Dün Marmara Üniversitesi'nin davetlisi olarak II. Derin Akıntı organizasyonunda ilk konuşmacı olarak yer aldım. Sualtı Temizlik Hareketi kurulalı beri bilmem kaçıncı sunum bilmiyorum. STH olarak kaydedip, montajladığımız filmlerle yaptığımız deniz kirliliği konulu sunumlar her daim fazlaca ilgi gördüğünden bu tür hemen her organizasyona davet ediliriz. Neyse, bu sefer farklı olandan bahsetmek aslında niyetim.
Daha çalışmaların ikinci yılında yaptığımız işin değerli ama yetersiz olduğu iddiasıyla yeni bir konsept arayışına girmiş, sorunun kaynağını öncelikle toplumun denizle olan ilişkisinde aramak gerektiğini öne sürmüştüm. Tabi tespit beraberinde çözüm önerisi getirmeyince ne işe yarar ki diyerek belki de bu ülkedeki ilk deniz kültürü temalı etkinlik serisini planlamıştım: "bize deniz ozanı gerek!" (
http://sth.org.tr/bize_deniz_ozani_gerek)
Zor ama bir o kadar keyifli bir düşünceydi aslında. Ana fikir çok basitti; deniz olmasa Orhan Veli nasıl bir Orhan Veli olurdu? Can Yücel denizsiz olur muydu? 6 edebiyatçı seçtik; Sait Faik, Cevat Şakir, Yaşar Kemal, Can Yücel, Orhan Veli ve Cemal Süreya. Sualtı temizliğini merkez alan etkinliklerin her birini ilgili edebiyatçıya ithafen, onun eserlerine, eserlerinde yer alan denize... denizle ilişkisine odaklanan görsellerle sergiler hazırladık. Etkinliği belki tartışılır ama ilgi düşündüğümüzden fazla oldu. Fakat gelin görün ki en büyük sorun kendi gönüllülerimizin bile doğru dürüst seçtiğimiz yazarlara, eserlerine ve deniz edebiyatı diyebileceğimiz örneklere dair doğru dürüst bir fikri yoktu
Görsellerden bir kaç örnek:
Can Yücel'in görsel teması Kuzguncuk'tu. Bu da panolarda yer alan alıntılardan bir örnek:
Ben de Boğaziçi de bu bahar
Mavi sakalına erguvanlar takmış
Sarhoş bir İskele Babası kadar
Hem delikanlı
Hem deliler gibi ihtiyarVe ekibimiz...
Orhan Veli'nin teması martılar, Cemal Süreya'nın ki vapurlardı...
Bu etkinlik serisinin bir de Kültür ve Turizm Bakanlığı ile hikayesi var ki, onu da başka bir başlıkta anlatırım bir ara.
Konuya dönersek, ilk deneme kısmen başarılı olmuş olabilir ama benim için ciddi bir hayal kırıkılığı olmuştu. Hatta serinin son etkinliği Yaşar Kemal'e ithafen olacaktı, biz yapamadan adam öldü gitti. Hala da yapasım yok doğrusu.
Geçen yıllar boyunca bu denizle ilişki konusu sürekli yeni yeni eklentilerle zihnimde önemli bir yer kaplamaya devam etti. Sualtı örnekleme çalışmaları ve sergilerden ibaret etkinliklere söz konusu lokasyona özel fikirler geliştirmeye çalıştık zaman içerisinde. Sonuçta Zonguldak'taki çocuk ya da adamlar, Kaş'taki çocuk ya da adamın denizle ilişkisinin aynı olamayacağı aşikardı. Lokasyona özel kitapçıklar, anketler hazırlamaya başladık. Anketlerle bilgiyi ölçmekten ziyade endirekt de olsa vermeyi hedefledik. Bunlar basit, spot ama çoğu zaman ilgi çekici bilgiler oldu. Kitapçıklarda daha çok çocuğun uzun vadeli imajinasyonunda denize yer vermeye çalıştık. Ne derece başarılı olduğunu belki hiç bir zaman bilemeyeceğiz ama en azından söylemedik, yaptık!
