sonda ile gühercilenin 25 kadem kadar bir derinliğe sahip olduğunu müşahede etti. Daha sonra yapılan araştırmalar ise bu derinliğin 70 kadem olduğunu gösterdi.

Kaptan sukunasının alacağı kadar gühercile yükleyerek Boston’a hareket etti. Limana vardığında bu adanın zengin gühercile yığınına sahip olduğunu ifşa etmek aptallığında bulundu.
Haber derhal ingiltere’ye ulaştı. Liverpool’da, donatan Andrea Livingston derhal bir kumpanya kurarak gühercile altınını ingiltere’ye taşımaya karar verdi.
Haber etrafa yayılır yayılmaz adedi 200’den az olmayan gemiler adadan gühercile taşımaya başladılar. Bu gemiler Amerika, ingiltere, isveç ve Almanya’dan geliyorlardı.

Gühercilenin bulunmasından biraz sonra kavgalar başladı. Yükler çalınıyor, münakaşalar çıkıyordu. Bir sene icinde 135 kişi öldürüldü. 1828’de Tomlinson adında bir gemici, takriben 9 ayak kalınlığında bir gühercile tabakası altında bir define buldu. Sandık açıldığında icinden ispanyol altınları ve mücevherat cıktı.
Her ne kadar Tomlinson ve arkadaşları haberi gizlemeye çalıştılarsa da, sızıntıya mani olamadılar. Haber etrafa yayılınca musellah define arayıcıları adayı istila ettiler.
Bunun uzerine insanlar bu kanunsuz adada savaşmaya başladılar. ichaboe adı denizcilik aleminde fena şöhretini her tarafa yaymaya başladı.
Birbirine rastlayan gemicilerin konuştukları ilk mevzu bu olmuştu. ichaboe adını duymayan denizci kalmamıştı.

Yüzlercesi adaya gitti.Dört hafta icinde 85 gemici öldürüldü. Cesetler gühercile içine gömülüyorlardı. Hiçbiri gühercilenin tahnit etme ozelliklerine sahip olduğunu bilmiyordu.

Daha sonraları Hans Maller adında bir Alman kaptanın idaresinde bir tekne de ichaboe’yi ziyaret etti. Kaptanın karısı da sefere iştirak etmişti. Beraber karaya cıkıp gezmişler ve
dönüşte kaptanın karısı birkaç elmas parcası bulmuştu. Fakat bunları kullanmak nasip olmadı. Zira gemiye dönerlerken sandalları devrildiğinden hepsi boğuldu.
1860 tarihinde adada kanunu tesis edebilmek icin Kraliçe Viktorya’ya adanın müsadere edilmesi hususunda bir teklif yapıldı.
Bu teklifi takip eden sene kaptan Oliver J. Jones idaresindeki H.M.S. Furious Simonstown’dan ichoboe’ya hareket etti. Ve 21 Haziran’da gühercile uzerine imparatorluğun bayrağını çekerek adayı Britanya imparatorluğuna ilave etti.
Kraliyet donanması adaya vardığında, kaba bir hesapla adada 352 adamın oldurulduğu görülüyordu. Bunların hicbirisinin tabii bir ölumle olduğu veya hasta olduklarına dair bir ize tesaduf edilmedi.
Bundan birkac sene sonra “yedi denizin eskicisi” diye şöhret bulan büyük deniz siması Amerikanın New Bodfort şehrinde Barnabas K. Wilson bir brigantine kaptanlık ederek, adaya geldi.

Kaptan, gühercilenin tahnit etme ozelliüini bildiüinden bunun ticari alanda kıymeti olup olmadığını tetkik etmek istiyordu. Adamları mezarları kaldıklarında 30 -35 sene evvel olmuş olan 3 gemicinin cesetlerini buldular.
Cesetler hic bozulmamış olarak duruyor ve tıpkı Mısır mumyalarına benziyorlardı. Wilson, Kaptan Jones tarafından adaya bekci olarak bırakılmış olan adama yanaşarak bir kaç şişe roma mukabil yarım düzine kadar mumya bozuntusu aldı. Wilson bu cesetlerle fiimali Afrika’ya ve Fransa’ya yolladı. Buralarda Nubrian çöllerinde bulunmuş olan hakiki Mısır mumyalarını götürüyordu.
Bu cesetlerden birini iskenderiye’de bir ingilize 1000 ingiliz lirasına sattı. Diğer taraftan cesetlerin geri kalanlarını başkalarına satarak senelerce Napoli ve Marsilya muzelerinde bunların hakiki Mısır mumyaları olarak teşhir edilmesine sebep oldu.
Londra’da gene Wilson’un 700 sterline sattığı bir mumyayı Fransa Hükümeti sonradan binlerce sterlin vererek satın aldı.
Wilson elinde kalan birkaç mumyayı da Amerika’ya götürdü. Mumyalara hakiki huviyet verebilmek, icin uzerinde hiyoreglif kırıntıları bulunan eski Mısır vazoları satın aldı.
Diğer taraftan Cape-Tow doktorları da ichaboe’da hiç kimsenin hastalanmadığına ve gühercilede bulunan amonyak miktarının hastalıklara karşı iyi geldiğine dair bir rapor yayınladılar.
1918-1919 tarihinde Amerika baştan aşağı Enşuenza salgını altında iken ichaboe’da yaşayan 30 adamdan hic birisi soğuk algınlığına bile tutulmadı.
ichaboe bugun Cenubi Afrika Birliği tarafından muhafaza edilmektedir. Halen bile zengin bir gühercile adasıdır. Diğer taraftan ada bugun de zengin bir elmas yatağıdır.
Büyük fırtınalardan sonra kaya çatlaklarında hatırı sayılır elmaslar bulunmaktadır.
Bazı kaynaklara gore italyan aslından olan Mister Milo adındaki birisi bu adada hükümetin baş adamı diye 20 sene gühercile yığan kuşların rahatsız olmamasını, gühercile çalınmamasını “hakiki Mısır mumyalarının” aşırılmasını temin etmiştir.
Dünyada birçok korkunc yer vardır. Ama bunların hiçbirisi bana ichaboe’da bulunduğum zaman duyduğum ürpermeyi ve derin korkuyu duyurmamıştır.

