Yıl 1960
Yaman Koray'ın kaleminden batı kaçağı...
Dağlaraltı iyice yakınlandığında, vakit nerdeyse öğleyi geçiyordu. Hayırsız arkalarında, Orta Kanalda, o kadar çok «eğlenmişti» millet. Bir zaman da, oralarda dolaştılar . . . İki üç kayıktan fazla, balığa saldıran olmadı. Onların da hepsi vuramamıştı galiba. Saat ikiyi geçiyordu .
- «Abi» diye seslendi Osman dümenden. «Baksana. o ne öyle?»
Havayı gösteriyordu; Trakya dağlarının batı taraflarında, tepelerin Gaziköy üzerine doğru hafif bir alçalış yaptıkları yerde, havada bir noktayı gösteriyordu Osman. Ahmet döndü. Onun işaret ettiği yeri görünce, dikkatle bakmağa başladı. Hemen hemen tek leke olmayan gökyüzünde, tam o noktada, tuhaf, kirli, kara renkte, küçük bir bulut belirmişti. Orada, ucu kesik gibi birden alçalan tepenin üzerinde, -ama dağdan bir karış havada- gökte asılıydı sanki.
İlk bakışta, hareketsiz görünüyordu, yerinde çivilenmişçesine. Ama her geçen saniye, biraz daha büyüyor, uzuyor, yükseliyor; bazan çok dikkatli bakınca, bu kara yumağın, kendi içinde topaç gibi bir tuhaf döndüğü bile fark ediliyordu.
- <Ah!» dedi Ahmet. «Ah ... ah, nasıl anlamadım. Neden görünmedi balıklar? Nasıl akıl etmedim? Ah ... o baş ağrısı!»
Sonra, çılgınca bir sesle aşağı bağırdı :
«Dön Osman, dön çabuk. çevir başı Marmara’ya . . . Çabuk, çabuk Tam yol ver . . . Tam yol !»
Attı kendini direkten, kayığın içine. Koştu başa. Deniz hala ayna gibiydi. O ölü dalgalardan başka hareket yoktu bu bembeyaz satıhta ... onlar da öyle hafif, öyle belirsizdiler ki . . . Yalnız ne zamandır havada, suya değercesine sürtünerek, güneşin altında gümüş teller halinde pırıldıyarak uçuşan, o iplik iplik örümcek ağları (l) biraz artmıştı. İnsanın yüzüne gözüne daha fazla yapışıyorlardı. (Çok sıcak ve durgun havalarda, kıyılardan, karadan gelip,
denizin üzerinde uçuşan bu tel tel örümcek ağları, şaşmaz barometrelerdir.)
Ahmet, elleri dolanarak. kalası söktü, içeri aldı. Bir de bağladı eğrilere, sıkı sıkı. Teknenin başını Marmara’ya çevirmiş, ama makinaya tam yol vermeğe kıyamamış Osman’ın yanına, hışımla geldi. Uzandı motora gazı sonuna dayadı, manyetonun avans kolunu da itti; Couach, saplamalarını kırıp, kayıktan dışarı fırlamak ister gibi, sarsılarak çalışmağa başladı. Benzin deposunu da taşıra taşıra doldurduktan sonra, çıktı kıç üstüne Ahmet. Osman’ın yanına oturdu. Çekti aldı, dümenin yekesini eline. Kendisine şaşkın bakan oğlana:
- «Yol kaybetmeyelim, doğru gidelim diye, aldım dümeni, dedi.
«Bir dakika, yüz metre, bilsen bizim için ne kadar kıymetli.
» Sonra daha hafif bir sesle ilave etti: <<Sıkı bas Osman, bora geliyor! Batı geliyor!»
Öteki motorlardan, havayı sezenler de dönmeğe başlamışlardı. En yolluları, dokuz on mil yapan alamatralar, yanlarından sıyrılıp geçtikçe, şaşıyordu Osman, böyle dümdüz bir denizde, arkalarından şeytan kovalıyormuş gibi kaçan koca teknelere.
Ama gerçekten şeytan kovalıyordu arkalarından!
