MARİO
[/b]
Bazı hikayelerin basit ahlaki gösterilere dönüşmesini önlemek ne kadar da güç.
Sanki hiç tereddüt anları olmamış, sanki en keskin bıçağın etrafına bile hayat
örtüsünü örtmemiş gibi.
J.Berger. Bir Zamanlar EUROPA'da
İlk gün daha. İl Casale Di Mario’daki ilk gün. Nunsiya’nın önümüze sunduğu makarna, ardından gelen şahane tavşanı yedikten sonra bahçeye çıktım. Zeytinliğin hemen önünde 700-800 metrekare kadar çimlendirilmiş bahçedeki şezlonglardan birine oturup, cigaramı içiyorum. Gece gökyüzü pırıl pırıl. Soğuk. Hafif esinti içimi iyice ürpertiyor. Yine de bu güzel gökyüzünü bırakıp içeriye geçmeye niyetim yok.
Mister diye bağırıyor biri. Köylüler neden hep yüksek sesle konuşur? Seslenen Mario. Selamlaşıyoruz. Elinde şarap kadehi. Yanıma oturuyor. Adını söylüyor. Adımı söylüyorum. Anlamıyor. Hayli bir denemeden sonra başarıyor adımı söylemeyi. En azından bu akşamlık. 30 kelimelik İngilizcesiyle bana işte şurası Lazio bölgesi, şurası Peruca, şurası Toskana, biz ortadayız, Umbria. Zeytin. Çiftçi. Savaş. Roma şurada. Tiber ta Roma’ya kadar gider. Bu her tarif arasında neredeyse bir kadeh şarabı bitiriyor. Grappa diyor, çok sert İtalyan içkisi, Getir diyorum, getiriyor. İçiyorum. Bu içki üzerine şakalaşıyoruz. Kıbrıs’ın Zıvanya’sı ile bizim Samandağ’ın Boğması arasında, çok kişilik atfedilemeyecek bir içki.-Şimdi bunları yazarken grappa içiyorum-
Birkaç saat sohbet ediyoruz. İyice üşüdüm. İçeri geçeceğim diyorum. Esay ve birlikte olduğumuz iki arkadaşımız “ Adam İngilizce bilmiyor, sen de bilmiyorsun, İtalyancan hiç yok, O tek kelime Türkçe bilmiyor, amma çok güldünüz, neye güldünüz” diye soruyorlar. “Hiç anlaşamamıza” diyorum. “Hem ben tecrübeliyim, 3 yıl önce de Halki’de Yunan bir kaptanla, Yannis’le 1974 savaşını bile konuşmuştuk. O Türkçe ben Yunanca bilmiyordum. Her ikimizin İngilizcesini toplasan bağlaçlar dahil 100 kelime yoktu. İstedin mi oluyor.” Esay doğruluyor, anlamadım nasıl yaptılar, diyor, 5 saat oturup, kahve dahil her şeyden konuşmuşlardı.
Mario, ailenin yüz karası. Hiçbir işe yaramıyor. Hiçbir şey yapmıyor. Yalnızca içiyor. Bizlerle bıktırana kadar şakalaşıyor. Annesinden fırça yiyor. Nunsiya, Grappa’yı yasaklamış. Yalnızca şarap içmesi serbest. Ona rakı ikram etmiştim. İki kadeh rakıyı bir yudumda içmiş, ertesi sabah yanıma gelip, o içki demişti, çok sert. Sonra parmaklarını birleştirerek iki elini Hacivat gibi alnına koydu, ikiye ayırdı… beynim ikiye bölündü dedi. Nunsiya da gelip bana İtalyanca bir şeyler söyledi. Anladım. Oğluma içki verme! Bu nedenle olacak, Grappa içmek istediğimde, anne, hiç üşenmeden bahçeye çıkıyor, demir kapılı ambarın kapısını açıyor, gelip bana bir likör bardağında dolduruyor, gerisin geri gidip ambara koyuyor, kapısını kilitliyordu. Bir akşam, koca bir şişeyi 4 kişi içerken de aynısını yaptı. Şişeyi bırak desek de, hiç umursamadı, götürüp ambara kilitlemeye devam etti.
İkinci akşam, yemeklerimizi yerken, Mario muazzam bir enerjiyle yanıma geldi, “Mister” dedi. Eliyle beklememi söyledi. Sonra dışarıya seslendi. Otuz otuzbeş yaşlarında dört kişi girdi içeri heyecanla. Bu dedi, Xavier, bu Rudolfo, benim en yakın arkadaşım, bu Antonyo, sonra ötekinin adını söyledi. Beni de “Türk, dedi, My Brother” diye tanıştırdı… El sıkıştık. Heyecanla hemen yan taraftaki bölmeye geçtiler. Masanın üzerindeki süsleri kaldırdılar, hızla masaya örtü serdiler, bir yandan tabak bardak koymaya başladılar ki, mutfaktan bir ses geldi: Mario!
Nunsiya’nın sesinin işitilmesiyle, Mario mutfağa yöneldi. Diğerleri öyle bir hızla sağda solda duran sandalyelere oturdular ki, şaşarsınız. Hiç biri masaya oturmadı. İkisi ayaklarını birbirine birleştirip, ellerini bacaklarının arasına soktu. Hepsinin kafası öne eğik. Yalnızca içerden Nunsiya’nın sesini duyuyoruz. Orta yaşa gelmiş koca koca adamlar, 10 yaşındaki çocukların mahcubiyetiyle orada öylece duruyorlar. Bir süre sonra Mario geldi. Bir şeyler söyledi. Masa örtüsü yerinden kalktı, tabaklar dolaplara yerleştirildi, süsler yerine kondu. Her biri ayrı ayrı bizden özür dileyip gittiler. Gülmekle şaşkınlık arasında kaldık.
