Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: İtalya, Köylüler, John Berger ve "Kozmonotlar Zamanı" üzerine.

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4254
Gece yarısı Tiber vadisine bakan tepenin üzerinde kurulmuş köyde oturmuş, loş ışıkta John Berger okuyorum;

"Yıllar önce uzaya giden ilk insan, Gagarin adlı Rus, dünyanın çevresinde dönerken, Paniel'de çeşitli yerlere dağılmış yirmi şalenin her biri her yaz sığırlar, kadınlar ve erkeklerle dolu olurdu. Öyle çok sığır vardı ki otlaklar ancak yetiyordu.Gece üçte kalkıp sütü sağar ve gün ışır ışımaz inekleri otlaklara çıkarırdınız. Saat onda güneş birazyükselmeye başlarken hayvanları içeri alır, bundan sonra peynirinizi yapardınız. Öğleden sonra biçtiğiniz otları ahıra götürürdünüz. Öğle yemeğinden sonra siesta yapılırdı. saat dörtte yeniden süt sağardınız ve ancak o zaman onları ikinci kez otlağa çıkarırdınız. Ağaçlar tek tek görünmez olup yalnızca ormanın seçilebildiği vakte kadar dışarıda sığırların başında dururdunuz. İnekleri ahıra getirirdiniz, samanların üzerine uzanmalarını beklerdiniz,. Ondan sonra gökyüzünü bir tül gibi kaplayan samanyolunun ve Gagarin'in dönen sputniğinin nerede olduğunu kestirmek için gökyüzüne bakardınız".


Herhalde edebiyat böyle bir şey; uzay ile zaman, samanyolu ile otlaklar, Gagarin ile sıradan bir köylü, sputnik ile gündelik yaşam arasında diyalektik bağ kurma işi...


Hastalıklar, Esay'ın annesinin ölümü, Mahkemelerin çalkantılı dönemlerinin işe yansıması, koşar adım büyüyen çocukların derdi tasası üstümüze çökmüş, artık işi gücü bırakıp gitmekten başka bir şey düşünmezken, "hadi kalk kadın, İtalya'ya gidelim" dedim. Kesinlikle üstümde röptdöşambır  yoktu, dirseğim şöminede değildi ve viski içmiyordum.

Koskoca İtalya'da bula bula Montecchio( Montekio) adında bir köy bulduk. Tiber nehrine ve vadisine bakan, İtalya'nın Umbria bölgesinde, neredeyse hiç yabancı turist gelmeyen bir köydür burası. Şifa olsun diye arasanız İngilizce bilen birini bulmanız pek güçtür. Hayli eski bir köy. Evin oğlu Mario’nun arkadaşı "Xavier"in anlattığına göre, Umbria bölgesi kendilerine komşu Toscana bölgesinden farklı olarak hemen her köyün derebeylik olduğu, yerleşimlerin tamamının tepelere kurulduğu, evlerin duvarlarının tepe yamaçlarından aşağıya doğru kale duvarı gibi örüldüğü, zeytinleri ve gerçekten de çok güzel bir yeşilin hakim olduğu bir özerk bölge. Dışardan gelen kötü insanlar yüzünden köyler hep bir nevi kale olarak kurulmuş.

Umbria İtalya'nın denize kıyısı olmayan tek özerk bölgesi. Lazio, Toscana ve Marche bölgeleriyle çevrili. Perigua (Peruca) başşehri. Sahiden büyüleyici, sıcacık, kendisine çeken, "gitme bir yere, burada kal, mutlu olacaksın" diyen bir kent Peruca. 160,000 kişilik, Tarsus'tan küçük bu şehrin nasıl bu kadar etkileyici, evet ben burada mutlu olurum dedirtebildiği üzerine uzun uzun düşünmek gerek.

Asissi, Frensiskan kilisesinin merkezi. Her tarafı din. Yoksulluğu övme, yoksul yaşama üzerine kurulmuş bu mezhebin romantizmi hoşuma gitse de, ideolojisi çok akıllıca gelmediği gibi  pek güzel pek hareketli 30.000 nüfuslu bu kentte aradığım hiç bir şeyi bulamadım. Buradan çıkıp gezdiğim Narni, Olivetta, Baschi, Todi... hayır... evet... bilmiyorum. Toskana bölgesinde Siena... hayır. Ne o, Sultanahmet meydanı gibi seyyar boncukçular?  Akdenizli işte. İlla bir yerinden sulanacak.

