Pazar okuması, Salah Birsel'in "Boğaziçi Şıngır Mıngır" kitabından.
Türk Kırmızısı KayıklarBoğaziçi koy ve demir yeridir.
Haritanıza bakın.
Bu aşna-fişneli yol üzerinde bir sürü burun vardır ki, onları bilmeden Boğaz’a girilmez.
Yukarı Boğaz’da, Rumelifeneri’nin güneyinde Papaz Burnu, onun aşağısında Karibçe Burnu, onun aşağısında Çalı Burnu, Rumelikavağı’nın altında Tellitabya Burnu, Sarıyer’de Mesar Burnu, Tarabya’nın altında Lanet Burnu, Baltalimanı’nın güneyinde Şeytan Burnu, Kuruçeşme ile Ortaköy arasında Defterdar Burnu Boğaz’ ın meraklısına hemen ense traşlarını gösterir. Anadolukavağı ’nın kuzeyinde ise Poyraz Burnu, Fil Burnu, Çilingir Burnu, Yeros Burnu yer alır. Kavak’ın güneyine gelince, Macar Burnu, onun aşağısında Servi Burnu, Beykoz’da Karaca Burun, Paşabahçe ile Çubuklu arasında Burunbahçe Burnu bir düziye silistre çalar.
(Ah, bu silistre seslerine kulak verin. Onlar, bir hengameda, bizim sersemsepet Salâh Birsel’i bıcır bıcır düşlere salmış, evrenin canı, insanlığın fincanı olan usum gel-git etmiştir).
Boğaz bir de kayık demektir.
1835 yılının son günlerinde İstanbul ’a gelen ve dokuz ay kadar kalan İngiliz yazarlarından Bayan Julia Pardoe, padişah kayıklarından tutun da, sölpük ve pejmürde kayıklara varınca, bütün sandallara tutulmuştur.
Kayıkların kalkık burunlarının akıntıya doğru batıp çıktığını gördükçe, onları, parlayan tüylerini duru suyun içinde dinlendiren deniz kuşlan sanır.
Théophile Gautier ise, Venedik gondolum,Türk kayığı yanında, kabasaba bir sandukaya benzetir. Goldolculara da, Türk kayıkçılarının tersine, “sefil serseriler” gözüyle bakar. Helmuth von moltke’ye gelince, o da Boğaz kayıklarından daha güzel bir şey olamayacağı inancındadır. Çokluk, Büyükdere’deki bir yalının penceresinden seyrettiği kayıklar şöyle anlatir:
Bunların hafif iskeletlerinin üstü, nice tahtalarla kaplanmış, içleri, dıştan ziftle kalafat edilmiştir. İç kısım ince beyaz tahta ile kaplıdır. Her vakit temiz tutulur ve yıkanır. Küreklerin baş tarafında, alt uçla denge sağlamak, böylece işi kolaylaştirmak için, kalın bir topaç vardır. Kayığın arka kısmı geniştir. Öne doğru gittikçe daralir ve keskin demir bir uçla son bulur. Eğer yolcu, doğrudan doğruya yere oturursa, çünkü ancak bilgisiz Frenkler arkadaki tahtaya oturur kayık tam denge halindedir. Kayıkçı, kayığın ağirlık merkezindedir. Onun elinin en küçük bir kımıltısıyla harekete getirir. En kötü havalarda bile, azgın dalgalan bu tüy gibi taşıtla yarıp geçmekten korkmazlar. Büyükdere’den İstanbul’a olan yol üç Alman milini aşkındır. Bir buçuk saatte alınır. Buna akıntı da yardım eder. Dönüş ise, en azından üç buçuk saat ister. Kayıkçılar hep iri-yarıdır. Giysileri de birbirine benzer: geniş bir pamuklu şalvar, yanm ipek bir gömlek. Traşlı başlarında da küçük kirmızı bir takke. Kışın bile böyle giyinirler. Bu adamlar, hiç durmamacasına 7-8 mil yol alırlar.
