binnal
Biz kapıdan girerken, “Be ağalar, ne dolanırsınız bu havada orta yerde? Görmez misiniz yer gök girmiş birbirine. Otursanıza kıçınızın üstüne,” dedi koca reis. Dudaklarının, boz bıyıklarının etrafında koyulaşan gülümsemesiyle.
Kamaradan dışarı baktım. Ufuk, göğün derinliği diye bir şey kalmamış. Önümüz ardımız gri, kapkara bir koyuluk, bir duvar. Denizin her yanı bembeyaz, köpük kesmiş. Tepeleri kar sepeli gibi duran, kendi durmayan, yükselen, alçalan, kendi üzerine kıvrılan, kırılan, kudurmuş, gümbürtülerle, uğultularla, dörtnalı binnala evirmiş, üzerimize üzerimize gelen, artarda dalgalar. Bir hat üzerinde, düzenli bir sıraları yok. Her yan kaos, her yanda düzensiz uçurumlar, tepeler. Gelen dalga, baş tarafını yükseltip, yuvarlanan üçgen bir silindir gibi tekneyi arkasına doğru yükselte yükselte ilerliyor. Dalga ortayı geçince, baş taraf, değişen ağırlık noktasının etkisiyle, hızla düşüyor. Bazen o anda ardından gelen dalganın derin çukuruna, bazen de köpüklü, pençe şeklini almış, kendi üzerine katlanmak üzere olan bembeyaz köpükleri üzerine iniyor. Altı dar, üstü geniş yarım daire baş, suya çarpmanın etkisiyle dalgayı zerreciklerine ayırıp, rüzgârın savurtusuna katıyor. Baş tarafından, püsküren, dağılan zerrecikler, kamaraların camlarına, güvertelerin yanlarına öfkeli şarapnel parçaları gibi iniyor. Uğultuyla karışık bir gümbürtü çıkıyor bundan. Kulağa hiç hoş gelmeyen, can sıkan bir ses. Sesler. Bir bakıyorsun, bir sonraki dalga sancak tarafından baskın veriyor.
Reis iki eliyle yapışmış dümene. “Vay orospu!” diyor. Kime, neye dediği belirsiz. İkinci reise dönüp, artarda sıralıyor talimatlarını; “Herkes muşambalarını, kasık çizmelerini giysin, ben demedikçe çıkarmasın. Botçuyla palacı arada bir ambar kapaklarını kontrol etsinler. Ambarlardaki pompaların hepsi çalışsın. Makinis makina dairesinden ayrılmasın”
Aşağıda bir yerlere bağlı ses cihazının kırmızı düğmesine basıyor. Birkaç çıtırtı cızırtı. Ses aletine doğru eğiyor başını, “İsmail, n’aparsın be olum? Makina dairesine misin? Nasıl vaziyet oralarda.” İsmail’in metalik sesi çıkıyor, “İyi abi. Yok bir sıkıntı.” “Haaa! İyi, tamam, ayrılma sen oralardan. İkinci makinayı da hazır et.” “Hazır zaten abi. Daha bir saat önce soktum vaziyete.” “Öyle mi, hazır mı! Tamam. Helal olsun. Belli olmaz, bu hava daha da azacağa benzer. Belki iki motorla baş vermek gerekecek dalgaya. Sen uyanık ol, haber bekle.” Bana dönüyor. Yüzünde kararsız bir alaycılık sezer gibi oldum. “Görüyorsun halimizi, deniz bu, üç gün öyleyse, iki gün de babaöfkesi.” diyor. “Hadi eyvallah,” deyip, çıkıyoruz.
in
Aşağıya iniyoruz. Mutfağın kapısı sıkı sıkı örtülü. Hiç kapanmazdı diğer zamanlar. Kapıyı tıklattı İkinci Reis. Açıldı. Aşçının elindeki bıçak, gözle görülmeyecek bir hızla, doğrama tahtasının üzerindeki soğanı diliyor. Ortalık toparlanmış. Tezgahların, fırının, ocağın üzerinde hiçbir şey yok. Tüm tabak, çatal, kaşık, tencere tava girmiş bir yerlere. Dolaplardan, çekmecelerden irili ufaklı çarpışan metal edavat sesleri geliyor. Selam verdik. Gözlerini önündeki işten ayırmadan aldı selamı. “Sabahki kurunun suyunu döküp, bir torbaya doldurdum. Yarına kısmetse artık. Salata malta bir şeyler yapıyorum. Biraz da zeytin peynir, ne varsa artık. Yesin millet. Bu havada bunu bulduklarına şükretsinler.” Bu sallantıda, beşik gibi sallanan teknede yemek pişmez tabi ki. Tencerede, kazanda sulu şey durur mu? “Kolay gele,” deyip, çıktık.