Ama köy? Köy öyle değil. Hiç birine benzemiyor. Berger ile iyice farklı.

Kaldığımız ev, köyün 1,2 km dışında, Raffella'nın dediğine göre  büyük babasının büyük babası bu evde doğmuş. Bir tepenin üstünde kurulu evde, sabah uyandığınızda, ama gerçekten sabah uyanıyorsanız, gün ışıdıktan hemen sonra yani, yani doğayla birlikte hareket ediyorsanız, Tiber vadisinin üzerine çökmüş sis bulutlarının yeşille kurduğu hasbıhale tanıklık edersiniz.  Siz, bahçede sabahın altısında kahvenizi içerken, yaşıyor mu yoksa hayaleti mi dolaşıyor dediğiniz çok eski zamanlardan beri buralarda olduğu izlenimi veren evin babası şöminede akşamdan kalmış külleri kovaya süpürür. Son kalan gücüyle kovayı bahçe kapısının önüne bırakır bırakmaz mutfağın önündeki bölümde konulmuş yeşil, eski rüstik koltuğuna oturur. Sigarasını yakar. Koltuk, bu bölmeden bahçeye çıkan kapının önündeki basamağın yanındadır. Kül tablası basamakta durur.  Sanal baba kafasını, hep aynı yere, koltuğun sağına doğru koyuyor anlaşılan son yüzyıldır ki, tam orası kararmış, simsiyah olmuş. Evin annesi Nunsiya, onunla yaptığım uzun sohbetlerin sonunda ikinci sabah, o koltukta oturup sabah sigaramı ve kahvemi içmeme izin verdi. Evin içinde sigara içilebilen hiçbir yer yok başka. Arada Nunsiya’nın mutfakta sigarasını içtiğini görüyordum. Sabah kahvaltısını bize hazırladıktan sonra eline çapasını, budama makasını alan kadın, hemen önümüzdeki zeytinliğe gidiyor, çiftliğin gündelik işlerini yapıyor. Akşam ev-otele döndüğümüzde soframızda birbirinden lezzetli yemekleri görüyoruz.

İşte Raffella’nın ev-otele çevirdiği, sanal babanın yalnızca şömineyi temizlemekle görevli olduğu bu yerde, hemen hemen bütün işleri yapan Nunsiya, oğlu Mario için hayli üzgün. Hiç İngilizce bilmeyen, hoş bilse ne olacak, ben kaç kelime biliyorum ki, Nunsiya ile yaptığımız sohbetlerden bunu anladım. Benimle her nasılsa her gece bıkmadan usanmadan konuşan, oturup birlikte şarap içtiğimiz, memleket meselelerinden konuştuğumuz Mario, kent ile köy arasında kalmış, bir ara ulusal şöhreti yakalamış, gel gör ki, yine de gelip, işte bu dağ başındaki köye tıkılıp kalmış 34 yaşında, hemen bütüm arkadaşları ayaktakımından bir genç adam. Sabahın erken saatlerinden şarap ile başlayan günü, arada annesinden kaçamak birkaç kadeh grappa ile devam ediyor ve nihayeten yine şarap ile bitiyor.

Bütün bunlar arasında, ben de bula bula, İtalya’ya yanımda John Berger’in ünlü “Onların Emeklerine” üçlemesinden “Bir zamanlar Europa’da” adlı kitabını getirmişim. Köylülüğün Avrupa’da ölmeye yüz tuttuğu, kent yaşamının yavaş yavaş köylüleri ele geçirmeye başladığında, sıradan köylülerin dünyalarını anlatan muazzam eseri. Tanrı’nın bilmeden bana yardım ettiği zaman denk gelmişim.

Yapabilirsem, John Berger’in bu kitabı ile İtalyan köylüleri/köyleri/kentleri arasında geçirdiğim edindiğim izlenimleri, anlatacağım size.

Bu kez bitireceğim.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 25 Nisan 2017, 16:09:03 Gönderen: Bülent Büyükdağ »
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Yine "tadından yenmez" bir yazı döktürmüşsün.