(Ocak 1956)
Michael SHELDON’dan ceviri


Güherçile = simgesi KNO3 olan, doğada özellikle Hindistan’da ve Mısır’da bulunan, tarımda gübre, hekimlikte ilaç olarak kullanılan, barut gibi patlayıcı maddeler yapımına yarayan, ak renkte ve billur durumunda bileşik bir madde.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 27 Aralık 2016, 11:47:01 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

  • *
  • İleti: 3573
Ynt: KAYIKEVİ
#22: 28 Aralık 2016, 03:21:05
Vay canına .. özellikle şu ayna işinden etkilendim.. Can yeleğinin gözüne koyacağım bir tane.. Üç beş fındık fıstık bir de su komalı demek ki..  :)
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#23: 28 Aralık 2016, 11:57:06
Belki de can sallarında ki aynı işi buradan çıkmıştır
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#24: 29 Aralık 2016, 12:30:48
Manjiro, Modern Japon Denizciliğinin Babası

Komodor Perry idaresindeki gemilerin Yedo korfezine (şimdiki Tokyo) demirlemelerinden 12 sene evvel 5 Ocak 1841 tarihinde fakir bir köylü ailesinin 14 yaşındaki oğlu kücük bir tekne ile Amerika’da ilk yerleşen Japon olmak ümidiyle yola cıktı.
Çocuğun adı sadece Manjiro idi. Zira kast adetlerine göre fakirlerin soyadı yoktu. Ayrıca teknede Denzo, Jusuke, Geoman ve Toreoman adında dört arkadaşı daha vardı.
Yanlarına kafi miktarda su, yiyecek ve balık tutmak icin de olta almışlardı. İki hafta sonra cıkan bir fırtınanın tesiriyle bilinmeyen bir adaya sürüklendiler.
Adada yiyecek namına yalnız yosun vardı. Balık tutmak icap ettiğinde ve deniz de dalgalı olduğunda albatros tutarak et ihtiyaclarını gideriyorlardı.
Adaya gelişlerinden altı ay sonra bir gun Manjiro sahilde balık avlarken ufukta bazı gemiler gördu. Gemiler iyice belli olunca Manjiro cılgınca: “Gemi, gemi!” diye bağırdı.
Garip bir görünüşe sahip olan bu üç direkli gemi sahile doğru yaklaşıyordu. Demirledikten sonra iki filikasını birden indirdi.
Filikalar iyiden iyiye yaklaşınca Manjiro filikada beyaz derili adamlar gördu ve bir hayli şaşırdı. Kayalar arasından sahile yaklaşmanın mümkün olamayacağını anlayan filikadakiler bunlara yüzerek gelmelerini işaret ettiler.
Filikaya ilk cıkan Manjiro oldu. Yabancıların karşısında hürmetle eğildi ve diz çoktu.
Bu hadise hakkında, Jhon Hawland adındaki balina gemisinin kaptanı olan William Whitefield şunları yazdı : “Ada öğleden sonra saat 01.00 de göründü. iki filikamızı adada deniz kaplumbağası aramak üzere denize indirdik. Kaplumbağa yerine 5 adam bulduk. Aç olduklarından başka hiçbir şey anlayamadık.”