Moltke ile Pardoe’dan beş-altı yıl önce Türkiye’yi tanımış olan müşavir Paşa Adolphus Slade ise bu kayıkçıların ustalığını anlatmakla bitiremez. Bir, iki kürek şıpirtısıyla pek sıkışık ve pek meret yerlerden sıynlabilen kayıkçılar om kesik kurdelaya döndürmüşlerdir. müşavir Paşa ki Türk Donanması’nda da görev almıştir kayıkların süsü için de şunları söyler:
Kayıklar Türk oymacılık sanatının bir yüzünü yansıtır. Bordaları, küpeşteleri, yelkenleri bile pek ince süslerle bezenmiştir. Türklerin nakkaş adını verdikleri boyacılar, sonradan bu hatlan altın yaldızlar ve çeşitli boyalarla işlerler.
Doğrusu, o yıllarda kayıkçılik İstanbul’da sanattan da ileridir. Usta nakkaşlar, yalnız kürek üzerine çalışan kürekçiler, yaldızcılar ve piyadelere en büyülü boyutlar veren ustalar ibadullahtır.
Beyaz kayıklar daha çok son yüzyıllarda görünür. Tahin rengi kayıklarla, vernik sürülerek açık sarı ya da koyu sarıya dönüştürülen kayıklar da son yüzyılın işidir. Vernikli kayıkların özellikle de piyadelerin kenarlarına bir iki sıra koyu lacivert, mor, siyah, yeşil ya da som yaldız şeritler çekilir. Daha eski yüzyıllardaki kayıklar ise Türk kırmızısı ya da yeşil renktedir.
Ama gerçek süsü, siz gelin de padişah kayıklarında görün. Bunlar elvan boyalarla yaldızlanıp en iyi kumaşlarla döşenir. Kalafatlarına da çok önem verilir. Yılda on bir kez kalafat görenleri bile vardır. Padişah kayıklar köşklü ya da köşksüz olur. Köşklüler de kapalı ya da açık olmak üzere iki türlüdür. Açık olanların sadece üstleri örtülüdür. Köşkler kayıkların kıç tarafında bulunur. Ne ki, daha eski yıllarda, kayığın ortalık yerine oturtulmuş olanlarına da rastlanır. Kayıkların baş tarafında ise tahtadan ya da gümüşten bir kartal ya da bir deniz kuşu bulunur. Bunlara bu yüzden “Kuşlu Kayık”da denir. Bunların yelkenleri de olur. Çokluk da çift yelkenlidirler.
Sultan Mecit’in kayığı da perdeli-köşklüdür. Baş tarafında kanatlar açık, yaldızlı bir kartal yer almıştır. Kayığın dışı da meyve ve yaprak biçiminde süslerle çatıpuma edilmiştir. Şair Leyla Saz, bu kayığı bize şöyle betimleyecektir:
Kayık çok uzun, beyaza boyanmış, dış kenarlar güvez üzerine altın yaldızla süslüydü. Sekiz kişi alabilecek olan köşkün içi sırma saçaklarla süslü güvez atlasla döşeliydi. Tavanına da ışık saçaklar biçiminde büzülmüş güvez atlas geçirilmişti. Bumn ortası da yaldızlı bir güneşle mıhlanmıştı. Direkleri ve damının kenarındaki oyma parmaklık ve tepesindeki güneş par) par) yaldızlıydı. Kayığın taa bumuna yakın bir yerinde de yaldızlı bir kuş gördüm sanıyorum. Kayığın içi yaldızlanmış oymalı tahta ile süslüydü. Dışındaki güvez üzerine yaldızli kenar, buruna doğru incelerek, orada birleşip alta doğru kıvnlmıştı.
Leyla Saz, Abdiilmecit’in dördüncüi kızı münire Sultan’ın düğününe gitmek üzere bindiği bu kayığın kürekçilerini de şöyle tanımlar:
Güivez çuha üzerine, san sirma bükme ile çok sık işlenmiş cepkenli,mintanlı,bol dizlikli 14 çift kayıkçı, iki elleri bir kürekte, çift çift, hep birden çok düzenli olarak ayakta kürek çekiyor. 0 kılığın yeşil üzerine işlenmişini giyinmiş iki Reis de kendi yerlerinde, elleri dümenin yekesinde olduğu halde ayakta duruyorlardı.