Devamını bekliyoruz.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 248
  • Arayanlar bulamaz , bulanlar arayanlardır
Allaam ben nerdeyim yaa
  • IP logged
I need your clothes your boots and your motocycle

  • *
  • İleti: 25
Ne güzel  :)
  • IP logged

  • *
  • İleti: 629
Berger de kaçmış, kurtuluşu Fransız dağ köylerinde bulmuştu.
Köy yaşamına da tamamen adapte olmuş, tarım ve hayvancılık yapmıştı diye biliyorum.
Umbria yaşanabilecek bi yerse ben de varım ; zeytincilik yapmak , kuşkonmaz ekmek istiyorum.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1631
Afiş şehirlere gitmek yerine asıl gidilmesi gereken yere gitmişsiniz ve bizi de götürmüş kadar oldunuz. Kaleminize sağlık. Devamını bekliyoruz :)


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
  • IP logged

  • *
  • İleti: 492
Eline sağlık çok güzel.
  • IP logged
Saygı, Sevgi ve Selametle. Netsel Marina - Marmaris Dimple Y/Y

  • *
  • İleti: 219
Yine derin yazmışsın.
Sihirli cümlen olarak şunu seçtim izninle; büyükbabasının büyükbabası bu evde doğmuş...Köy yada kent kökenli farketmez , bizde böyle birşey var mı?
Devamı olmalı .....
  • IP logged

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı

Yapabilirsem, John Berger’in bu kitabı ile İtalyan köylüleri/köyleri/kentleri arasında geçirdiğim edindiğim izlenimleri, anlatacağım size.

Bu kez bitireceğim.

Son cümle ilgimi çekti. :)

Eline sağlık.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

  • *
  • İleti: 2553
Ne güzel yazmışsın,devamını bekliyorum Bülent reis.
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4254
MARİO
[/b]

                                                        Bazı hikayelerin basit ahlaki gösterilere dönüşmesini önlemek ne kadar da güç.
                                                        Sanki hiç tereddüt anları olmamış, sanki en keskin bıçağın etrafına bile hayat
                                                        örtüsünü örtmemiş gibi.
                                                                                 J.Berger. Bir Zamanlar EUROPA'da


İlk gün daha.  İl Casale Di Mario’daki ilk gün. Nunsiya’nın önümüze sunduğu makarna, ardından gelen şahane tavşanı yedikten  sonra bahçeye çıktım. Zeytinliğin hemen önünde 700-800 metrekare kadar çimlendirilmiş bahçedeki şezlonglardan birine  oturup, cigaramı içiyorum.  Gece gökyüzü pırıl pırıl.  Soğuk. Hafif esinti içimi iyice ürpertiyor. Yine de bu güzel gökyüzünü bırakıp içeriye geçmeye niyetim yok. 

Mister diye bağırıyor biri. Köylüler neden hep yüksek sesle konuşur?  Seslenen Mario. Selamlaşıyoruz. Elinde şarap kadehi. Yanıma oturuyor. Adını söylüyor. Adımı söylüyorum. Anlamıyor. Hayli bir denemeden sonra başarıyor adımı söylemeyi. En azından bu akşamlık. 30 kelimelik İngilizcesiyle bana işte şurası Lazio bölgesi, şurası Peruca, şurası Toskana, biz ortadayız, Umbria. Zeytin. Çiftçi. Savaş. Roma şurada. Tiber ta Roma’ya kadar gider. Bu her tarif arasında neredeyse bir kadeh şarabı bitiriyor. Grappa diyor, çok sert İtalyan içkisi, Getir diyorum, getiriyor. İçiyorum. Bu içki üzerine şakalaşıyoruz. Kıbrıs’ın Zıvanya’sı ile bizim Samandağ’ın Boğması arasında, çok kişilik atfedilemeyecek bir içki.-Şimdi bunları yazarken grappa içiyorum-

Birkaç saat sohbet ediyoruz. İyice üşüdüm. İçeri geçeceğim diyorum. Esay ve birlikte olduğumuz iki arkadaşımız “ Adam İngilizce bilmiyor, sen de bilmiyorsun, İtalyancan hiç yok, O tek kelime Türkçe bilmiyor, amma çok güldünüz, neye güldünüz” diye soruyorlar. “Hiç anlaşamamıza” diyorum. “Hem ben tecrübeliyim, 3 yıl önce de Halki’de Yunan bir kaptanla, Yannis’le 1974  savaşını bile konuşmuştuk. O Türkçe ben Yunanca bilmiyordum. Her ikimizin İngilizcesini toplasan bağlaçlar dahil 100 kelime yoktu. İstedin mi oluyor.” Esay doğruluyor, anlamadım nasıl yaptılar, diyor, 5 saat oturup, kahve dahil her şeyden konuşmuşlardı.