JHON MUNG’IN DOĞUŞU

Jhon Hawland seferine keşişlemeye seyrederek devam etti. Hayatlarında ilk defa “Balinalar, balinalar!”sesini duyan Japonlar, küpeşteye koşarak yapılacak olan muhabereyi seyre daldılar. Bu ara Manjiro eski bir sözu hatırladı: “Bir balina ile 7 liman yaşar.” Ama vatandaşları bu yabancıların metotlarını kullansalardı 70 limanda yaşayabilirdi.
“Bir gun ben de bir balina avcısı olacağım” diyen Manjiro, kendi kendine söz verdi.
Manjiro, ingilizce’yi oğrenmekte arkadaşlarından daha fazla istekli ve istidatlı idi. Kaptan Whitefield çocuğu oğlu gibi severek yetiştirmeye başladı ve adını da Jhon Mung koydu.
Kasımda gemi Honolulu’ya vardı. Kaptan Whitefield kazazedeleri hükümete teslim etti. Manjiro’nun kırık dökük ingilizce’si vasıtasıyla yapılan soruşturmada, bunların Japon oldukları anlaşıldı.
Memleketlerine dönmek icin pek az ümit vardı. Zira Japon limanları dünya limanlarına kapalı idi ve Japon gemileri de dış seferler yapamıyorlardı. Denzo, Goemon, Jusuke,Toraemon, Honolulu’da kaldılar. Manjiro ise Jhon Hawland’da kalmayı tercih etti. O Amerika diye soylenen yerin ne olduğunu merak ediyor ve oğrenmek istiyordu.
Horn burnu yolu ile yapılan uzun Amerika seferinde, Jhon Mung ingiliz alfabesini yazmayı, okumayı kolayca oğrendi. 1843 Mayıs’ının yedisinde Jhon Hawland, New England’ın New Bedford limanına vardı.
Kaptan neş’e ile : “işte artık vatandayız Jhon Mung” dedi.

Liman, demirli irili ufaklı bircok gemilerle dolmuştu. şehir beyaz evleri ve kiliseleri ile pırıl pırıl parlıyordu. Rıhtım ceşitli renklerle giyinmiş güzel kadınlarla dolu idi. Jhon Mung gözlerine inanamıyordu. “Kaptan” dedi, “Bu rüya gibi bir şey.”

Kaptanın karısı olmuş olduğundan, Jhon Mung’ı Fairhaven’deki Eben Akinler’in yanına bıraktı ve mektebe kaydettirdi. Biraz sonra kaptan New-York’a gitti. Güzel bir gelinle dönunce Jhon Mung onların yanına geçti. Whitefieldler’in manevi evlatları olarak Jhon Mung, New England’da vasat bir Amerikalı’nın hayatını yaşadı; birçok arkadaşlar edindi. Mektebe, kiliseye gitti. Çiftlikte çalıştı.
Boş zamanlarında ise okuyordu. Kaptan Whitefield çocuğun oğrenme arzusunu takdir ediyordu. Bilhassa matematik ve seyir uzerindeki hevesi gözden kaçmıyordu.
Bazen Manjiro, memlekette bıraktığı dul annesini hatırlıyor ve ye’se kapılıyordu. Odasında eski, yırtık kimanosunu giyiyor, “Anneciğim, bir gün gelecek seni goreceğim” diye dua ediyordu.

BALiNA AVCISI JHON MUNG

1846 senesinin başında kaptan Whitefield tekrar sefere cıktı. 19 yaşındaki Jhon Mung’ı ise çiftlikte bırakmıştı. O ise bir gün Japonya’ya dönmek ümidiyle mütemadiyen seyir ve diğer derslerine çalışıyordu. Franklin balina teknesinin ikinci kaptanı isachor Akin sefere iştirak etmesini Jhon Mung’dan rica ettiği zaman ne yapacağını bilemedi. Bayan Whitefield’e durumu anlattı ve müsaadesini istedi.
Bayan Whitefield: “Seninle gurur duyuyorum Jhon” dedi. Bir gün senin de kocam gibi iyi bir balinacı olacağına eminim. Allah yardımcın olsun.”

Jhon Mung yaptığı ilk seferde cok şey oğrendi. Gittiği limanlarda görmüş olduğu muhtelif tip insanlarla dünya bilgisi artıyordu. Honululu’da eski arkadaşlarını tekrar gördü. Bunlardan yalnız Jusuke 1845’te ölmüştü.
Vatana dönerken Franklin’in kaptanı çıldırdığından, isachor Akin kaptan oldu. JhonMung da şimdiye kadar işinde maharet ve kabiliyet gösterdiğinden tayfa tarafından ittifakla 3. kaptanlığa seçildi.
1848 de Franklin Amerika’ya gelince, Jhon Mung icin vatana dönebilmek fırsatı zuhur etti. Bu suretle hem annesine kavuşacak, hem de oğrendiklerini vatandaşlarına oğretebilecekti.

UZUN VATANA DÖNÜŞ SEFERI

Bu sıralarda Kaliforniya’da altın madeni bulunmuş ve altına hucum başlamıştı. Jhon Mung Franklin’in seferinde 350 dolar kadar bir para kazanmıştı. Altın onu da cezbediyordu.
Daha fazla kazanacağını ümit ederek. Kaliforniya’ya hareket etti. Hem bu yer, memleketine daha yakındı. Manjiro hatıra defterine o gün için, “şayet planımı Whitefieldler’e söyleseydim, belki
şüphe ile karşılayacaklardı. Milletim için beni affetsinler. Zira dünya hakkında hiçbir şey bilmeyen halkımın gözlerini açmam lazım!” yazmıştı.

