Bir Zamanlar EUROPA’da
[/b].[/b]
Bir zamanlar iki ayı bir kayanın altında uyuyorlarmış.(…)
Mişka! Diye hırlamış.
Muşanka! Diye hırlamış öbürü de.
Konuşabiliyoruz. Bir şey söyle. Bir kelime söyle.
Bal, diye homurdanmış.
Kar, demiş dişisi.
İlkbahar, demiş.
Ölüm, demiş dişisi.
Niye ölüm? Diye sormuş Mişka.
Konuşur konuşmaz ölümü tanırız.
(J. Berger, Bir Zamanlar EUROPA’da)
Pazar. Son gezme günü. Pek çok şehir, kasaba, köy gezdikten sonra, her sabah erkenden kalkıp köye doğru uzun bir yürüyüş yapan Esay’ın rehberliği ile kaldığımız o güzeller güzeli köyü, Montecchio(Montekio) ‘yu geziyoruz.
Dar, bol çiçekli, yemek kokulu sokaklardan geçiyoruz. Sokaklar bomboş. Birkaç kişi güneşleniyor, kapı önü sohbeti yapıyor. Köyün kütüphanesini, tiyatro salonunu ardımızda bırakarak, meydana ulaşıyoruz. Meydanın hemen girişinde, kocaman bir panoda, 2017 yılı piyes programı asılı. Bu yıl için 7 oyun öngörmüşler. Yanındaki afiş konser programı, hemen üstünde dinsel etkinliklerin listesi. Hani hep anlatılan işte şu kadar yıl Avrupa’da din ile bilim kavga etti de şöyle oldu da böyle oldu da uzlaştılar önünde sonunda denir ya, hah! İşte o tarih bu panoda. Ucunda ölüm yokmuş.
Bunu konuştuk Esay’la. Biliyor musun dedi, kaç şehir, kasaba, köy gezdik, hiç mezarlık görmedik. Her sabah bu köye yürüdüm, o kadar da dolaştım, göremedim dedi. Hadi dedim, arayalım.
Pek de uzun sayılmayacak bir yürüyüşten sonra, yüksek duvarlarla çevrili bir alan görüyoruz. Demir parmaklı kapının ardında, mermerden yapılı kulübeler. Kapıyı açıp giriyoruz.
Mezarlığın ilk girişinde, hemen sağda, mermerden yapılmış cam kapılı lahitvari kulübenin üstünde kocaman Feretti yazısı. Birkaç kabartma. Birkaç fotoğraf. Nunsiya, Rafella, Mario’nun atalarının yattığı yer. İtalya’ya geliyorum, bir ev-otel’de kalıyorum, insanları tanıyorum, aile mezarlarını da ziyaret ediyorum, insanları sevmeye bayılıyorum.
Birkaç aile, bu kulübelerin kimilerini temizliyor, tozunu alıyor. Doğrudan toprağa bağlı iki mezar var. Gerisi küçük kulübelerden oluşmuş, raf raf dizilmiş mezarlar. Mezarlık değil, cennet bahçesi. İnsanın bir an önce ölesi geliyor. Bu kadar küçük bir köyde, neden bu kadar yüksek duvarlarla örülmüş peki? Sanki yaşamla ölüm arasına kalın bir çizgi çizmek istemiş gibiler.
Mezarlığı ziyaret edenleri rahatsız ettiğimiz hissine kapılıp, çok kalmıyor, çıkıyoruz. Dar bir sokaktan köy meydanına iniyoruz.
Bütün köy, meydanda. İki tane bar var. Biri küçücük. Diğeri büyükçe ve hemen herkes orada. Yaşlı amcalar, teyzeler, gençler. Gençler bira içip eğleniyorlar, amcalar hoşkin filan oynuyor, teyzeler- ki yaşları var bir 300-500- bir köşede laflıyorlar. Kimse telefonuna bakmıyor.
Yer bulamıyoruz, küçük bara geçiyoruz.