Batıydı gelen. Batı!
Senede en fazla, iki üç kere eserdi ama . . . esti mi de ...
Bir ara, geriye bakınca, o küçük, kirli bulutun, masallarda, sihirli şişeden çıkan Arap dev misali, büyüyerek hemen hemen o taraflardaki bütün koca dağları ayaklarının altında çiğnediğini,
gölgesiyle bütün cıvar köyleri kararttığını, gitgide kabarıp şişen ellerini denize, üzerlerine doğru uzatarak, bütün gökyüzünü birden avuçlarına almak, kucaklamak istercesine
ilerlediğini, hayretle gördü.
On dakika geçmeden, o minik kara leke, göğün dörtte birini batı tarafını tekmil kapamıştı.
Tek yunus, tek balık görünmüyordu denizde. Yalnız kefken kuşları, öbür isimleri «fırtına kuşu» adlarını hatırlamış gibi, çılgınca uçuyor, boşluğu bir vahşi dansının sert çizgileriyle kesiyorlardı. Öyle sıcaktı ki hava! İnsanın yüzüne, kapağı açılmış bir fırının nefesi gibi alev alev vuruyordu. Birden rüzgar başladı. Tuhaf, anlaşılmaz, akıl ermez derecede ani bir hamleyle. Bir düğme çevrilip, bir lamba yakılmış, yahut bir parmak hareketiyle hızla dönen dev bir vantilatör işletilivermiş kadar çabuk, o kadar ani! Dümdüz deniz, bir anda buruş buruş oldu. Dalgalar şekillenmeden tepeleri kırılıp savrulmağa, uçuşmağa başladı. Bir saniye evveline kadar, halka halka, mavi mavi gerilere uzanan, motorun egzos dumanı, arkadan gelen rüzgarla, bir anda Ahmet’le Osman’ın boğazlarına doldu. Yaktı ciğerlerini. Ve bora başladı! Bora ... Batı… Marmara denizinin bu kesimlerinde hemen hemen aynı manaya gelen iki kelime : Bora başladı. Batı başladı.
Birkaç dakika geçmeden, dalgalar dev gibi oldu. Üstelik bunlar, ne lodosun «heyula» gibi büyük, upuzun ama ağır yumuşak hareketlerle ilerleyen yekpare kıvrımlarına benziyorlardı, ne de poyrazın sert, keskin, ama tam bir matematik düzenliğinde, sırayla, hesaplı, erkek gibi saldıran ordusuna! Bunlar çılgınca birbirini kovalayan, birbirinin üstüne çıkmak için itişirken bazan cihet bile değiştiren aç, kudurmuş bir canavar sürüsüydü. Mideleri kazınan, birbirini yemeğe bile razı kurtlar gibi insafsızca saldırıyorlardı. Rüzgar öylesine esiyordu ki, arkalarını batıya vermiş, gözleri gidecekleri, -bir türlü yaklaşmak bilmeyen- yere dikili, kıç üstünde oturan Ahmet’le Osman’ın kulak kepçelerini bile öne itip kıvırıyordu. Tepelerinden, onlara yiyecekmiş gibi homur homur, simsiyah bakan Arap dev, az sonra, bütün gökyüzünü kapladı. Marmara adasını bile, avuçlarında sıkmağa başladı. Altında, gölgesinde; çılgın bir deniz, üstünde, çılgınca kaçmağa çalışan yüzlerce küçük tekne, yüzlerce kıymıkla alay eden ilk kahkahaları da duyulmakta gecikmedi. Trakya dağlarına düşen yıldırımlar, o eğilmek bilmez tepelerin deldiği bulutların öfkeli şimşekleri, birbirini kovalayan çentik çentik aydınlıklar, peş peşe patlayan gök gürültüleri halinde, bütün Orta Kanalı doldurdu.
·- «Ah!>> diyordu Ahmet. <<Ah bir yağmur, bir rahmet gelse. Her taraf süt liman olur. .. Ah bir yağmur!>>
Ama işin öyle çabuk bitmeğe pek niyeti yoktu. Gecikeceğe benziyordu «rahmet>>.