1849 Kasım’ında Jhon Mung bir arkadaşı ile, Horn burnu yolu ile Kaliforniya’ya giden bir gemiye bindi. 1850 Mayıs’ında vardılar. Oradan Sacremento’ya vapurla ve oradan da altın sahalarına trenle gittiler. Bir altın madenine giren Manjiro, dört ay sonra 600 dolar kazanarak bunu kafi gördü. Altın bulmak icin satın almış olduğu aletlerini arkadaşlarına vererek San Fransisko’ya hareket etti.
Oradan Honolulu’ya gecerek eski arkadaşlarını bulan Manjiro, Sarah Boyd adındaki geminin şanghay’a gideceğini oğrendi. Kaptanı bularak ona planını anlattı. Honululu’dan alacağı küçük bir tekneyi Sarah Boyd’a yukleyecek ve şanghay yolunda Japonya’ya en yakın bir mevkide tekne denize bırakılacaktı.
1850 nin Aralık ayında, Sarah Boyd, Honululu’dan hareket etti. Güvertesinde Manjiro’nun “Adventure” diye isimlendirdiği tam teşkilatlı bir filika vardı. 70 gün sonra Manjiro ve arkadaşları Japonya’nın cenubundaki Okinava adasına “Adventure” vasıtasıyla ayak bastılar. Fakat derhal muhafızlar tarafından yakalanarak Nakao adasına götürüldüler. Manjiro tabancasını, kitaplarını ve seyir aletlerini resmi makamlara teslim etti. Ve 18 ay mütemadiyen yargılandı.

MANJiRO’NUN YARGILANMASI

Sonunda Manjiro ve arkadaşları Nagazaki’ye götürüldüler. Burada tekrar yabancıların tesiri altında kaldıkları iddia edilerek mahkeme edildiler. Mahkeme 10 ay sürdü. Nihayet üçlu mahkeme Manjiro ve arkadaşları icin “şeytani yabancı dinin masum kurbanları” olduklarına dair karar verdiğinden cemiyet icinde iyi bir duruma sahip olamadılar. Fakat resmi makamlar Manjiro’nun anlatmış olduğu enteresan dünyayı alaka ile dinlediler. O, vatandaşlarına Amerika’nın zengin ve kuvvetli olduğunu ve orada sulhsever insanların yaşadığını, başkalarının topraklarında gözleri olmadıklarını anlatarak iknaya calışıyordu. “Bu memlekette babadan oğula intikal eden bir krallık yok. Bilgisi kuvvetli ve kudretli olan halktan lalettayin birisi, dort sene icin kral seçilmektedir. O da diğerleri gibi basit olarak yaşamaktadır. Resmi makamlar mutevazı yerlerdir. Hakikaten onların halk icinden geldiğini söylemek çok güç” diyordu.

Manjiro Amerikalılar’ın yüksek faziletlerini sayıp döküyordu. “Evlenmeler görücülerle olmuyor” dediği zaman vatandaşlarının hayreti son haddini buluyordu. “Amerikalı bir erkekle bir kadın, açıkca sevişebiliyorlar.”
Nihayet Manjiro 1852 senesinin Ekim ayında koyu olan Nakanohama’ya gidebildi. Annesi sağdı ve onu büyük bir muhabbetle bağrına bastı. Manjiro’nun giyinişi, hareketleri artık köylü hemşehrilerine benzemiyordu, değişikti. Komşular birbirlerine: “Bir balıkcı oğlunun böyle bir centilmen olmasına imkan var mı?” diye soruyorlardı. Vatana dönüşünden az sonra Manjiro, Taso kabilesinin mektebinde oğretmen oldu. Talebeleri yabancı ülkeleri oğrenmek hususunda çok istekli idiler. Eskilerin düşmanlık fikirlerine rağmen Manjiro Amerikalılar’ın barbar olmadıklarını fakat Japonya’dan cok ileri olduklarını oğrencilerine anlattı.

