Hasan Reis,
Yine biz ve onlar diye aynı teraneyi terennüm etmek istemiyorum ama, Admiral filmi beni çok etkilemiştir. Hamasetin (H)sının olmadığı, hem nalına hem mıhına çekici esirgemeyen dosdoğru bir emektir. Tabii içinde sıkı öz eleştiri de olan bundan gocunmayan, seyredeceklerin o dönemi her vechesi ile görmesini sağlayacak bir emek.
Dünyanın tam olarak neresinde ve nasıl pozisyon aldığımız önemli.
Okuyanlar sıkılmazlar ise uzun bir paylaşımı buraya alıyorum. Deniz ve denizcilikle hiç ilgisi olmasa da ufkumuzu olabildiğince genişletmemiz en ulaşılmaz derin uçlara kadar inebilmemiz kendimizi daha iyi tanımamızı sağlar diye düşünüyorum.
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Uzun zamandır sindire sindire okuduğum "Arapların gözünden Haçlı Seferleri" Amin Maalouf'un kayda değer kitabı. Genel olarak bu tarih dilimini bize hep Batı gözüyle, yorumları ile sundular.
Kitap ezber bozan, ufuk açan bir değer.
Aşağıda kitabın Sonsöz'ünü sizlerle paylaşıyorum.
Politik, politkaya yönelik değildir.
------------------------------------
HAÇLI SEFERLERİ SONRASI
İSTİLA - 1097 Birinci büyük Frenk seferi. İznik alınır ve Kılıçarslan Eskişehir (Dorylaeion) da yenilir.
DÜŞMANIN KOVULMASI– 1291 Kalavan’ın oğlu olan Sultan Halil Akkâ’yı alıp Doğu’daki 200 yıllık Frenk varlığına son verir.
Dış görünüşte Arap Dünyası bir zafer kazanmıştı. Eğer Batı’nın yapmaya çalıştığı ardı ardına gelen istilalar ile İslam’ın ilerleyişini durdurmaksa, ortaya çıkan sonuç bunun tam tersi olmuştur. Doğu’nun Frenk Devletleri iki yüz yıllık kolonizasyonun ardından köklerinden sökülüp atılmakla kalmamış, Müslümanlar kendilerini öyle iyi toparlamışlardı ki Osmanlı Türklerinin sancağı altında doğrudan Avrupa’yı fethe koşacaklardı. 1453’te Konstantinopolis düştü. 1529’da Osmanlı akıncıları Viyana surları önünde ordugâh kurdu.
Ama az önce söylediğimiz gibi bu sadece dış görünüştür. Çünkü tarih içinde bir mesafe koyup sonra geri dönüp bakıldığında bir saptama kendini ister istemez kabul ettirmektedir: İspanya’dan Irak’a kadar Arap Dünyası haçlı seferleri döneminde gezegendeki entelektüel ve maddi açıdan en ileri uygarlığın sahibi durumundadır hâlâ. Daha sonra Dünyanın merkezi kararlı bir biçimde Batıya doğru kayar. Burada bir neden-sonuç ilişkisi söz konusu mudur? Haçlı Seferlerinin- yavaş yavaş tüm dünyaya egemen olacak- Batı Avrupa’nın yapacağı atılımın bir işaretini verip Arap uygarlığının ölüm çanlarının çaldığını söyleye bilir miyiz?