Kaderim, kah geçtiği, kah geçildiği, o dehşet içinde kaçışan teknelerin hepsi gibi su almağa başlıyordu. Sağdan soldan gelen dalgaların savruntulariyle ... Osman tulumbanın başına atladı. Su basmağa koyuldu. Ahmet, dümen yekesinde kasılan, pençeleşen elinin, kıracakmış gibi sıktığı dişlerinin acısını duymuyor, gözleri saldıran dalgalarda, ustalıklı manevralar yaparak, koşup koşup üzerlerine devrilmeğe çalışan korkunç su kütlelerinin altında kalmamağa, kayığı «kapattırmamağa>> uğraşıyor, bir yandan da, pervane kırılıp kopmasın diye makina biraz daha ağıra alındığından, büsbütün bitmek tükenmek bilmeyen yolu, gözleriyle, yüreğiyle kemiriyordu.
Bütün motorlarda, en büyüklerinde bile, vaziyet aynıydı. Hepsinin içinde, olanca gayretleriyle su basan adamlar, olanca dikkatleriyle dümen tutan reisler, çok büyük denizler tekneleri sırtlarken pervane zorlanıp yahut havaya çıkıp kopmasın, şaft kesilmesin diye makinanın başında ağıra, ya da boşa almak için alesta bekleyen tayfalar vardı ve bu insanların hepsi, tek bir harekette birleşiyorlardı. Hepsi, bütün güçleri, bütün kuvvetleri, her şeyleriyle; gözleriyle, yürekleriyle, beyinleriyle, her büyük dalgada kayıkla birlikte yaylanan adaleleri, kemikleri, motorla birlikte soluyan ciğerleriyle, sanki tekneye dayanıyor, onu itiyor, yolun çabuk bitmesine, mesafeleri «yenmeğe» ortak oluyorlardı. Orta Kanalı geçip, Hayırsız’ı yakınlarken, uzun aralıklarla yüzen yediden fazla kalas saydılar Ahmet’le Osman. İşin başında, «boynuzları» sökmekte biraz gecikmiş tembellerin, yahut da bunu akıl edememiş acemilerin, bir iki dalgada kırılan «burunlarıydı», bu bir yükselip, bir alçalan kopuk kalaslar. Hayırsızı arkalarına alıp, o koca kayaların kuytuluğuna sokularak ilerlemeğe çalışırken, hızını hala arttıran havaya, bir de gerilerinde kalan yola bakan Ahmet, oraya kadar nasıl gelebildiklerine,
biraz hayret etmedi değil.
Az sonra köyün önüne geldiler. Yukarı sahil boyu müstesna, limanın aşağı taraflarını, deniz müthiş dövüyordu. Bütün Marmara seferberdi. Yaşlı, genç, eli ayağı tutan bütün erkekler, çocuklar, hatta sırsıklam eteklerinin başlarına geçmesine bile aldırmayan birkaç gözü pek kadın, -her fırtınada olduğu gibi- ekipler halinde hazırdılar kıyıda. Tekmil köyün önü, fırdolayı bütün yalı boyu, zaten kayık çekmek için kızaklar, felenkler ( 1 ), bucurgatlarla (2) doluydu.
Gelen tekneyi, bellerine. boğazlarına kadar suya batarak, daha denizde karşılıyor ...
«Hoo ... Hoop!» diyerek felenklerin üstüne bastırıveriyorlardı. Sonra da, bir dakika geçmeden kayık karaya çekiliveriyordu. Arkadan, hemen başka bir tekneye koşuyordu millet. Hep bir arada, çıkartma yapar gibi geliyordu kayıklar; içlerinde, gülmeğe çabalayan bembeyaz yüzlü adamlarla ... Ama ekipler o kadar çoktu, öylesine de süratle çalışıyorlardı ki, kimse denizde beklemiyordu. Hoş, beklemek, zaten imkansızdı ya! Biraz ağır alanı. atıverirdi deniz, karaya. Görürdü gününü . . .