Bir bira söylüyorum. Esay kahve içiyor. Karşıdan Rafella geliyor. Yanına iki güzel çocuğu. Bir kız, bir oğlan. Demiştim, eşi öldü mü, yoksa ayrıldılar mı bilmiyorum. Ama bu köyde, insanlar var olan düzenlerini hiç bozmazlar sanki. Sanki bu köyde yalnızca ölüm bir şeylerin yerine bir başka şeyi koyar. O nedenle ölmüş olmalı kocası. Az önce gördüğümüz mezarda mıdır?
Çocuklar etrafımızda yaramazlık yapıyor. Onları kıskanıyorum. Dönüp dolaşıp Kamil abin dediği yere geliyorum, “büyük babasının büyük babası bu evde doğmuş olması”…. Kendi ailem aklıma geliyor, Beyrut’un oralarda bir köyden bir yüzyıl önce başlayan göçleri Lazkiye, Antakya, Adana, İstanbul, Hamburg’a uzanıyor. Daha babasının dedesi gömülecek yeri ancak bulabilmişken, kim bilir kızım bu çizgide nerede kök salacak? Aklıma, İtalya’nın bu dağ başındaki huzur dolu köyünde, Sezer’in öyküleri geliyor. O, öykülerinde, hep kökleri arar;
Ayrıldığım yere: Karie’ye doğru yola çıktım bir akşam. ;Eski evin içinde beni çift dilliliğe mahkum eden yazgımı temize çektim, bahçe kenarında sanki sonsuz bir zamanın içinden çıkıp gelmiş gibi dolaşan yaşlı kaplumbağayı gördüğümde sarıldım ağaçların gölgesine ve adımlarımı kaplumbağaya uydurdum, iki kere gittik geldik bu yolu, “Önce Rima’yı bul” demişti annem, onu bulacaktım”
Benim ülkemde herkesin hiç durmadan köklerini arayışı, bu köklerin bir türlü bulunamayışıyla, sıradan en alt Avrupa ülkesi ile farkını kavrıyorum Rafella’nın çocuklarında. Onlar, büyük büyük büyük büyük babası belki de daha da büyük babası ile aynı köyde aynı sokakta kahkahalar atarken, her türlü kavga döğüşü yapıp bitirmişken, ben hâlâ “benim ülkem” dediğim yerde neredeyse elli yaşımda ayaklarımı sağlam basacağım bir yer bulmaya çabalıyorum. Ağırıma gidiyor. Köy meydanındaki piyeslerin afişi ağırıma gidiyor, yolların temizliği, köy meydanında ahalinin kadın erkek oturup yaptığı Pazar keyfi , kütüphane, avuç içi kadar yerde her sokağa, her geniş alana bir ad vermeleri ağırıma gidiyor! Ölümün bu kadar kalın bir çizgiyle yaşamdan ayrılışı… en çok bu ağırıma gidiyor. “Şehit....ilk okulu, lisesi, hastanesi, sokağı, köprüsü” adlarının hiç farkına varmadan bizi nasıl yorduğunun ayırdına varıyorum.
Dünyanın ünlü mimarlarından biri olan Doğan Kuban’ın “ Doğu’dan Batı’ya Göçün Sanatsal Evreleri” diye yazdığı kitap aklıma geliyor. Başka hangi ulus için böyle bir kitap yazılmıştır ki? Bu göç neden durmuyor. Neden bu hareket bir türlü bir dinginliğe ulaşmıyor, biz neden bu kadar yoruluyoruz?
Esay ile Rafealla sohbet ediyor. Bira bitiyor, çocuklar gülüşüyor, yerimden kalkıp tam karşıdaki daracık sokağa yöneliyorum. Genişliği en fazla bir buçuk metrelik sokakta ilerliyorum. Bin yıllık yemek kokuları geliyor. Bin yıllık yaşamların soluklarını işitiyorum, Rafella’nın çocuklarının sesleri arkamda kalıyor. Sokak bitiyor. Karşımda Tiber vadisi. Yemyeşil, sisli. Ne olduysa, mırıldanıyorum Karacaoğlan’dan;
Yürü bire yalan dünya,
Sana konan göçer bir gün,
İnsan bir ekine misal
Seni eken biçer bir gün.
(Devam edecek)