CEHALETLE MUCADELE


1853 senesi Temmuz ayının 8.günü Komodor Perry idaresindeki bir Amerikan filosu dünya ticaretine kapalı olan Yedo körfezine demirledi. Ziyaretten maksat Japon limanlarının ticarete açılmasını isteyen Başkan Fillmore’un mektubunu imparatora vermekti. Mektup verildi ve filo gelecek bahara cevabını almak üzere hareket etti.
İmparator, ne yapacağını şaşırmış durumda idi. Halkın çoğu “Mukaddes memleket”in barbarlara ve bilhassa Amerikalılara kapalı tutulmasını istiyordu, ki bu fikir umumi idi. Bu sıra Manjiro, Yedo’ya (Tokyo) çağrılarak fikri soruldu. Kendisine iki kılıç taşımak ve bir de soyadı almak müsaadesi verildi. Manjiro soyadı olarak koyunun adı olan Nakanohama’yı aldı.
Fakat Manjiro’ya, Amerikalılar tekrar döndüklerinde görüşme müsaadesi verilmedi. Limanların kapalı kalması taraftarları Manjiro icin : “Çocukluğunu Amerika’da geçirmiş ve onların tesiri altında kalmıştır. Binaenaleyh Japonya’nın menfaatlerinin korunması hususunda ona itimat edemeyiz” diyorlardı. Manjiro durumu filozofca mutalea ediyor ve “zamanı geldiğinde her şey düzelecek” diyordu.
Artık Manjiro’nun, evlenme çağı gelmişti. Ama o eski görücü usulü ile değil, Amerika’da gördüğü yani birbirini görüp beğenme yolu ile evlenmek istiyordu. Nitekim bir arazi sahibinin kızı olan Tetsu ile bu şekilde evlendi.
1854 ve 1858’de imzalanan muahedelerle Japon limanları dünyaya acılmışsa da tam manasiyle serbestlik ancak 10 sene sonra verilebildi. Bu arada Manjiro’nun “Adventure”u Yedo’ya getirildi ve açık deniz filika tipi olarak kabul edildiğinden benzerleri yapıldı. Kendisi de deniz mekteplerinde seyir hocalığı yapmaya başladı. Denize ait birçok Amerikan kitaplarını diline cevirdi. ingilizce’yi kolay oğreten lisan kitapları yazdı. Diğer taraftan da balina gemilerinin planlarını çizdi ve balina sanayiini kurdu.

FAIRHAVEN’DE BULUŞMA

1862 senesindeki kızamık hastalığı salgını karısını da götürdü. Üzüntüsünü unutmak için Ichiban-Maru balina gemisiyle sefere cıktı. Manjiro seferde iken memlekette tekrar ecnebilere karşı sert hareketler başladığından harp her an çıkabilirdi. Shogu’nun feodal hükümetinin günleri artık sayılı idi. Manjiro seferi yarıda bırakarak memlekete döndü. Artık sefere cıkmayacaktı. Kendisini memleketin idaresini ele alacak genc neslin yetiştirilmesine vakfetti.
1867-68 senelerinde Manjiro’nun rüyaları hakikat oldu. Nihayet Meiji imparator olmuş, yeni kurulan devlet de garplılara ve garplılaşmaya ehemmiyet vermişti. 1874’te, sonraları Rus-Japon Harbi’nin başkumandanı olan iwao Oyamo’nun başkanlık ettiği heyetle dışarıya gönderildi. New-Yorka’ geldikleri zaman Manjiro başkandan, 30 sene evvel kendisini kurtaran geminin muhterem kaptanını ziyaret icin müsaade istedi.

Manjiro New Bedford’a vardığı zaman New England en tatlı sonbaharlarından birini yaşıyordu. Çocukken gezdiği caddelerden ve sonra Fairhaven’e giden köprüden geçti. Whitefield’lerin kapısını heyecanla çaldı.
“Yemin ederim ki kapıyı calan Jhon Mung’dır” diyen kaptan, kapıyı açıp da karşısında Manjiro’yu görunce, birbirlerine hasretle sarıldılar. Kaptan, “Seni 20 seneden beri bekliyorum, nerelerdeydin ?” diye sordu. Her ikisi de gözlerinden inen yaşları siliyorlardı. Manjiro’nun gelişini bütün mahalle duyunca, eski arkadaşlarının hepsi geldi. Manjiro onlara Japonya’da yaptıklarını ve Japonya’nın istikbalini heyecanla anlatıyordu.

SON GUNLER

Bu Jhon’ın New England’ı son görüşü oldu. 1871’de Londra’da fena halde hastalandı. İyileştikten sonra gene ingilizce ve seyir dersleri vermeye devam etti. Daha sonra gelen kısmi bir felc hemen hemen konuşmasına mani oldu. Maamafih son gunlerini gayet rahat olarak geçirdi. Arada sırada Tokyo tiyatrolarında, lokantalarında üstünde kimanosu, başında derbi şapkası ve ayağında Amerikan ayakkabıları ile tam bir centilmen olarak göründü.
Manjiro Nakahama 1848’de rahat döşeğinde öldü. Japon hükümeti sonraları onun milletine yapmış olduğu hizmetleri birçok vesilelerle anmış ve takdir etmiştir.

1933 senesinde oğlu Dr. Toichiro Nakahama Başkan Delano Roosvelt’ten şu mektubu aldı:

“Babanızı Fairhaven’e getiren ve kaptan Whitefield’in kumanda ettiği geminin ortaklardan birinin de babam olduğunu bildiğinizi zannetmiyorum. Fakat ben bugün, büyükbabamın Delano ailesiyle beraber kiliseye giden bir Japon çocuğundan bahsettiğini gayet iyi hatırlıyorum....”
Manjiro’nun tarihteki rolu Bedford’a dönüşü münasebetiyle Morning Mercury adındaki gazetede cıkan bir yazıda gayet açık olarak ifade edilmiştir:
“Bu kazazede çocuğun bir balina gemisi kaptanı vasıtasiyle Fairhaven’de tahsili, Japonya ile aramızda olan şimdiki münasebetlerin kurulmasında başlıca rolü oynamıştır.”