Mario, ailenin yüz karası. Hiçbir işe yaramıyor. Hiçbir şey yapmıyor. Yalnızca içiyor. Bizlerle bıktırana kadar şakalaşıyor. Annesinden fırça yiyor. Nunsiya, Grappa’yı yasaklamış. Yalnızca şarap içmesi serbest. Ona rakı ikram etmiştim. İki kadeh rakıyı bir yudumda içmiş, ertesi sabah yanıma gelip, o içki demişti, çok sert. Sonra parmaklarını birleştirerek iki elini Hacivat gibi alnına koydu, ikiye ayırdı… beynim ikiye bölündü dedi. Nunsiya da gelip bana İtalyanca bir şeyler söyledi. Anladım. Oğluma içki verme! Bu nedenle olacak,  Grappa içmek istediğimde, anne, hiç üşenmeden bahçeye çıkıyor, demir kapılı ambarın kapısını açıyor, gelip bana bir likör bardağında dolduruyor, gerisin geri gidip ambara koyuyor, kapısını kilitliyordu. Bir akşam, koca bir şişeyi 4 kişi içerken de aynısını yaptı. Şişeyi bırak desek de, hiç umursamadı, götürüp ambara kilitlemeye devam etti.

İkinci akşam, yemeklerimizi yerken, Mario muazzam bir enerjiyle yanıma geldi, “Mister” dedi. Eliyle beklememi söyledi. Sonra dışarıya seslendi. Otuz otuzbeş yaşlarında dört kişi girdi içeri heyecanla. Bu dedi, Xavier, bu Rudolfo, benim en yakın arkadaşım, bu Antonyo, sonra ötekinin adını söyledi. Beni de “Türk, dedi, My Brother” diye tanıştırdı… El sıkıştık. Heyecanla hemen yan taraftaki bölmeye geçtiler. Masanın üzerindeki süsleri kaldırdılar, hızla masaya örtü serdiler,  bir yandan tabak bardak koymaya başladılar ki, mutfaktan bir ses geldi: Mario!

Nunsiya’nın sesinin işitilmesiyle, Mario mutfağa yöneldi. Diğerleri öyle bir hızla sağda solda duran sandalyelere oturdular ki, şaşarsınız. Hiç biri masaya oturmadı. İkisi ayaklarını birbirine birleştirip, ellerini bacaklarının arasına soktu. Hepsinin kafası öne eğik. Yalnızca içerden Nunsiya’nın sesini duyuyoruz. Orta yaşa gelmiş koca koca adamlar, 10 yaşındaki çocukların mahcubiyetiyle orada öylece duruyorlar. Bir süre sonra Mario geldi. Bir şeyler söyledi. Masa örtüsü yerinden kalktı, tabaklar dolaplara yerleştirildi, süsler yerine kondu. Her biri ayrı ayrı bizden özür dileyip gittiler. Gülmekle şaşkınlık arasında kaldık.

Nunsiya geldi, bana baktı. “Mario” dedi iç çekerek. Yanıma yaklaştı, yemeği beğendin mi dedi. Portakalla terbiye edilmiş güvercin. Çok güzel dedim. Dışarı çıktı. Demir kapı açıldı, kapandı. Bir kadeh grappayı önüme kondu. Yine de şişeyi götürdü.

Ertesi sabah Tanrı yine boş bulunup bana bir iyilik daha yaptı. Türkiye’den gelen telefon, o gün yetiştirilmesi gereken dilekçeyi muştuladı.Tatilde insan iş yapacak diye sevinir mi? Sevindim. Böylece gezemeyecek, ev-otelde kalacağım. Mecburen. Şahane!

Sanıyorum, 1979’da ilk çıkan bilgisayarlardan biri var. Refalla onu getirip veriyor. Bahçedeki masaya kuruluyorum. İnternet bir cigara içimi süresinde bir sayfadan diğer sayfaya girecek kadar hızlı. Mario arada gelip sataşıyor. Çalışmam gerektiğini söylüyorum. Konuşmalıyız diyor pek bir heyecanla. Tamam diyorum, “Later”. “Ok Mister” .  Yarım saat sonra bir daha  geliyor, “Mister?”. “Sonra annem sonra!”, nasıl denir İngilizce de bilmiyorum. Geriliyorum, ofluyorum, özür diliyor. Anne bahçeye çıkıyor. Mario yan bahçeye gidiyor.