Böyle bir yargı tamamen yanlış olmasa da ayrıntılandırılması gerekir. Araplar, Haçlı Seferlerinden önce de bazı “hastalıklardan” mustaripti ve Frenklerin gelişi bunları ortaya çıkarıp ağırlaştırdı belki, ama yoktan var etmedi. Peygamberin ümmeti dokuzuncu yüzyıldan sonra kendi kendinin iplerini elinden kaçırmıştı. Yöneticilerin hemen hepsi yabancıydı. İki yüzyıllık Frenk işgali boyunca gözlerimizin önünde resmigeçit yapan onca kişilikten hangileri araptı? Vakanüvisler, kadılar, birkaç yerel emir – İbn Ammar, İbn Munkiz- ve iktidarsız halifeler. Ama iktidarı asıl elinde tutanlar ve hatta Frenklere karşı mücadelenin belli başlı kahramanları – Zengi, Nurettin, Kutuz, Baybars, Kalavun Türk’tü; El- Efdal Ermeniydi; Şirkuh, Selahaddin, el-Adil, el-Kâmil Kürttü. Bu devlet adamlarının çoğu kültürel ve duygusal açıdan araplaşmıştı haliyle, ama Sultan Mesud’un 1134’te Halife el-Müsterşid’le tercüman aracılığı ile konuştuğunu unutmayalım; çünkü Bağdat’ın kendi boyu tarafından fethedilmesinden seksen yıl sonra bile bu Selçuklu Sultanı tek kelime Arapça bilmiyordu. Daha da kötüsü: Arap veya Akdeniz uygarlıklarıyla hiç ilgisi olmayan çok sayıda bozkır savaşçısı durmadan gelip yönetici askeri kasta katılıyorlardı. Baskı altına alınan, ezilen, horlanan, kendi topraklarında yabancı konumuna düşürülen Arapların yedinci yüzyılda başlamış kültürel gelişmeyi sürdürmeleri olanaksızdı. Frenkler geldiğinde bulundukları yerden bir adım ileri gidemeyip geçmişin mirasını yemeye başlamışlardı bile. Ve bu yeni istilacılardan birçok alanda üstün olsalar da gerileme dönemine girmişlerdi aslında.
Arapların, birinciyle de bağımsız sayılamayacak ikinci “hastalığı” istikrarlı kurumlar inşa edememeleridir. Frenkler ise Doğuya gelir gelmez gerçek anlamda devletler kurmayı başarmışlardır. Kudüs’te saltanat verasetinde genellikle çatışma çıkmıyordu; krallık meclisi hükümdarın siyaseti üzerinde etkili bir denetim kuruyor ve ruhban sınıfının iktidar oyunundaki rolü de kabul ediliyordu. Müslüman devletlerde ise durum hiç böyle değildi. Her monarşi hükümdarın ölümüyle birlikte sallanıyor, iktidar ne zaman el değiştirse iç savaş tehlikesi yaşanıyordu. Bu hadisenin tüm sorumluluğu, devletlerin varlığını bile sürekli tehdit eden, o ardı arkası kesilmeyen istilalara yüklenebilir mi? Suçu ister doğrudan Araplar isterse Türkler veya Moğollar söz konusu olsun, bölgeyi egemenliği altına alan halkların göçebe kökenli oluşunda mı aramak gerekir? Bu çerçevede böyle bir sorunu sonuca bağlamak olanaksızdır. Ama aynı sorunun çok az değişmiş bir ilişkiler toplamı içinde, yirminci yüzyıl sonu Arap dünyasında da hâlâ gündemde olduğunu belirtmekle yetinelim.
İstikrarlı ve kabul gören kurumlarının bulunmamasının, özgürlükler üzerinde de belli sonuçlara yol açması kaçınılmazdı. Batılılarda, Haçlı Seferleri döneminde, hükümdarın iktidarına ihlal edilmesi epey güç ilkeler yön verir. Üsâme, Kudüs Krallığına yaptığı bir ziyarette “şövalyeler bir karar verdiklerinde, kralın bunu değiştirmediğini veya bozmadığını” saptar. İbn Cübeyr’in Doğu seyahatinin son günlerine ait şu tanıklığı daha da anlamlıdır:
"Tibnin’den (Sur yakınında) ayrıldıktan sonra, ardı arkası kesilmeyen bir dizi çiftlik ve köyden geçtik; topraklar gayet güzel sürülmüştü. Bunların tüm sakinleri Müslüman, ama Frenkler ile iyi geçiniyorlar – Allah bizi her türlü iğvadan korusun! Evleri kendilerine ait ve mallarına, mülklerine de hiç dokunulmamış. Suriye’de Frenlerin denetimi altındaki bölgelerin hepsinde bu düzen geçerli; Araziler, köyler ve çiftlikler Müslümanların elinde kalmış. Kendi durumlarını Müslüman bölgelerinde yaşayan din kardeşleriyle kıyasladıklarında, bu adamların çoğunun gönlüne kuşku düşüyor. Çünkü Frenkler onlara hakkaniyetle davranırken, öteki taraftakiler kendi dindaşlarının adaletsizliğine maruz kalıyor."
