İlk martılar gölge gölge dolanmaya başladılar gökte. Gitgide daha hızlı daha canlı salladıkları kanatları, yavaş yavaş ağardı.
Hereğin(1) üzerinde tüten o masmavi uyku sisi de önceleri beyazladı, sonra titredi dalgalandı. Alt ucuyla köyün sayıları epey artmış, çoğu yeni damlarına, altı yedi sene evvel yapılmış büyük yeni caminin dim dik yükselen minaresine sımsıkı yapışmasına rağmen, oynadı yerinden uzaya uzaya incele incele, zeytinliklerin gümüş yeşili kafalarına doğru ilerledi, yırtıldı, savruldu, dağıldı.
Güneş daha çıkmamıştı ama iyice ışıklamıştı her yer. Yalnız zeytinlerin altında kalmıştı, koyu gölgelere dalmış uyku…
Zeytin ağaçları yorgundu, bitkindi. Kolaylıkla uyanacağa benzemiyorlardı. Yeni “sıyrılmışlardı”. Yok denecek kadar az, yarıdan çoğu kurtlu mahsulleri yeni toplanmıştı üzerlerinden.
Yerde kopmuş bir sürü yaprak, ince ince sürgünler, filizler, tek tük de nasılsa görülmeyip bırakılmış, yahut da koyu kırmızı bir leke halinde ezilmiş taneler yatıyordu.
Zeytinlere dayalı merdivenlerin taze sürülmüş toprakta fırdolayı gövdelerinin etrafında açtıkları ikiz çukurlar, kaybolmamıştı daha. Bereketsiz bir mahsulden yeni kurtulmuştu ağaçlar. Küskündüler…
Başka senelerde aylar süren, bazen yılbaşını bile bulan hatta geçen, bu sıyırma, toplama işi, birkaç haftayı zor eylemiş, bütün zeytinliklerin “ellenip hitama ermesi”- Ekim sonu başlandığı halde- Kasım ortalarına kadar ancak dayanabilmişti.
Yorgun, bitkin, küskündü ağaçlar. Utanır gibi bir halleri vardı. Yaprakları seyrelmiş, dalları cılızlaşmış, bir tuhaf olmuşlardı. Uzun zaman, belki de bir mevsim uyanmamaya kararlı, kıpırdamadan dikiliyorlardı.
Beride ise köy epeyce canlanmıştı. Salih Hoca, artık çok yaşlıydı. Sesi de iyiden iyiye çatlamış, kısılmıştı ama, işte gene O okuyordu “Sabah” ı. Minareden köyün üstüne inen, sokakları evleri kaplayan o sallantılı, titrek nefes, gene onun boğazından çıkıyordu.
Koca ahşap iskelenin yan tarafında Utat Mora Burnuna giden yolun başında dikilen- Köy köy olalı beri kurulu- Rıza Dayı’nın kahvesinde, onun önündeki küçük açıklığın “Cumhuriyet Meydanının” üst başında, az yukarıda ama cephesi denize dönük- beş altı sene evvel yapılmış- Bursalı Davut’un kahvesinde de hareket fazlalaşmış, gel-gitler, merhabalar kızışmıştı.
Sabahın dördünden beri ıslık ıslık yanan lüks lambalarının göz kamaştıran şavkı- dışarının aydınlığı arttıkça- azalmış, artık pompalanmayan solukları ise gitgide hafiflemiş, nihayet kahvecilerin son bir dokunuşlarıyla, küçük bir pat sesi çıkararak kesilmişti.
Camiden dönen yaşlılarla birkaç delikanlı, kahvelere girdikten az sonra lükslerin hepsi söndü. Sabah çayları çoktan içilmişti. Birden kalkındı millet. Kahvelerden dışarı taştı. Hemen de ikiye ayrıldı.
Bir kısmı tarlalara, bağlara, ağıllara, yahut sürülmesi, dip kazılması hiç tükenmeyen zeytinliklere yollandılar. Öbürleri ise, ağır emin adımlarla denize döndüler. Hemen oracıkta uzanmış, gitgide pembeleşen diliyle, hafif hafif kıyıyı yalayan denize doğruldular. Güneş Kemanara Tepesinin ardından sıçramamıştı daha. Gölgedeydi, kuytudaydı köy. Ama açıklardan Marmara Adasının onlara dönük parıldayan yüzünden Klazaktan, Gündoğdu'dan akıp değdiği yerde denizi masmavi yapan o altın sarısı aydınlık, yana döne geliyordu Hereğe doğru.
Kapıdağ sırtlarının suya vurmuş ıslak gölgeleri, boyuna kısalıyor, kıyıya, karaya doğru çekiliyor, eteklerini topluyordu.
Köyün arkasında ilerleyen keçi sürüleri, birkaç inek- koyun tırmanmaya niyetlendikleri koyu yeşil bayırların, kırmızı mor tepelerin sarı-kara yollarında, çıngırak sesleriyle örülü ilk adımlarını atıyorlardı.
1957 Kasımının son haftasında bir gün ışıyordu İlhanköy üzerinde. Hiçbir özelliği yoktu bu günün. İlhanköy'de doğan bir çok günler gibi güzeldi…
(1) İlhanköy’ün eski ismi.
Mehmet Sürücü dostumuzun verdiği ilham, Son Denk Kayıkçısı'na tekrar kavuşmanın verdiği coşkuyla, Yaman Koray’ın Kapıdağ'da geçen “Gelin Taşı “ romanından bir bölümü paylaşmadan edemedim. ( Remzi Kitabevi 1963)
Devamı da gelebilir…