Neşetâbâd Sarayı’nın iç süslemelerini yenileyen ve Sarayın yanına Avrupa uslûbunda yeni bir köşk konduran, Sarayın bahçesini de leylak, akasya ve giillerle yiiz aklığına kavuşturan mimar melling ise, III. Selim’in Boğaz’da padişah kayığı ile yaptığı bir geziyi en hurda ayrıntılarına değin saptamıştır.
Melling’e göre, içinde 150 bostancı bulunan altı büyük sandal, padişah kafilesine yol açar. Bunların sağ ve solundaki iki kayıkta Hasekiağaları vardır. Bostancıların gerisinden Padişahın sarık taşıyan “sarık sandalı” gelir. Bunun ardında ise altı kayık yürür. Her birinde bir mabeyinci etrafa hava atıyordur. Öyle oturuyorlardir ki sırtlarını Padişaha değil, halka dönük tutuyorlardır. Padişaha özgü kayıklar ise iki tanedir. İkisi de üç fenerli, kenarlan som gümüşten parmaklıklarla çevrilidir. III. Selim köşkiin içindeki sedire uzanmıştır. Köşk, som gümüş bir parmaklıkla ikiye bölünmüştür. Burayı üç önemli kişi doldurur ki, el ve ayak istifleri huzurda olduklarını bütün geleneğiyle belli eder.
Bostancıbaşıyı dikizlemek için de kayığın kıçına gelmek gerekir. Dümeni o tutar. İki sırabostancı ise, iki yanda kulluklannı tazeler. İki başçuhadar da tam ortalarındadır. Bunlardan birinin elinde bir iskemle vardır. Padişah, karaya çıktığı vakit, ata binmek için o iskemleye basacaktır.
İkinci padişah kayığında da III. Selim’in kılıcını taşıyan Silahtar Ağa yuvalanmıştır. Hünkâr dönüşte bu kayığa binecektir. Çünkü III. Selim, karadan denize her geçişinde kayık değiştirmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Kafileye katılan öteki kayıklara ise haremağalan doluşur. Bunların içinde Kızlarağası başı çeker ki, ortanca dağları ben yarattım gibilerde kurum kurum kurulur. Kızlarağasını ancak Kızkulesi ’nin önünden geçilirken atılan toplar kendine getirebilir. Ama, Kulenin dibine dizilen bostancılar Padişahı selamlamak için iki kat eğildiklerinde, bundan o da kendine bir pay çıkarmasını bilir.
Hünkârların çeşit çeşit kayıkları, piyadeleri ve filikalan vardır. Haluk Y. Şehsuvaroğlu, Abdülaziz’in 16 tane kayığı olduğum söyler. Bunlardan ikisi 13 çifte köşklüdür. İkisi yedi çifte, biri dört çifte, dördü de üç çiftedir. Ama o, çokluk beş çifteye biner. Yalnız, Fransa İmparatoriçesi Eugénie 1869 yılı sonbaharında büyük bir tantana ve taraka ile İstanbul’a geldiği vakit Sultan Aziz om 13 çifte ile karşılamıştır. Tahttan indirilip Topkapı Sarayı’na taşındığı gün ise üç çifteye bindirilecektir ki, sultanlığının gerçekten uçup gittiğini omnla daha iyi çakacaktır.
Abdülhamit, padişahlığının ilk aylarında birkaç kez, cuma selamlığına gitmek üzere sandala binmişse de sonralan kayıklara tümden arka döndüğünden omn ne kayığı, ne de mayığı vardır. Bir defasında Sultan Aziz’den kalma 13 çifteyi onartarak, İstanbul ’da konuk olarak bulunan Alman İmparatoru Wilhelm’e sunmayı düşünmüşse de, son anda bir ihban değerlendirerek bundan vazgeçmiştir. Buna karşılık Sultan Reşat, Boğaz’da boyuna sandallarla dolaşır. Çat Beylerbeyi ’nde, Çat Göksu’dadır. Halit Ziya onun köşklü kayığa bindiğini hiç anımsamadığını, ama yedi çifteye sık sık yüz verdiğini söyler.