Nunsiya geldi, bana baktı. “Mario” dedi iç çekerek. Yanıma yaklaştı, yemeği beğendin mi dedi. Portakalla terbiye edilmiş güvercin. Çok güzel dedim. Dışarı çıktı. Demir kapı açıldı, kapandı. Bir kadeh grappayı önüme kondu. Yine de şişeyi götürdü.
Ertesi sabah Tanrı yine boş bulunup bana bir iyilik daha yaptı. Türkiye’den gelen telefon, o gün yetiştirilmesi gereken dilekçeyi muştuladı.Tatilde insan iş yapacak diye sevinir mi? Sevindim. Böylece gezemeyecek, ev-otelde kalacağım. Mecburen. Şahane!
Sanıyorum, 1979’da ilk çıkan bilgisayarlardan biri var. Refalla onu getirip veriyor. Bahçedeki masaya kuruluyorum. İnternet bir cigara içimi süresinde bir sayfadan diğer sayfaya girecek kadar hızlı. Mario arada gelip sataşıyor. Çalışmam gerektiğini söylüyorum. Konuşmalıyız diyor pek bir heyecanla. Tamam diyorum, “Later”. “Ok Mister” . Yarım saat sonra bir daha geliyor, “Mister?”. “Sonra annem sonra!”, nasıl denir İngilizce de bilmiyorum. Geriliyorum, ofluyorum, özür diliyor. Anne bahçeye çıkıyor. Mario yan bahçeye gidiyor.
Nunsiya peynir tabağı yapmış. Getiriyor. Tamamı kendi peynirleri. Muazzam. Çalışmam bitince, bu peynire yakışanı yapıyorum, zuladan rakımı çıkarıyorum, bir kadeh hazırlıyorum. Yan bahçede oturan Mario’nun yanına gidiyorum. Xavier ile birlikte oturyorlar. Rakı? Hayır diyor, eliyle işaret ederek Nunsiya, diyor, Gülüyorum. “Yes Mario, say! I’m listening now” diyorum. İşte bütün muhabbet bu düzey bir dille.
Big Brother diyor, bir şeyler diyor, anlamıyorum. Cep telefonumu gösterip, internet diyor, Google diyor. Çok heyecanlı, Xavier o da öyle, ikisi birden Mario Fer-retti, deyip duruyorlar, yavaş ol Mario, kocaman adam çocuk gibi, böyle mi yazacağım, ok, ok, search, ok, önüme bir sürü fotoğraf, bir sürü yazı çıkıyor. Bak diyor, bu benim. Israrla yineliyor; This is me!
Sayfalarca yazı, resim video gösteriyor. Meğer Mario, Big Brother yarışmasının 2008 yılı İtalya finalistiymiş. Gülümsüyorum. Sandalyesine kuruluyor, “Nazdrovya!”, “Serefe” “çin çin” “salut” ne biliyorsa sıralıyor.
Bütün İtalya’da daha 25-26 yaşındayken tanınmış, magazin haberlerine çıkmış, çok güzel kadınlarla birlikte olmuş, köyünün festivallerinde neredeyse omuzlara alınmış, kalbinin temizliği, aptallığı, saflığı her halinden belli bu genç adam, belki de onu kazandığı parayla restore edilmiş bu evde, şimdi geçmişte kalmış günlerin coşkusuyla yaşamaya çalışıyor. Tam da Berger’in söz ettiği gibi, modern çağın popülerizm mikrobu, bu tertemiz, daha 1830 yılından nüfus kayıtları harfiyen duran bu köye gelmiş bulaşmış. Refalla nasıl buna karşı direniyorsa, Nunsiya da oğluna bulaşmış bu mikrobu eski yöntemlerle kazımaya çalışıyor. Mario kendi yaşama tutkusunu, heyecanını, coşkusunu, gizliden grappa içerek, arkadaşlarını ev-otelde parti vermeye çalışarak, binlerce kilometre öteden gelen bir Türk’e kendini anlatarak, bilmediği dillerde sohbet ederek yaşamaya çalışıyor.
Bir süre daha sohbet ediyorum. Hava kararmaya başlıyor. İzin isteyip ayrılıyorum. Kitabımı elime alıyorum. Dedim ya, Tanrı bana bu seyahatte hep gülümsedi; John Berger’den şu satırları okuyorum;
"Bazen tek bir cümleyi yalanlamak için bütün bir hayat hikayesini anlatmak gerekir.
Bir köylü, hayvanlarına bakmayan Boris'in ölüm haberini ,
" Hayvanlarına yaptığı şey sonunda ona da oldu; hayvanlarından biri gibi öldü" diyerek verir,Berger'e. Berger, bir uzun öykü boyunca bunu yalanlamaya girişir. Pek cimri Boris'in köye gelen dolandırıcı bir kadına aşık oluşunu, onun için her şeyini adayışını uzun uzun anlatır. Nihayetinde Boris’in hayvanlar gibi öldüğünü yalanlar
"Adı unutulmuştu, ama tutkusu onunla ilgili başka her şeyi saklıyordu". Sahiden, koyun tutkudan ne anlar? İnsanlarla hayvanlar arasındaki en belirgin fark insanların tutkulu olabilmeleri değil midir? Kimi din önderleri ve ahlak filozofları, tutkuları pek bir aşağılarlar. Neden ki?
Mario ayyaşın teki değildi.