Genel kamaranın arkasındaki sac bir kapağı kaldırdı. Dik bir merdivenden aşağıya indik. Başlar eğik, biraz yürüdüğümüzde boyasız, paslı bir kapı çıktı önümüze. Kulpuna asıldı reis, incecik bir iniltiyle açıldı kapı. Burası, teknenin ortasında, altındaki küçük mağara, in. Depo olarak kullanılıyor. Bir yer bulup oturdum. Her yan toz, kir, pas. Ağır, soluması güç bir havası var. İkinci reis, merdivenin son basamağını çıkıp, kayboldu. Bölmelerin sac duvarları, yanlardan, alttan delice patlayan dalgaların gümbürtülerini çoğaltıyor. Oturduğum yerin birkaç karış altında denizin köpüklerle, burgaçlarla, karışıp durduğunu bilmek, o kaostan beni ayıran iki karışın varlığı ürkütücü bir duygu. Tekne alabora olsa, bu demir tabuttan çıkmanın mümkünü olasılığı yok.
korku
Yanlarda patlayan dalgaların gümbürtüleri yankılanıyor bölmelerin çelik duvarlarında. İçimdeki ne coşku, ne heyecan, düpedüz kara korku. Batma, suya gömülme, boğulma, ölüm korkusu. Kapıya bakıyorum. Her an kapının yanlarından, altından içeri su dolacak, basınçlı su menteşelerini esneterek, kapıyı menteşelerinden koparıp atacak, içerisi göz açıp kapayana kadar suyla dolacak gibi geliyor bana. Soğuk bir ter ensemden aşağılarda iniyor. Ne olursa olsun diyerek çıktım bu dar yerden.
Kamarama döndüm. Yatağa uzanmayı gözüm kesmedi. yere battaniyeyi serip, oturdum. Bir şeyler okusam? İçimdeki ses; Bu havada? Yer gök, ne yeri, deniz gök birbirine girmişken mi? diyor. Zaten bu, gözün baktığı hiçbir şeyin durduğu yerde durmadığı, sıyrılıp aktığı zamanda okumanın da olanağı olmazdı ki. Yapacak tek şey var, düşünmemeye çalışmak.
Böyle bir zamanda ne düşünür insanlar? Ranzanın demirine bir eliyle sımsıkı tutunmaya çalışıp, sağa sola yalpalarken, kamarada, tahta oturakların latalarına sıkıca yapışırken, uzakta, başka bir dünyadaki kafası üç numara tıraşlanmış, burnu sümüklü, dizleri kabuk kabuk yara evladının istediği oyuncak arabayı alamayışını mı? Yoksa, sarı, yanlara dökük, püskül saçlı kızına mavi tarak, kelebekli saç tokası alamayışını mı? Keşke karıya öyle bağırmayaydım, ne olurdu da anama daha sık gideydim, pedere bayram seyran dışı, bir kere de, yokken bir şey, durduk yerde sarılaydım. Ne bileyim, iki gelincik görüp yol kenarında, geçmese, baksaydım. Zeytin dallarının arasında gezinen sarasmanın bet, çirkin sesini dinleyeydim az daha mı derdi kendi kendine? O batmak, suya gömülmek, ağzının, boğazının, ciğerlerinin suyla dolması, soluk alamamak. Dilsiz bir korku değil de neydi? Unutkan insanların rüya gibi, bitince, uyanınca silinen kefareti.
Bu tür şeyler çabuk bitmiyor. Saatler sürdü. Kolay olmadı. Arada bir, dışarıdan yağmurla dalgaların serpintisinin çarptığı, içten buğulu camları silip, dışarı, karanlığa baktım. Çantamdan şişeyi çıkarıp dibinde kalan şarabı içtim. Biraz iyi geldi. Bir meyhane havası olsa da dinlesem, diye geçti içimden. “Kaderimse çekerim” Yoksa kamyonların arkalarındaki yüksek kanon dahili edebiyat mıydı? Evet. Öyleydi galiba. Sonra karanlığın içinden göz kırpan ışıkları gördüm. İyice sildim camı. Evet. İnce ince ışıklar görünüp kayboluyordu camın ardında. İçimin durulduğunu, bedenimin her zerresini esir eden korkunun, üzerine koca bir kova su boca edilmiş kora döndüğünü hissettim. Uzun zamandır, farkında olmadan, soluğumun bir parçasını koy vermeyip, içimde tuttuğumu, derin derin, ciğerlerimdeki tüm havayı boşaltarak soluk alırken anladım. Bedenim, benim bilmediğim bir şey mi biliyordu? Saçmalama. Sırası mı şimdi.
sığınak
Koya girdiğimizde dalgaların şiddetiyle birlikte sallantı da azaldı. Kurtardık paçayı. Ne anlardı? Düşünmesi bile sıkıntı verici.