Sadrazamın, valdesultanın, şehzadelerin, kadınefendilerin ve bütün uzun saç ve uzun sakalların kendilerine özgü kayıkları vardır. Herkes kendi göbeğine ve aşamasına uyacak çifte kullaır. Sadrazam ile şeyhülislam -en uzun sakal onlardır- yedi çifteye biner. mevsimine göre, vaşak ya da sincap kürk giyen, beline akva adı verilen som sırmalı ve köstekli bir bıçak takan ve Sultan Reşat çağına değin aşaması sadrazam ve şeyhülislamdan sonra gelen kızlarağası -darüssadeağası- da üç ya da beş çiftede kıpırdamaz olur.
Vezirler beşer, görevleri doruk noktada olanlar ve sırmalı uzun siyah setre ile geniş zırhlı pantalon giyenler ve de kılınç takanlar -bunlar bâlâ rütbesini cebe indirmiş kişilerdir- dörder, “Saadetlü Efendim Hazretleri” diye anılanlar -ulâlar- üçer, sadece “Saadetli Efendim”e yatanlarla (ulâ sanileri) göze girmiş keratalar -mümeyyizler- ise ikişer çifteyle seyrederler.
Kaplan Paşalar da “Kara Kancabaş” ya da “Yeşil Kancabaş” denilen yedi çiftelerde görünür. Karadeniz Boğazı Nazırı ’nın kayığı ise beş çiftedir. Bunların “kabanarin” diye özel bir adlar da vardır.
Elçilik kayıklarının kürek sayısını da Babıâli saptar. Elçiler beş çiftede balon kesilirler. Ne ki, İngiliz Amirali Nelson’un Brueys Kontu komutasındaki Fransız donanmasını 1798 ağustosunda İskenderiye’nin kuzeydoğusundaki Ebukir Körfezi’nde büyük bir yenilgiye uğratmasından sonra İngiliz Elçisi 7 çifte kullanmaya başlamıştır. Julia Pardoe onun göz kamaştırıcı bir yedi çiftede görmüştür. Elçi kayıkta gazete okuyordur. Başında da kendisini bütün öteki elçilerden hemen ayıran eflatun bir fes vardır.
Böyle bir öykünün ayaklarına 1860 yılında Fransız Elçisi marki de la Vallatte de yatar. Yedi çifte ile Boğaz’ı harmanlar ki, görenler padişahın geçtiğini sanır. Ne ki, o sıralar Paris’te Türk Elçisi olarak bulunan Ahmet Vefik Paşa buna bir karşılık olmak üzere Fransa İmparatoru Ill. Napoleon’un beyazboyalı arabasının tıpkısını yaptırmıştır. Bununla sokaklarda geziyor, Parisliler de İmparatorun arabası sanarak telaşa düşüyordur. B umn üzerine Fransa Hükümeti, Osmanh Hariciye Nazırlığı’na başvurarak, arabanın değiştirilmesinin Paşaya bildirilmesini rica eder. Hariciye Nazırlığı da durumu yazı ile Ahmet Vefik Paşa’ya aktarır. Paşa, durumunu hiç değiştirmez ve Hariciye Nazırliğı’na şu karşı1ık yazısını yollar:
Fransız Hariciye Nazırı kendi elçilerinin Boğaziçi ’nde bindiği kayığı görmüyor da Osmanlı elçisinin Paris’te gezdiği arabayı mı görüyor? Elçi o kayığı ortadan kaldırırsa, bu araba da kendiliğinden kalkar.
Çaresiz kalan Fransızlar marki de la Valette’e kayığı kaldırtır. Ahmet Vefik Paşa da arabasını siyaha boyatarak işi kapatır.
Saray kadınlarının bindiği kayıklar sadece bunlar değildir.
Bunlara bir de piyadeleri eklemek gerekir. Piyadeler daha çok gezintilerde kullanılır. iki, üç, dört ve beş çifte kürekli olurlar. Büyüklerine, dokuz oturaklı olanlarına zangoç denir. Piyadeler en ince yapılı kayıklardır. Uzun ve dardırlar.