Bu kadar girizgahtan sonra gelelim dün yaptığım sunuma.
Dinleyiciler çoğu sertifikalı dalıcı olmak üzere tamamı üniversite öğrencileriydi. Özellikle sertifikalı dalıcı olmaları önemli. Çünkü denizle asgari de olsa bir ilişkileri var. Dahası en azından okudukları üniversiteden dolayı bir deniz kentinde yaşıyorlar. Kısa bir girişten sonra ilk tespit, aşağıda yer alan filmle ciddi ilgililer:
Kısa bir kaç cümle ile bu filmin kaynağındaki sorunun deniz-insan ilişkisinde, denizin insan yaşamındaki konumunun net olmaması, deniz kültürü denen ucu açık, biraz da flu kavramın öneminde olduğundan dem vurup başladım anlatmaya.
İlk öykü "Fenikeliler Amerika'da". Ana fikir basit; denizler tarih boyunca engel değil, kıtalar ve insanlar arasında köprü oldular. Hakim akıntılarla aslında tüm bu yolculuklar mümkündü.
Ardından iddiayı daha sağlam temellere oturtmak adına Salların Altınçağı, yani ciddi zamanı ayırıp, ilgi ve saygıyla derlediğim ve birgün tam da bu amaçla kullanacağımı umduğum bir birikim. Thor Heyerdahl, William Willis, Eric de Baisschop ve Alain Bombard'ın yolculuklarını içeren görsel destekli anlatılar.
Bu bölüme olan ilgi beklediğimden fazla, fakat başlangıçtaki sualtı görüntülerine olduğu kadar yoğun değildi.
Deniz-insan ilişkisinden deniz kültürüne geçiş argümanım kendi adıma aşağıda:
Bu adam Joshua Slocum. İlk kez tek başına ve de sadece keyif için dünyayı gezen adam. Teknesi Spray:
Ve denizlerin Şekspir'i, Bernard Moitessier ve teknesi "JOSHUA".
Sene 1997, Vendee Globe'un Güney Okyanusu etabında bir albatros eşlik etmekte Isabelle Autesiier'in teknesi PRB'ye ve Isabelle'in ona verdiği isim "BERNARD".
Bu üçlüyü gerçekten çok önemsiyorum kendi adıma. Bu bir sürekliliğin, farkındalığın muhteşem bir örneği bana göre.
Son bölüm Osmanlı'da deniz kültürünün izleriydi.
Görseller ve ardındaki düşünceyi sıkça paylaşmıştım. Günlük yaşamda denizin yeri, denizle ilişkimizin göstergesi. Basit ve anlaşılır olması adına sıkça verdiğim örnek Mısır. Hemen her konuda geride bırakabildiğimiz bir kaç ülkeden biri olan Mısır, sualtı söz konusu olduğunda efsanedir. Korumacılık çok ciddi boyutlarda ve daha önemlisi sıkı cezalarla desteklenmekte. Peki Mısırlı çok daha aydın, çok daha köklü denizcilik geçmişine sahip olduğu için mi? Tabi ki hayır. Gubal Strait çıkışındaki ThistelGorm batığı tek başına Büyük Piramit'ten fazla gelir sağladığı için.
Toparlamam gerekirse, bir saatte yaklaşık üçbin yıla yayılan bir anlatı oluşturmaya çalıştım. Ciddi zamanımı aldı derlemek ama daha önemlisi sıralamak ve anlatılır hale getirmek. Fakat sanıyorum iyi bir malzeme çıkıyor ortaya. Şimdi hedefim 13-14 Nisan'da Uludağ Ünviersitesi'nde yapacağım sunuma kadar eldeki malzemeyi bir film haline getirebilmek.
Yazmam bile uzun sürmüş...