İbn Cübeyr endişelenmekte haklıdır, çünkü bugün güney Lübnan olan bölgenin yollarında çok ağır sonuçlara gebe bir gerçekliği keşfetmiştir: Frenklerdeki adalet anlayışı, Üsâme’nin de vurguladığı gibi, “barbar” diye nitelendirilebilecek bazı yönler içerse de, onların toplumu “hak dağıtıcı olma” avantajına sahiptir. Yurttaş kavramından henüz eser yoktur kuşkusuz, ama feodallerin, şövalyelerin, ruhban sınıfının, üniversitenin, burjuvaların hatta “kâfir” köylülerin, herkesin çerçeveleri gayet iyi belirlenmiş hakları vardır. Arap Doğu’sunda mahkemelerin yargılama usulleri daha akılcıdır; yine de baştaki emirin keyfi iktidarının hiçbir sınırı yoktur. Bu yüzden hem ticaret kentlerinin gelişimi hem de fikirlerin evrimi gecikmiştir.
Hatta İbn Cübeyr’in tepkisi daha yakından incelenmeyi de hak etmektedir. Hem “melun düşmanın" vasıflarını kabul etme dürüstlüğünü göstermekte hem de Frenklerin hakkaniyetinin ve iyi idarelerinin Müslümanlar açısından bir tehlike olduğu kanısından hareketle beddualar yağdırmaktadır. Müslümanlar, refahı ve rahatlığı Frenk toplumunda bulurlarsa dindaşlarına -ve dinlerine- sırt dönmezler mi? Seyyahın bu tavrı ne denli anlaşılabilir olursa olsun, kardeşlerinin de mustarip olduğu bir hastalığın da belirtisidir: Haçlı Seferlerinin en başından en sonuna kadar, Araplar Batı’dan gelen fikirlere açılmayı reddetmişlerdir. Uğradıkları saldırıların belki de en yıkıcı etkisi bu alandadır. İşgalci açısından topraklarını fethettiği halkın dilini öğrenmek bir hünerdir: istilaya uğrayan halk açısından fatihlerin dilini öğrenmek ise bir taviz, hatta ihanettir. Gerçekten de çok sayıda Frenk Arapça öğrenirken, birkaç Hıristiyan dışında memleket nüfusu Batılıların dillerine kulaklarını tıkamıştır.
Örnekler çoğaltılabilir, çünkü Frenkler ister Suriye’de, ister İspanya’da ister Sicilya’da olsun, Arapların rahle-i tedrisinden geçmiş, onlardan ders almışlar ve öğrendikleri, sonraki gelişmeleri açısından vazgeçilmez bir önem taşımıştır. Yunan uygarlığının mirası Batı Avrupa’ya ancak bu uygarlığın tercümanları ve devamcıları olan Araplar aracılığı ile taşınabilirdi. Frenkler tıp, astronomi, kimya, coğrafya, matematik, mimari alanlarındaki bilgilerini önce özümseyip taklit ettikleri, sonra da aştıkları Arapça kitaplardan edinmişlerdir. Dillerinde hâlâ buna tanıklık eden çok kelime vardır: Zénith (Arapça’daki semtü’r res, başın üstündeki yön, ilm-i rücumdaki “başucu“ deyimi bozularak Fransızca’da önce chemit, sonra zénith olmuştur); azimut ( yol, yön, cihet anlamına gelen es-semt’ten türemiştir; algebre (zor, zorlama, indirgeme anlamına gelen ve el-Harizmi’nin bir eserinin başlığında el-Muhttasar fi hisab’il cebr ve’l mukabele’de yer alan el-cebr, yani cebir’den türemiştir. vs vs
Haçlı Seferleri dönemi hem ekonomik hem de kültürel alanlarda tam bir devrim başlatırken, Doğu’da bu kutsal savaşlar ve karşılığındaki “cihad”, uzun yıllar sürecek bir gerilemeye ve aydınlık düşmanlığına yol açar. Her taraftan kuşatılan İslam âlemi kendi kabuğuna çekilir. Ürkekleşir, hoşgörüsünü yitirir, savunmaya çekilir, kısırlaşır; gezegen çapındaki evrim sürüp Müslümanlar kendilerini bu gelişmenin iyice dışında kalmış hissettikçe de söz konusu tavırlar kökleşir. Bundan böyle ilerleme “öteki” anlamına gelmektedir. Modernizm “öteki”dir. Kendi kültürel ve dinsel kimliğini Batı’nın simgelediği bu modernizmi yadsıyarak ifade etmek zorunlu muydu? Yoksa tam tersine kimliğini kaybetme riskini göze alıp kararlı bir biçimde modernleşme yoluna girmek mi gerekirdi? Ne İran, ne Türkiye ve de Arap dünyası bu ikilemi çözmeyi başarabildi. Bugün hâlâ cebri Batılılaşma evreleriyle, yabancı düşmanlığı rengine de bürünen aşırı gericilik evrelerinin birbirlerini, çoğunlukla da şiddet yüklü bir biçimde izlemelerinin nedeni işte bu çözümsüzlüktür.