Abdülhak Şinasi Hisar’a göre düş kurmak,düşüncelere dalmak için bunlardan daha uygun beşik yoktur. Bu beşikleri de hilali, pembezar gömlekli, ateş, al, vişne-çürüğü, kahverengi saltalı hamlacılar (birinci kürek), sigoryacılar (ikinci kürek) ve de mangacılar (üçüncü, dördüncü ve beşinci kürek) sallar.
Bu oynak ve tüy gibi kayıkların kenarına serilmiş olan ve hemen suya düşecek duygusum veren sirma saçaklı al çuha, Boğaz’ın bütün renklerini kendine çeker. XIX. yüzyılda İstanbul’da görev yapan Amerikan Elçisi Cox, piyadelere en uygun yolcuların Türk kadınları olduğu kanısındadır. Ona göre,Türk kadını oturduğu yerden hiç mi hiç kıpırdamaz. Kayığın dengesi de, böylece, hiçbir biçimde bozulmuş olmaz.
Piyadeler, kimi zaman, pereme adıyla da anılır. Ama bunlar daha çok kira kayıklardır. Piyadelerden de, az-biraz kabadır. Gelin görün ki, uzun mu uzun bir geçmişleri vardır. Taa Bizans’a değin dayanırlar. Bunların, gerektiğinde takılan bir direkleri, üçgen biçiminde de “huri” yeklenleri bulumr. Peremeler dolmuş olarak da kullarılır. Son yıllarda ise peremeler olsun, piyadeler olsun, yerlerini sandallara bırakmışlardır. Abdülhak Şinasi sandalların Sultan Hamit çağından sonra yaygınlık kazandığını söyleyecektir.
XIX. yüzyılda Boğaz’ı bir de yarış kikleri ya da futalar kaplar. Abdülmecit ve Abdülaziz çağlarında şehzadelerin bir sürü kayığı yanında bir de kik.leri vardır. Şehsuvaroğlu, amirallerin de kikleri bulunduğum belirtir. Kiklerin başomuzlarındaki yıldızlar onların akmalarını gösterir. Bir yıldız, tuğamiral; iki yıldız, tümamiral ve koramiral; üç yıldız, oramiraldir. Büyük amirallerin kiklerinde ayrıca, baştan kıça, bir pus eninde, Jal rengi bir tiriz, bir çota bulumr. Kiklerde bir de “yat küreği” çekilir. Yat denildi mi, bütün kürekçiler yatar, kürekleri öyle çekerler. Kıyıdan bakanlar da, kiklerin içinde, kimseleri göremeyerek şavullarlar.
Geçen yüzyılın sonlarında en iyi futalar da, Bebek’te şimdiler yıkılmış olan karakolun az ilersinde, denizden içerlek bir yalının altındaki işliğinde Corci Usta yapar. Corci Usta, mısırlı Halim Paşa’nın Londra’dan getirttiği bir kiki örnek alarak öyle futalar döktürmüştür ki, İstanbul’daki yabancılar bile bunların İngiliz futalarından daha üstün olduklarına kalıplarını basmışlardır.
Boğaz’daki bağ, bahçe ve bostanlarda yetişen sebze ve meyvalar, Boğaz dalyanlarında tutulan balıklar da şehre pazar kayıklar ile taşınır. Çünkü Boğaz vapurlar ancak 1854 yılından sonra işlemeye başlamıştır.
XVII. yüzyılın sonlarında Boğaziçi, Haliç ve marmara’daki kayık iskelelerinin sayısı pek kabarıktır. Bunlara borda eden pazar kayıklar da bin beş yüze yaklaşır. Bunlar Boğaz köyleri arasında yolcu da taşır. Her biri 50-60 kişi alır. Yolcular kayığın içindeki kilime otururlar. Ama kayığın bordasına oturup bacaklarını dışarı sarkıtan, ayaklarını kayığın dışına, boylu boyunca uzatılmış sırığa yaslayanlar da vardır. B u gibiler, 3-4 saat süren yolculuk için on para eksik verirler. Kayık içi yolcular ise, aynı yer için 30 para öder. Pazar kayıklar Saray için de yapılır. Saray eşyalar, saray dalkavuklar, saray atlar bir yerden bir yere taşınacaksa bunlarla taşınır. Saray mızıkası da bunlarla git-gel olur.
