Sudan çıkmış balığa döndük.
Samos Günlükleri çıktı ya, hani geçen şubatta. “Eh be bizim oğlan, Samos da Samos, nöttürüp durun, yitee gaari!” gibilerden kestik ya adayla ilişkimizi. Onu diyorum işte, sudan çıkmış balığa döndük diye. Meğer bunca zamandır, ne kadar da oyalamış bizi Samos mevzusu. İki aydır dergide neyi anlatayım diye karın ağrısı çekiyorum. Yok konu bulamadığımdan değil de. Bir sayı bir konudan, öteki sayı bambaşka bir konudan, sonraki sayı gezilerden, ardından tarihten filan yazarsam ve de bunları birbirine bağlayamazsam kötü olacakmış gibi hissediyorum. Hayatı amaçsızca günlük yaşar gibi bir sıkıntı. Yazacaksan şöyle aylarca yıllarca bir “şey”in omurgasında yazacaksın. O “şey” belki bir ada olur, bazen bir yazar, bazen de bir tekne yapımcısı. Hale bak. Birbirinden bağımsız konu yazmaya çekinir hale gelmişiz. Yazdıklarımızı sündürmekten, uzun uzun anlatıp sonra toparlayıp bir yerlere bağlamaktan, hafiye gibi ipuçları takip etmekten kimyamız bozulmuş. Sırf bu çekincelerden bir önceki sayı yazmak gelmedi içimden mesela, uzunca süredir ilk defa boş geçtim geçen sayıyı.
Konu yok mu, var elbet. Hele bu virüs günlerindeki eve kapanma zamanlarımda ihmal ettiğim bir çok olaya, konuya, salim kafayla geri döndüm, tekrar üzerine düştüm. Fakat bu Samos sahiden de kimyamı bozmuş. O defteri kapattık diyerek arkamı dönüp gidemiyorum. Bilmem kaç yılında adadaki hangi eşkıya ne suç işlemiş de kadıdan ne ceza almış, ne hüküm giymiş filan okurken buluyorum kendimi. Suç ortakları kimmiş, kim kime rüşvet vermiş de, hey hey de, hey hey. Çok saçma, ne alaka artık bu detaylar, bırak şu Samos’u. Yok, bir arıza olmuş, bağımlılık gibi de değil, böyle hani bin kere ayrılıp yine bir araya gelinen, bırakılamayan eski sevgili gibi de değil, bir garip ilişki, tanımlayamadığım. İçip içip gece yarısı mesaj atacağım Samos’a neredeyse. Öyle bir manyaklık.
Bir ara Urla’yı yazayım dedim. Şöyle güncel hallerinden tarihteki detaylarına, çıkayım bir Urla yolculuğuna. Çok da asil bir konu olurdu, senelerce süren. Cesaret edemedim. Yeni bir ilişkiden çıkan Berkecan’ın ergen buhranları gibi canına yandığımın, cesaret edememişmiş, lafa bak. Samos’u çaldırıp kapatsam mı acaba ya. Ya babası çıkarsa?!?!?!?
Ortaokuldayken filan öyleydi. Cep telefonu yok tabi, Abdülhamit başta o dönem. Hoşlandığın kız telefon numarasını verirse, akşam arardın, babası ya da abisi filan çıkardı telefona, çat kapatırdın. Tırsa tırsa. Allahtan kimin aradığı bilinmezdi de, yırtardın. Küçüklüğümüz ne matrakmış be. Saflığın saflık olduğu zamanlar. Telefonun üzerinde koca bir tekerlek vardı, delikli, car car onu çevirirdin, beklerdin sonra geri gelsin diye. Sıfırı çevireceksen, en uzunu oydu mesela, deliğe parmağını sokar çevirir, sonra geri gelsin de öbür numarayı çevireyim diye bayağı bir beklerdin. Neyse ki numaralar 4 haneli filandı. Birkaç sene sonra 5 haneli sonra 6 haneli olmuştu. 70 ler güzeldi be. Sıkı kar yağardı mesela. Pencereler bildiğin ahşap, tek camlı. İzolasyon vesaire hak getire, evlerde soba olmasa donarsın. Soba da tek odada yanar, diğer odalar buz. Büyük şehirler o zamanlar nasıldı bilmem de, Ege’nin, Anadolunun ortasındaki şehirlerde her çocuğun hayatı benzer geçmiştir. Zengin de olsan fakir de olsan mesela “beden dersinde” yerli malı spor ayakkabı giyerdin. Bir de pamuklu, çizgisiz lacivert “eşortman!” Paranın olması bir şey değiştirmiyordu yani, harcayacak lüks mal yoktu ki. Almanya’da filan akrabası olan nadir çocuklarda görürdük markalı spor ayakkabıyı, kenarı çizgili sentetik kumaştan “eşortmanı”. Ayakkabı boyatmak, tabanına pençe yaptırmak, pantolon dizlerine yama yapmak filan da normaldi sahi. Yama demeyelim de böyle hani dizlere takviye yapılmış pantolon diyelim, biraz özenli, azıcık düzgün takviyeler.
Spor ayakkabı dedim de, 86 yılıydı, üniversiteyi kazanmışım, İstanbul’a okumaya gidiyorum. Ha o seneleri anlatırken şunu da belirtmek lazım, İtü, Odtü, Hacettepe filan azıcık sıkı çalıştın mı bizler için girmesi kolay okullardı. Lisedeki öğretmenler müthişti, özel okullar kapmıyorlardı, çünkü özel okul neredeyse yoktu! Eğitim bedava ve çok kaliteliydi. Ama işte ah o spor ayakkabılar yok muydu, Kapalıçarşı girişindeki dükkanda. Ben hayatımda “canlı” olarak görmemişim o markaları. Haftasonları Kapalıçarşının sahaflar tarafındaki kapısından girişte, soldaki o küçücük dükkanda aklım kalırdı, gider gider seyrederdim. Aylık harçlığın kaç katı fiyat olur mu lan bi çift ayakkabı, diye isyan ederdim. Oluyordu işte, alması imkansız. Vay anasını küçük bedeni ne sızlatmış be, yaş yarım asrı geçti, hala içimde sızısı. O markaları şimdi bayram harçlığıyla rahatça alıyor veletler. Her AVM’de satılan, sıradan şeyler oldular. Bisikletler de öyle. Abdülhamit başta o dönem demiş miydim?
Komediye bak, torunlarına çocukluğunu anlatan dedelere döndük. Sıyrılalım şu halden, aman yeter. Sahi büyük Türk denizcisi Tekeş Bey’den bahsedeyim mi size? Biraz kafamız dağılır. İlginç bir konu.
Büyük Türk denizcisi Tekeş Bey!
Çok ciddi soruyorum, hiç Tekeş Beyi duydunuz mu? Bir kitapta ya da ansiklopedide Tekeş bey hakkında bilgi bulabilen, görebilen var mı aramızda?
Yaşayıp gidiyoruz.