Nunsiya peynir tabağı yapmış. Getiriyor. Tamamı kendi peynirleri. Muazzam. Çalışmam bitince, bu peynire yakışanı yapıyorum, zuladan rakımı çıkarıyorum, bir kadeh hazırlıyorum. Yan bahçede oturan  Mario’nun yanına gidiyorum. Xavier ile birlikte oturyorlar. Rakı?  Hayır diyor, eliyle işaret ederek Nunsiya, diyor, Gülüyorum. “Yes Mario, say! I’m listening now” diyorum. İşte bütün muhabbet bu düzey bir dille.

Big Brother diyor, bir şeyler diyor, anlamıyorum. Cep telefonumu gösterip, internet diyor, Google diyor. Çok heyecanlı, Xavier o da öyle, ikisi birden Mario Fer-retti, deyip duruyorlar, yavaş ol Mario, kocaman adam çocuk gibi, böyle mi yazacağım, ok, ok, search, ok,  önüme bir sürü fotoğraf, bir sürü yazı çıkıyor. Bak diyor, bu benim. Israrla yineliyor; This is me!
Sayfalarca yazı, resim video gösteriyor.  Meğer Mario, Big Brother yarışmasının 2008 yılı İtalya finalistiymiş. Gülümsüyorum. Sandalyesine kuruluyor, “Nazdrovya!”, “Serefe” “çin çin” “salut” ne biliyorsa sıralıyor.

Bütün  İtalya’da daha 25-26 yaşındayken tanınmış, magazin haberlerine çıkmış, çok güzel kadınlarla birlikte olmuş, köyünün festivallerinde neredeyse omuzlara alınmış, kalbinin temizliği, aptallığı, saflığı her halinden belli bu genç adam, belki de onu kazandığı parayla restore edilmiş bu evde, şimdi geçmişte kalmış günlerin coşkusuyla yaşamaya çalışıyor. Tam da Berger’in söz ettiği gibi, modern çağın popülerizm mikrobu, bu tertemiz, daha 1830 yılından nüfus kayıtları harfiyen duran bu köye gelmiş bulaşmış. Refalla nasıl buna karşı direniyorsa, Nunsiya da oğluna bulaşmış bu mikrobu eski yöntemlerle kazımaya çalışıyor. Mario kendi yaşama tutkusunu, heyecanını, coşkusunu, gizliden grappa içerek, arkadaşlarını ev-otelde parti vermeye çalışarak, binlerce kilometre öteden gelen bir Türk’e kendini anlatarak, bilmediği dillerde sohbet ederek yaşamaya çalışıyor.

Bir süre daha sohbet ediyorum. Hava kararmaya başlıyor. İzin isteyip ayrılıyorum. Kitabımı elime alıyorum. Dedim ya, Tanrı bana bu seyahatte hep gülümsedi;  John Berger’den şu satırları okuyorum;

"Bazen tek bir cümleyi yalanlamak için bütün bir hayat hikayesini anlatmak gerekir.
Bir köylü, hayvanlarına bakmayan Boris'in ölüm haberini , " Hayvanlarına yaptığı şey sonunda ona da oldu; hayvanlarından biri gibi öldü" diyerek verir,Berger'e. Berger, bir uzun öykü boyunca bunu yalanlamaya girişir. Pek cimri Boris'in köye gelen dolandırıcı bir kadına aşık oluşunu, onun için her şeyini adayışını uzun uzun anlatır. Nihayetinde Boris’in hayvanlar gibi öldüğünü yalanlar "Adı unutulmuştu, ama tutkusu onunla ilgili başka her şeyi saklıyordu".

Sahiden, koyun tutkudan ne anlar? İnsanlarla hayvanlar arasındaki en belirgin fark insanların tutkulu olabilmeleri değil midir? Kimi din önderleri ve ahlak filozofları, tutkuları pek bir aşağılarlar. Neden ki?

Mario ayyaşın teki değildi.

  • IP logged
« Son Düzenleme: 27 Nisan 2017, 02:19:59 Gönderen: Bülent Büyükdağ »
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • İleti: 18
Bu meziyet doğuştan, yada yaşam boyu edindiğin birikimlerden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama çok güzel yazıyorsun.
Kalemine sağlık.
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4254
  • IP logged
« Son Düzenleme: 27 Nisan 2017, 16:30:49 Gönderen: Bülent Büyükdağ »
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • İleti: 629
Galiba bir hukukçu kaybedecek ülke ; iyi bir yazar kazanacak...
Ikincisinden çok az var elimizde
  • IP logged

  • *
  • İleti: 3573
Redaktör geri döndü..
  • IP logged

 
Yukarı git