Az sonra, iki yanındaki biri yeşil, diğeri kırmızı, yağmurun arasından kesik kesik göz kırpan fenerlerin arasından sığınağa girdik. Bir anda salınım, çalkantı, nesnenin dengesiz konumu, uğultular, gümbürtüler, patlamalar bitti. Bardaktaki suyu üzerine dökmeden içebilmenin ne anlama geldiğini bilmediğimi düşünüyorum bir anlığına. Masanın üzerinde duran bardağın kıpırtısız, durgun yüzeyine bakıp bakıp sevinilebileceğini, bunun, bu güne kadar fark etmediğim bir dengenin, insanın ayakları altında durağan, sağlam bir yerin varlığının göstergesi olduğunu da...
Kamaradan çıktım. Sığınak rengârenk, ışıklar içinde. Kıpırtısız suda yansıları. Altta, kamaralarda gürültü çoğaldı. Motorun hızı düştü. İskeleye manevra yapıp, aborda ederken, yükselen birkaç homurtu geldi makineden. Pervane, iskelenin yanlarına ince, emanet köpükler sıvadı. Kalın palamarlar atıldı, iskele babalarına geçti kementler. Tıka basa, irili ufaklı tekneyle dolu ortalık. Kim olmak ister ki bu havada denizin ortasında. Buraya “sığınak” demişler. Adı üzerinde.
Kamyon yanaştı gırgıra. Elden ele kasaların aktarımı başladı. Aşağıya indim. Bozuk havanın birkaç gün devam edeceği haberi gezindi ortalıkta. O an, artık tasımı tusumu toplayıp, yola düşmenin vaktinin geldiğini anladım. Gitmek gerekiyordu, gitmeden de vedalaşmak. İşin en can acıtan yanı. Öylece, ayakkabısının bacığını bağlar, elmanın kabuğunu soyar, filtresine gelip dayanmış bir sigarayı tutup atar gibi çekip gidemiyor insan. Yaşamak bir sanat, diye yazıyor pek çok kitapta. Bu yaşama sanatından, gitmeye, onu, öylece yaşanan, sıradan, sızısız bir olaya sokacak bir pay düşürüp düşürmediğimiz geliyor aklıma. Bir tamlama uyduruyorum oracıkta: “Çekip Gitme Sanatı.” Okkalı laf. Hepsi gibi içi kovuk, boş.
veda
Önce reis. Kamarasındaydı. Uzanmış boyu bosunca. Girince hafif doğruldu. Yastığı sırtına destekledi. Yüzüne baktım. Gördüğüm, büyük bir harpten, utkuyla çıkmış komutanın gururlu yüzü değil, tüm gün kazmasıyla bayırda kök sökmüş, kırlık tarla çapalamış rençperin, keskisi balyozuyla koca kayaları kırmış, un ufak etmiş taş ustasının, günün güneşin alnında, saatlerce düven sürüp, harman yeri dönelmiş köylünün yorgun yüzüydü. Hafif bir keyif esintisi dolaşıyordu üzerinde. “Hayırdır abi, nedir bu halin? Telaşlısın?” dedi. Birkaç gün havanın bozuk gideceği tahmin edildiğini söyledim. Ardından buralarda, limanda kalmak istemediğime, zaten epeydir onlara yük olduğuma benzer şeyler geveledim. Çıkıştı. “Yok ağa! O nasıl laf. Memnun olduk geldiğine, olur mu öyle şey. Ne zaman istersen, atla gel. Kapımız hep açık.” Samimiydi söylediklerinde. Sözlerinin dökülüşüne, tınısına işlemişti bu samimi ton. Sarıldık, öpüştük, veda aldık verdik. Alta, genel kamaraya indim.
Tek tek tayfalarla, çavuşla, aşçıyla, İsmail’le, Nihat’la, Cavit’le, Adem’le, Veli’yle, herkesle vedalaştım. Sarılışıp, izin aldığım her yüzde, fırtınadan, yaşanan arbededen izler aradım. Bir şey göremedim. Birkaç öteberimi toparladım. Sırt çantama tıkıştırdım. Birkaç kitap, hırka, kazak, askıdaki palto. Kamaranın kapısını çekerken son bir kez içerinin dağınıklığına baktım. Gayet doğal geldi bana. Olması gerektiğince... İskeleye çıktım. Çantadaki boş şarap şişesini çöp bidonuna attım. Kamyona binmeden önce, uzun uzun balıkçı teknesine baktım. İnsanlarda göremediğim o küçük kıyametin ondaki izlerini aradım. Dalgaların tonlarca suyu koca tokmaklar gibi her yanına çarptığı fırtınanın. Reisin, tayfanınkinden bambaşka, gizlenmiş, saklanmış, kendini ele vermeyen bir yorgunluktu ondaki. Boydan boya sacının zerreciklerine, atomlarına, saçları, metal plakaları birleştiren köşebentlere, u bağlantılarına, putrellere, perçinlere, paslı vidalara sinmiş, sesi çıkmayan bir yorgunluk.
köpeköldüren
Şoför mahalline çıktım. Kontak açıldı, marşa basıldı, motor çalıştı. Debriyaj, vites, tekerlekler döndü. Müzik, “Uzaklarda aramam, Çünkü sen içimdesin, Taht kurmuşsun kalbime, En güzel yerindesin. Her an seni yanımda, Ruhumda duyuyorum...”