Pazar kayıklar 13 metre uzunluğunda ve 2,5 metre genişliğin- dedir. Baş ve şaşırtma diye anılan en uzun küreği 6,5 metredir. Ağırlığı da 80 kilodur. Allı hamlacı çeker ki, başlarına bir de reis çöker. A. Cabir Vada Boğaziçi Konuşuyor adlı yapıtında Sarıyer pazar kayığının tuzlu balık fıçılarını, Beykoz kayığının sepetçi çubuklarım, Yeniköy kayığının da balıkları İstanbul’a taşımakta başlıca araç olarak kullanıldığını yazar. Kanlıca kayığı da boşu 16-17 kilo, dolusu 60-70 kilo ya da boşu 8 kilo, dolusu 20kilo çeken fıçılarla Göztepe suyunu İstanbul’a uçurur.
Suyun soğukluğunu korumak için de fıçılar geceden doldurulur ve gün açılmaya başlamazdan iki saat önce kayıklar yola çıkarılır A. Cabir Vada işin bundan sonrasını da şöyle dile getirir:
Kayığın iskeleye (Haliç’teki iskelelerden biri) yanaşmasından sonra, fıçıların depolara taşınmasını üstlenmiş olan hammallar, ilkin bu fıçılara el atıp, yüzünü yeni yeni göstermeye koyulan güneşin sıcaklığından korumak için, onları sokakları gölgeli yanlarından iletirler. Kapaliçarşı'daki Kuyumcular Sokağı’na koşut sokaktaki sucu mihran, dükkânın bodrumuna yerleştirdiği küplerin desteğiyle, suların doğal soğukluğum akşama değin korumayı başarır. Bu dükkândan içilen su, kaynağındaki tadı taşıdığından pekçok müşteri çeker.
Pazar kayıkları, bağli bulunduğu köyün maldır. Oradaki caminin ya da kilisenin, ya da iyiliksever bir kişinin vakfıdır. Büyük dere'nin pazar kayığının 1761 yılında ölen ve Rumelihisarı ’na gömülen maliye kalemi hulefasından mustafa Efendi yaptırmıştır ki, nasıl olup da yüzyı1lara karşı koyduğu bilinmemektedir. Anadolu- hisan’nın pazar kayığı ise Yasemin adında iyiliksever bir hatunun vakfıdır. Kendisi Fatih Sultan Mehmet Camii karşısındaki okulun bahçesinde yatmaktadir ki, bu okulu da kendisi yaptırtmıştır.
Kanlıca’nın pazar kayığı ise caminin vakfıdır. Cami de Sultan Süleyman çağında Erzurum ve Bağdat valiliklerinde bulunan İskender Paşa’nn bir hayrıdır. Avlusunda oğlu Ahmet Paşa ile birlikte yatmaktadır. Sarıyer pazar kayığı da yine bir hatumn vakfıdır ve de cami vakfına bağlıdır. Camiyi sorarsamz, o da Ali Kethüda eliyle yaptırılmış ve 1720 yılında Kethüda mehmet Ağa ona onarım koydurmuş ve bir tuğla minare eklemiştir.
Ama biz, Boğaz’dakilerin kalbini İskender aynası eyleyen bu kayıklar bir an durduralım.
Gizliden gizliye silistre sesleri duyulmaya başlamıştır.
Boğaz kimi zaman, çevresine pek çaktirmasada silistrelere yatar.
Bir saatte 4 kez o silistreler kaçar yine gelir. Altı saat gider Boğaz sular kurur ve altı saat gelir, büyük kulak sevinçleri olur. Altı saatten sonraki üç saatte, az az gider, az az gelir. On altı saatten sonra 24 saat bütünleninceye değin kısıldıkça kısılır.
Yani Boğaz bir de belli belirsiz silistre sesleridir.
Not: Bazı yazım hataları, tarandıktan sonra, yazı formatına çevirmenin zorluğundan kaynaklanmaktadır. Gözümden kaçanlar olmuştur. Görmezden geliniz lütfen.