Gelen çıkıyordu kızağa. Gelen çıkıyordu ... Kimse kimsenin kayığına: «Bu da kim?» diye bakmıyordu. Dost, düşman yoktu o aralık. Kimse düşünmüyordu, <<Hangisi benim kayığım? Hangisini en evvel kurtarayım?» diye. Az ötede, onun kayığını da kurtaranların bulunduğuna emindi ... Gelen çıkıyordu kızağa. Gelen çıkıyordu.
Yalnız yirmi otuz tonun üzerinde büyük tekneler, o da bazıları, karaya çekileceklerine, yukarı sahil boyundaki batıya karşı o nisbeten mahfuz, kuytu yere gelip, sıkı sıkı demir atıyorlardı.
Kaderim de o yarım limanlık yere sokuldu, sonra girdi kıyıya. Kalabalık, denizde karşıladı onları. Tam Veli Reisin evinin önüne çektiler kayığı.
Osman’la beraber, Ahmet de girişmişti kurtarma işine. Epeyce koştu sağa sola. Tam batıda, ufukta, çok şiddetli, kırmızı bir ışık belirdi birden. Bu ıslak, yapış yapış kırmızılıkla, kısa bir an her taraf aydınlandı. Simsiyah bulutların içinde aralanan incecik bir yarıktan göz atan güneş, hemen kayboldu. O deşilmiş gibi kanlı kanlı açılan yara, gene kapanıverdi. Akşam oluyordu. Dinmemişti kesinti yapmamıştı rüzgar. Büsbütün salıyordu.
Gece oluyordu neredeyse. Ortalık erkenden simsiyah kesilmişti. Tepelerindeki devin boğum boğum parmakları, şimdi aşağıya, üzerlerine doğru uzanıyordu. Kuvvetle çakan; bir müddet, bulutlar arasında, gıvıl gıvıl, sinirli sinirli koşuşup oynayan bir şimşek dizisinin ışığında. her şeylerini kaybetmiş Paşalimanlıların, az ilerde, köpük gibi bembeyaz sallanan bir hayal halinde, titreyerek, sürünürcesine uzaklaşmalarına bakan Ahmet, zor duyulur bir sesle:
- «Anlamadım!» dedi. «Gene anlamadım hikmetini be Allahım!>>
- «Ben biraz anlar gibiyim . . . >> diye mırıldandı Osman. Evlerine yollandılar.
Geceyarısına dek, saçak saçak şimşeklerin kırbaçladığı hava, kudurdukça kudurdu. Kayıkları karada olanlar, rahat uyudular. Yukarı sahil önlerine demirli, kızağa alınmamış birkaç büyük teknenin sahibi ise, başlarında Veli Reis; kıyıda, gözleri, şimşeklerin ışığıyla ara sıra yemyeşil aydınlanan, kapkara suların deli deli koşuşmasına dikili, saçları rüzgarda yolunurcasına dağılarak, bir aşağı, bir yukarı dolaştılar. Saat on bir buçuğa doğru . . . Kocaman, tek bir damla düştü gökten. Sonra bir daha . . . bir daha . . .
Kurşun gibi ağır, iri taneli, müthiş bir yağmur başladı. Tepelerden aşağı, seller aktı . Ağaçların yaprakları, filizleri, kırılıp kırılıp yere düştüler, çamurlu sulara karıştılar. Epey devam etti «rahmet.»
20 Nisan Çarşamba sabahı, gök pırıl pırıl açıktı. Deniz dümdüz. Her taraf yıkanmıştı. Mis gibi kokuyordu ortalık. Bütün tekneler dayandılar, indiler kızaklardan, açıldılar denize . . .
( 1 ) Felenk : Karaya çekilen tekneler in, üzerine basarak ilerlemeleri için omurgalarının altına uzatılan, üstleri yağlanmış, uzun yuvarlak tahta veya odun parçaları. En basit kızak.
( 2 ) Bucurgat: Teknelerin kızağa alınmasını kolaylaştıran bir araç. Etrafında dönerek dayanan adamların gücüyle çevrilen, dikine konmuş kalınca bir kütüğe, tel veya halat sarıldıkça bağlı olan tekneyi de ağır ağır, karaya çeker.