( Nisan 1957)
Hisakazu KANEKO (Reader’s Digest)’den ceviri

  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#25: 30 Aralık 2016, 10:31:50
Nereden buluyon bunları anlamıyorum ki?
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#26: 30 Aralık 2016, 12:21:55
Meslek sırrı  ;)  ;D ;D ;D
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#27: 01 Ocak 2017, 19:39:25
Hatteras Burnu Fedaileri

Hatteras burnunun otuz mil şimalinde Atlantik Mezarlığı diye anılan mevkide, “Omar Babun” adındaki bir gemi, Azrail’le karşı karşıya gelmişti.
Gemi korkunç dalgalarla boğuşuyordu. Yükü kaymıştı. Kurtulamadı ve Hatteras burnunun açığında bulununan sığlığa oturdu.
Atlantiğin dalgaları insafsızcasına geminin üstüne çullanıyordu. Parçalanma başlamıştı. Sabahın alacakaranlığında Sahil muhafaza teşkilatı telsizle durumu haber almıştı.
Mürettebat derhal sahile indi. Araya varagele kurularak geminin 11 kişilik muüettebatı korkunç çatlakların uzerinden aşılarak sahile alındı.
Gemiyi gören Ellery Midgett II idi. Topu ateşleyen ise Edward Midgett, kurtarmayı idare eden Edison Midgett’ti. Bunlar 100 seneden beri bu sahillere düşen gemilerin murettebatını kurtaran geniş bir ailenin torunları idi.

Midgett’ler daha sahil muhafaza teşkilatı kurulmadan evvel bu işe başlamışlardı. 1870 tarihinde bu aile bu sahillerde 10 istasyonda vazife görüyordu. Bugün halen üç servis istasyonu Midgett’lerin kumandası altında olup, diğerleri de muhtelif rütbelerle çalışmaktadırlar.
Bir defasında bir istasyonda iki Midgett diğer birinde de dört Midgett birden gördüm.

Normal olarak bir aile dedelerinin almış olduğu madalyalarla iftihar ederler. Midgettler’de bu çeşit madalyaları tam 10 kişi almış bulunmaktadır. Hem de bu madalyaları yalnız Outer Bank’ta olan kurtarmalardan almışlardır. ilk madalyayı Hatteras burnundaki istasyonda çalışan Jhon H. Midgett aldı. 1884 senesinin 22 Aralığında Epharin Williams adındaki yelkenli, Hatteras burnundan 5 mil açıkta tehlikeye düşünce, işaret fişeğini karanlık geceyi yırtarcasına gösterdi. imdat işaretini gören Jhon H. Midgett ve beş kişi derhal denize açıldı. ilk merhale iç sığlıkda meydana gelen çatlakları
aşmaktı. Muvaffak olunça sıra dış sığlığa geldi. Filika dalganın sırtına binince sanki devriliyormuş hissini veriyordu. Resmi raporların dediği gibi, azgın denize karşı tahlisiye filikası dört mil bu şekilde kürekle hadise mahalline vardı.

Kurtarıcılar Epharain Williams’dan dokuz kişi alarak sahile dönmeye başladılar. Sandalın küpeştesi hemen hemen su ile beraber oluyordu. Sahile olan mesafenin de beş mil olduğunu düşünecek olursak olayın fevkaledeliği ortaya çıkmış olur.
Resmi raporlar bu kurtarma ameliyesini, “tahlisiye işi kurulduğundan beri en cesurane yapılmış bir kurtarma ameliyesi” olarak isimlendirdiler.

Diğer bir madalya da yukarda bahsettiğimiz Joseph’in oğlu ve gene Sahil Muhafaza teşkilatında çalışan Leven Jr. un babası olan Levene Midgett tarafında alındı. Bu denizci 1931 senesinde sığlıkta batan balıkçı Anna May’in 5 adamını kurtarmak için fırtınalı havada denize açılmıştı. Gemiye varıldığı zaman kazazedelerin hepsini geminin direğine sarılı vaziyette gelecek olan yardımı bekler buldular. Bu durum ölümle pençeleşmekten belki daha zordu.
Birdenbire dalgaların tesiriyle direk sulara gömüldü ve hepsi bir an için görünmez oldular. Derhal kumandan Midgelt filikasını çatlak sulara çevirdi. Bir ölüm kalım savaşının içinde idiler. Netice ise Midgett’in lehine oldu. Hepsi kurtarılmıştı.
Leven, Sahil Muhafaza teşkilatına 1917 senesinde girmiş ve 1953 senesine kadar çalışmıştı. Bir keresinde, chicamacomico istasyonunda kumandan iken emrinde çalışan 16 adamdan 11’i Midgett idi.
İkinçi Dunya savaşında dış sığlıkta denizaltılar tarafından batırılan gemilerin mürettebatını kurtarma için, günde 18 saat çalıştı. Çok kereler filikasının bütün mürettebatını Midgeltler teşkil ediyordu.