Küçük sahil kasabasının ölgün lambalı sokaklarından hızla geçtik. Birkaç köpek havladı arkamızdan. “Bak bakalım, açık bir yer bulabilecek miyiz?” Çok çabuk olmuştu her şey. Sığınak, vedalaşma, toparlanma, şimdi de bu rüzgar gibi karanlığı yaran kamyon. Aydınlık tabelasında tanıdık harfler, renkler, soğutucusunda boy boy şişeler, kutukutular olan bir büfemsi yerin önünde durdu. İndim, irisinden bir şişe “köpeköldüren” (hoşuma gidiyor bu laf) kapıp çıkıtım şoför mahalline. Kenan gaza yüklenirken, ardımda yarım bir şeylerin, tadına, ayrıksılığına doyamadığım bir şeylerin kaldığını biliyordum. Ucundaki ince, aliminyumsu muhafazayı sıyırıp attım. Bakındım, kapının üzerinde bir tornavida. Mantarını içeri bastırıp, diktim şişeyi. Kenan’a uzattım, görmezlikten geldi, görmedi belki. Bir daha dikitim. Kucağıma oturttum dibini. Şişenin içindeki mantar sallanıyor oraya buraya. “Birazdan, emdikçe şarabı, bulursun kafayı,” dedim mantara. Oralı olmadı
Dağ aralarından, düz ovada kıvrımsız uzayan yollarda vites büyütüp, küçültürken, motorun devri yükselip düşerken, arka perdeli bölüme geçtim. Tavan lambasını açtım. Not defterimi çıkardım. ÇAVUŞ başlığının altlarında, Çavuş’un devrilen devrimcilerle ilgili bir şeyler anlattığı bölümü buldum. Soluk sarı ışığın altında okudum.
Çe’nin öyküsünde final
“Sonra ne oldu Çe Ahmet’in martıyla arası?
Can bu tabi ki. O kadar ilgi, çeşidiyle balık, lüferi, uskumrusu, çinakopu, karidesi, kalamarı yedikçe şişti semirdi, peşinden ayrılmaz oldu. Hatta kimisi akşam limanda Çe’yi kahvenin, meyhanenin kapısına kadar götürüp, yakınında bir taşa, duvara, çatı kenarına ilişip, eğribacak havada, çıkmasını beklediklerini diyenler dahi oldu ya, inanmadım. Tayfa takımıdır, yalan atarlar bolca. Sebepsiz.
Bir gün moladayız. Dalga tepeler gibi. Ayakta durulmuyor. Biz ağ döküyoruz. Döktüğümüz ağ pervane suyunun beyazlığında kaybolup gidiyor. Yanbacak da oralarda. Martıya o ismi verdik. Sekiyor kıç taraflarında. Bizimkinin yakınında. Nasıl oldu anlayamadık, biri bağırdı, Aman kollayın, Yanbacak takıldı ağlara. Baktım, akan ağların arasında, ayağı ağa takılmış garibim martı debeleniyor. Bağırdım, Reis dur! Vira! Vira! Vira! Ama bağırmak ne fayda. Ağ akıyor, durur mu koca ağ seli öyle ha deyince. martı da onunla beraber, gidiyor denize. Çe kenardaki puntellere yaslanmış, denizde uzak bir noktaya bakıyor. Benim bağırmamla aydı. Gördü martıyı, akan ağ selini. Attı cigarayı, atladı ağın üzerine. Ağ kayarken martının ayağını kurtarmaya çalışıyor, bir yandan da ağla birlikte sürükleniyor. Yukarıdan gördü reis durumu, bağırdı; Bırak be andaval. Ne yaparsın sen? Geberecan. Olmadı. Kurtulmuyor ayak bir türlü. Sürüklenirken ağla, ayağı sıkıştı kenar demirine. Yana savrulurken gövdesi, ayağı, bileğin üzerinden, kibrit çöpü gibi kırılıverdi. Acılı bağırtısı geldi Çe’nin. Kıvrıldı, bir top oldu. Yanbacak martı ağla birlikte gömüldü suya.
Ardından hastane, doktor. Kırık bacağı yan kaynamış diye duyduk. Kırıp tekrar almışlar alçıya.”
MehmetSürücü/Uzunhikaye