Etrafta benzer meraklı arkadaşlar ve uygun ortam olunca balık avı bir tutku haline dönüşüverdi çok kısa sürede.
Önceleri iskeleden veya mendirek kayalarından ekmeği iğneye takarak yapılan olta avlarıydı bunlar.
Sonra kurumuş midye veya diğer balıkları yem yaparak ama kıyı avcılığı teknikleri kullandık hep.
Ama aslında büyük balıklar açıktaydı...
Oraya ulaşmak için başka tekniklere ihtiyaç vardı.
Bunun için etraftan elde edilen bilgiler kısıtlı olunca kitaplara başvuruldu haliyle.
İnterneti geçtim bilgisayarın bile olmadığı dönemleri konuşuyoruz.
Ali Pasiner'in Balık ve Olta adlı kitabı hala kitaplığımda durur.
Keza Sıtkı Üner...
Teknik tarafına ulaşınca, dükkandan aldıklarıma kıyasla, kendi yaptığım oltalar ile daha iyi netice aldığımı farkettim.
Balıkçı düğümlerine olan merakımın ilk kıvılcımları da sanırım orada atılmıştır.
Ancak işin asıl kaymaklı ekmek kadayıfı olarak tarif edeceğim kısmı sandalda balık avına çıkmamız ile başladı.
Önceleri ahşap sandallar ve kürek ile yakın yerlere ve meralara yapılan seyirler olarak başladı.
Genellikle daha büyük balığa yem olarak kullanmak üzere gündüz seyirleri idi bunlar.
Sandallar nispeten bakımsız, genelde motorsuz kürek gücü ile yürütülen ada kayığı tabir edilen formda kayıklardı.
Ancak çok yakın yere yapılan kısa süreli bir seyir için bile aslında denizciliğin tüm prensipleri uygulanır, uygulanmalıdır.
Tam olarak uygulanmazsa, demir yerinin yanlış tespiti, demiri atma-tutturma, takılırsa nasıl alınacağı, açılmış armozdan alınan suyun nasıl boşaltılacağı, erken patlayan poyrazda kürek ile geri dönememe gibi hadiselerin hayatın bir parçası olduğunu idrak etme hatta zorla kabul etme haline kolaylıkla dönüşür.
Asıl şölen lüfer avlarıydı.
Gece boyunca lüks ile sandaldan ve özel takımlar ile yapılırdı.
Bizim gibi küçük çocuklar bir kenara, yaşlısı genci herkesi heyecanlandıran ve her sene tekrarlanan bir süreçti bu...
Balığın sandala alındığı ana gelene kadar, öncesinde olta ve takımların hazırlanması, zokaların çapaklarının temizlenmesi, civa ile parlatılması, hırsız iğnelerinin özellikli düğümlerinin pense ile bağlanması, taze yemin tedariği, canlı tutulması, livarların temizliği, sandalların bakımı, motorların eksikleri gibi birçok tekniği ve ön hazırlığı içinde barındıran sadece bir av değil ama aslında bir yaşam biçimiydi.
Lüks ışıkları ile adalar arasının pırlanta bir kolye gibi ışıl ışıl olduğu, neredeyse kayıklara basa basa bir adadan diğerine geçilen dönemler artık çok gerilerde kaldı belki...
Ama eminim hala Istanbul'da yaşayan ve lüferin Boğaz'a gireceği Eylül ayını iple çeken, neredeyse tüm sene boyunca o ilk avın hayaliyle sabırsızca gün sayan nice yürek vardır.
Hayatında bir kez lüfer avlamış birisi, artık geri dönüşümü olmayacak şekilde değişir, bambaşka birisi olur zannımca...
._.