Dış sığlıkta yapılan en meşhur kurtarma olayı Birinci Dünya harbinde bir Alman denizaltısı tarafından atılmış bir mayına çarparak batan ingiliz bandıralı Gosoil yüklü Mirloda oldu.
İnfilak neticesinde ikiye bölünmüş ve alevler içinde kalmıştı. Kaptan Jhon Ailen Midgett, tayfasını alarak kuvvetli bir tahliye filikası ile gemiye yanaştı. Alevler korkunç bir şekilde goğe yükseliyordu. Kaptan alevlerin dışında kalmış olan bir filika buldu, içinde kimseler yoktu. Fakat az ilerde Gosoil içinde yanan devrilmiş bir filikaya tutunmaya çalışan tayfalar, ölümle hayat arasında çabalıyorlardı. Derhal Midgett ahşap filikasının başını henüz yangının sirayet etmediği bir pasaja çevirerek dumandan kör olurcasına, alevin sıcaklığını vucutlarında duya duya adamlara yaklaştı.
Hepsini içeri alarak sahile çıkardılar. Alaca karanlıkta içinde 19 adam bulunan diğer üçüncü bir filika daha buldular. Hadise mahalli gece sahilden tutulan projektörlerle aydınlatılmıştı.

Midgett ve adamları bundan sonra daha üç sefer yaparak çatlakların yarattığı tehlike vız gelircesine ortalıkta cirit atarak geminin hayatta kalmış 42 kişilik mürettebatını kurtardılar.

Bugun cape Hatteras’taki müzede “Mirlo”kurtarmasında kullanılan can filikası durmaktadır. Filikadaki altı adam hem Amerika hem de ingiltere hükümetleri tarafından altın madalyalarla taltif edilmişlerdir. Bunlardan beşi Midgett’di: Leroy, Clarence, Arthur, Zion ve Kaptan Jhon. Altıncısı ise bir Midgett ile evlenmiş olan Prochorous O’Neil idi.

Bütün bunlara rağmen Midgettler’in en üstünü kimdir, diye bir tefrik yapmak istersek, muhakkak ki hükmümüzü Rasmus’un lehine veririz.

Hatteras burnunun aşağı kısmında rüzgarın her türlüsünü yiye yiye ihtiyarlamış olan bir kasabanın küçük bir dükkanında, duvarda, verilmiş olan altın biri madalyanın beratı asılı durur. Burada, “1899 senesinin 18 Ağustosunda karaya gitmiş bulunan Princilla’dan tek başına 10 adam kurtaran Rasmus S. Midgett’e” yazmaktadır.

643 tonluk “Princilla”adındaki yelkenli, korkunç bir harikeynde Hatteras adasının sığlığına oturmuştu. Dalgalar kaptanın karısını, oğlunu, üçüncü kaptan, bir kamarotu almış ve denize dökmüştü. Sonra tekne ikiye bölünmüştü. Kıç tarafta bulunan mürettebattan 10 kişi ölüm anının gelmesini bekliyorlardı. Gece karanlık ve puslu idi. Kalın denizler teknenin su üstünde kalan kısmına bütün heybeti ile çullanıyordu. Rasmus at üzerinde devriye gezerken denizden gelen feryatları duymuştu. istasyona gidip yardım istemek üç saat sürecekti.
Bunu hesaplayan Rasmus yaşının 48 i bulmuş olmasını düşünmeden kaynayan sulara kendini attı. Dalgalarla boğuşa boğuşa gemiden arta kalan kıç tarafa vardığında adamlara bağırarak birinin denize atılmasını soyledi. Atlayanı kucaklayarak sahile çıkardı. Bu iş yedi defa sürdü ve yedi kişiyi sahile çıkardı. Geriye kalan üç kişi hareket edemeyecek durumda idiler.
Yukarı çıkarak kendilerinden geçmiş olan bu üç kişiyi gördü. En fena durumda olanı ilk, diğerlerini de teker teker kah sırtlayarak kah yüzdürerek sahile çıkardı.
Bu hadiseden kurtarma raporları “Eşine ender rastlanan bir kurtarma olayı” diye bahsetmektedirler.

İlk zamanlarda Midgettler de diğer kurtarıcılar gibi bu işe para için atıldılar. Zaman geçinilecek gibi olmadığından peşin para ödeyen kurtarma teşkilatlarına hemen hemen herkes girmek için can atardı (Senenin yarısı için 40 $, mevsim dışı her kurtarmaya 10 $ ödenmekteydi). Sonraları bu iş Midgettler için an’anevi bir durum aldı ve halen bugün sahil muhafazada çalışan her Midgett’in muhakkak dört nesil evvelsi bu işle iştigal etmiş durumdadır. Rasmus’un oğullarından biri, Mirlo kurtarmasında bulunanlardan biri idi.
Bununla beraber kurtarmada bulunan diğer dört Midgett’in dokuz oğlu da sahil kurtarma teşkilatında vazife görmekte idiler.
Omar Babun kurtarmasında bulunmuş olan Ellery Midgett’in babası, dedesi ve onun da babası bu işte çalışmış adamlardır. Greves Midgett bana beş oğlunun da sahil kurtarma teşkilatında çalıştığını söylerken, altıncı oğlunun da cesaretli olduğunu söylemeyi ihmal etmiyordu.