Barbar olarak tanıdığı, yendiği, ama sonra tüm dünyaya egemen olmayı başaran bu Frenkler karşısında hem büyüklenen hem dehşete kapılan Arap âlemi, Haçlı Seferlerinin artık geride kalmış uzak bir geçmişe ait bir sayfa olarak göremiyor. Arapların ve genelde Müslümanların Batı’ya karşı tavrının yedi yüzyıl önce bitmiş olması gereken hadiselerden bugün bile ne denli etkilendiğini gördükçe, insan hayretler içinde kalıyor.
Üçüncü bin yılın eşiğinde, Arap âleminin siyasi ve dini sorumluları Selahaddin’i, Kudüs’ün düşüşünü ve geri alınmasını söylemlerinde sürekli bir dayanak noktası, bir başvuru kaynağı olarak kullanıyorlar. Hem bazı resmi konuşmalarda, hem de halkın genel kabulünde, İsrail yeni bir haçlı devleti olarak görülüyor. Filistin Kurtuluş Ordusunun üç tümeninden birinin adı Hıttin, ötekininki Ayn-câlût’tur hâlâ. Başkan Nâsır en parlak günlerinde onun gibi Suriye ile Mısır’ı hâttâ Yemen’i birleştirmiş Selahaddin’e benzetilirdi hep! 1956 Süveyş seferi ise 1191’deki gibi, Fransızların ve İngilizlerin başını çektikleri Haçlı Seferi gibi algılandı.
Gerçi insanın aklını karıştıran bazı benzerliklerinde varlığı yadsınamaz. Şam halkının karşısında yaptığı konuşmada, düşmanın Kudüs üzerindeki egemenliğini tanımaya cüret etmiş Mısır Sultanı El-Kâmil’i ihanetle suçlayan Sıbt İbn-ül Cevzi’yi dinlerken, Enver Sedat’ı hatırlamamak mümkün mü? Şam ile Kudüs arasında Golan ile Bekaa’nın hakimiyeti için sürdürülen mücadeleye bakıp da dünü bugünden ayırmak kolay mı? Üsâme’nin istilacıların askeri üstünlüğü hakkında söylediklerini okuyup da düşüncelere dalmadan edilebilir mi?
İslam Alemi sürekli saldırıya uğradıkça, bu zulme uğramışlık duygusunun yükselişi de bastırılamaz; ama bu duygu bazı fanatiklerde tehlikeli saplantılara dönüşmektedir; 13 Mayıs 1981de Papa’yı vuran Mehmet Ali Ağca, yazdığı mektupta haçlıların Başkomutanı Papa II: Jean Paul’ü öldürmeye karar verdim dememiş miydi? Bu bireysel eylemin ötesinde Arap Doğu’sunun Batı’yı her zaman doğal düşman olarak gördüğü açıktır. İster siyasi ister askeri düzlemde ister petrol alanında olsun Batı’ya karşı girişilen her türlü düşmanca eylem meşru bir intikam olarak kabul edilir. Ve bu iki Dünya arasındaki kırılmanın, Arapların bugün bile bir tecavüz olarak duyumsadıkları Haçlı Seferleri’ne dayandığına kuşku yoktur.
Amin Maalouf- Arapların gözünden Haçlı seferleri - Sonsöz
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.