Midgettler’in hemen hemen hepsi geniş omuzlu, iri yarı, mavi gözlü insanlardı. Konuşmaları Elizabeth devri aksanını andırır. Hiç kimse onların nereden geldiğini pek bilmiyorsa da umumi kanaat ilk Midgett’in karaya gitmiş olan bir gemiden kurtulmuş olan bir kazazede olduğu merkezindedir. Resmi kayıtlar bu ailenin burada 223 seneden beri bulunduğunu göstermektir.
Müstemleke zamanında Midgett ismi Midyet olarak telaffuz edilmekte idi. Şimdi de “e”nin sarfınazar edildiği görülmektedir.

Mamafih bugun Midgett ismi, kara oturmalardan bahis açılınca, bir efsane gibi denizciler arasında söylenip durmaktadır.

( Eylül 1957)
Don WHARTON (Reader’s Digest)’den çeviri
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#28: 04 Ocak 2017, 12:37:09
Deniz Fenerinin Aşkı

Bir Deniz feneri…
Okyanusla sonsuza dek komşu…
Okyanusun mu ona daha çok ihtiyacı var yoksa deniz feneri mi okyanus için vazgeçilmez bir sevgili? Gündüzleri, deniz feneri isyanlarda… Çünkü yanı başındaki biricik sevgilisi gözlerinin önünde güneşle ihtirasla sevişmekte. Hep gece olsun ister, sevgilisi ona kalsın, yalnız onda bulsun gecedeki renginin güzelliğini…

Deniz feneri, küçücüktür okyanusa göre ama güneşin aşkından daha büyüktür aşkı okyanusa… Geceleri ise deniz feneri, mutluluklar peşindedir, gecenin esrarengiz sessizliğinde. Her ışık turunda çıldırır deniz feneri zevkten, adeta dans eder okyanusun en uzak noktalarına uzanarak. Daha gerçektir deniz feneri, gece sadece o ve okyanus vardır sınırlı görüş gizliliğinde. Gündüzleri deniz feneri bir hiçtir bütün aldatmalara şahit olarak. Güneş ise gece olunca bu hissi göremez… Gece, deniz feneri ile okyanusun aşkının dans edişine güneş şahitlik yapmaz… Gün bitiminde ve başlangıcında teslim ederler sevgili okyanuslarını birbirlerine güneş ve deniz feneri.

Güneşin okyanusla arasına giren bir engel vardır kimi zaman, bu işkencedir güneşi küçülten. Bulutlardır, bu hain, gündüz aşkında güneşe okyanusu göstermeyen. Güneş ise tüm gücüyle savaşır okyanusa ulaşmak için. O kadar yaklaşır ki, bulutlara bulutlar, yoğunlaşır, yoğunlaşır ve gökyüzü ağlamaya başlar okyanus hasretinden hesapsızca titrer. Okyanus bütün damlaları özlemle kucaklar, her damla onu güneşine daha çok yaklaştırmaktadır. Gökyüzü ağlar, ağlar ta ki son damlası bitene kadar. Okyanus damlalarla büyür büyür büyüklüğüne daha hacim katarak aşkının sevgi damlalarıyla. Bilmezdi okyanus, her yağmurla sevgisini ona iletmek isteyen bir güneşinin olduğunu.
Her yağmur yağdığında okyanus kızar güneşine gündüz onu terk ettiğini düşünür, hırçınlaşır, dalgalanır öfkesinden bilemez güneşinin ona ulaşmak için savaştığını. İntikamını deniz fenerinden alır okyanus, onun neden gündüz sevgilisi olmadığını defalarca kamçılayarak sorar deniz fenerine. Dalgalarını büyütür, cevap alamayınca deniz fenerinden…
Deniz feneri onu teselli edemez, çünkü o sadece gece vardır gerçek gecededir onun için. Ağlayamaz deniz feneri, ağlamayı deliler gibi istese de gözyaşları yoktur, ulaşmak istese de ulaşamaz gündüz sevgilisine.
Çaresizdir deniz feneri, sadece bir dilek geçirir içinden rüzgâra yalvarır “bulutları kaçır buradan” diye, güneşin çıkması sevgilisine sevgi dolu ışıklarını göndermesini diler. Okyanusunun mutluluğunu ister hesapsızca… Çünkü tek mutluluğu budur deniz fenerinin. Ağlayamaz, gündüz ona ulaşamaz, konuşamaz hislerini okyanusuna. Her okyanusun sahilinde bir deniz feneri vardır. Her gece deniz fenerleri gemilere okyanusa olan aşkını haykırırlar, ümitsizce, yarınlarını hiç düşlemeden…
Ve her gece hikayelerini anlatmak için gemileri beklerler sonsuz gecelerde…

Anonim
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#29: 04 Ocak 2017, 15:26:39
Akşam yanıt vereceğim buna.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

 
Yukarı git