28 Temmuz 2017, Cuma
Ne geceydi ama! Dün, demiri atana kadarki son bir mil kabus gibiydi resmen! Yağmur, sonra da devam etti ama insan gibi…
Benim üstümden geçen fırtına 2-3 saat sonra İstanbul’u da vurmuş. Tabii önce Marmara’yı, Avşa’yı karıştırdıktan sonra. İstanbul’da, çekekte devrilen tekneler mi dersin, limanda domino taşları misal yıkılan konteynırlar mı, kaputu-tavanı dolu kraterleri dolan arabalar mı… Ceviz kadar diyen de oldu yağan dolu için, tenis topu kadar diyen de. Zaiyat nedir, bilmiyorum, televizyonum yok ki! Allah herkesin yardımcısı olsun, zor bir gündü, zor bir geceydi…
Bir an önce demiri toplayıp Çanakkale’ye dümen tutmalıyım. Öğlene doğru Çanakkale’de hatunla buluşup çıkış işlemlerimizi halledecektik.
Çanakkale’ye doğru seyirdeyim, boğazın tam ortasında. Hava, sanki dün köpüren, şahlanan kendisi değilmişçesine sakin gayet. Bu boğazdan “aşağı” inmek çok kolaydır normalde, çıkmak zordur. Ama bu sefer, bendeki talih, aşağı inerken zorlanıyorum. Dünkü havanın etkisinden olsa gerek, normal hızımdan 1,5 mil daha yavaş iniyorum! Pes!
Gemi yolunun tam ortasında, trafiğe karışmış iniyorum. Derinlik 60 metrelerde. Sakin sakin kahvemi yudumlarken yine o aynı uğursuz alarm beni yerimden zıplattı; derinlik alarmı! Derinlik 3,0 mt… 2,7 mt… 2,4 mt… Boğazın, gemi yolunun ortasında bu nedir şimdi diye düşünürken nefesimi tuttum… Sığlık falan olamaz burada! Acaba yeni bir batık falan mı? Makine stop, iskele alabanda! Allah’ım batık falansa da bu ne biçim bir batık ki 60 metre olan deniz dibinde yatarken su yüzüne kadar uzanıyor??? Gözüm derinlik göstergesinde! … 2,2 mt… 1,9 mt… Yapacak hiçbir şey yok! Bir saniye içinde olacak ne olacaksa! Karinayı delmesek bari! … 1,7 mt 2,3 mt 6,7 mt… 17 mt… 63 mt…
Ohhhhhh, çok şükür! Bu neydi ya şimdi? Toplasan 3-5 saniye sürdü her şey, ama ömrümden ömür gitti! Neydi acaba gerçekten! 60 metrelik batık olmaz. Acaba kocaman bir balık mıydı? Belki de bir yunus sürüsü… Onlar meraklı olur, iyice yaklaşıp salmamın ne olduğuna mı baktılar acaba? Neyse ki geçti gitti çok şükür!
Çanakkale’ye 11:40’ta vardım. (40.152267°, 26.404164°) Bağlanırken sordu görevli “gece kalacak mısınız kaptan?” Hayır dedim, çıkış yapıp devam edeceğim. Bağlanıp adımımı karaya atmıştım ki Sare aradı, gelmiş. Buluşup doğruca çarşıya gidiyoruz, evrakların fotokopilerini çekmek için. Bu ilk çıkışımız olacak kayıkla. Hafiften heyecan da var. Tüm paylaşımları, tecrübeleri okumuşuz, evraklarımız tam. Hatta fazlası bile var. Çıkış işlemlerini kendimiz yapacağız; önce Gümrük, sonra Liman en son da Polis.
Ofise girdik, transit log yok dediler. Nerde bulunur peki? Kepez’de. Git-gel taksiyle 100 lira yazar dediler. Ya da ordaki adama 150 lira ver, log ücreti 30 lira dahil, tüm işi hallediversin senin adına sen kayığında kahveni yudumlarken.
Mecburen bu yolu seçtik biz de. Dönüşümüzde kullanacağımızı da düşünüp iki tane transit log sipariş ettik. Adam gitti, geldi. Hemen doldurmaya başladı belgeyi. Süper! Bir saate çıkarız gibi. Gümrük memuru geldi, transit logu onaylayacak. Soruyor; Daha önce bu tekne ile yurtdışına çıkış yaptınız mı? Cevap; hayır. “Ama bu tekne 2014’te yurda giriş yapmış görünüyor?” “Olabilir… Ben bir buçuk yıl önce aldım, 2014’ü bilemiyorum.”
İşte gerilimin işaret fişeği! Bu noktadan sonra gümrükçü 2014 yılında giriş yaparken kullanılan transit logu istiyor, ben de “Nerden bulayım! Tekne o zaman benim değildi ki…” diyorum. “Olmaz” diyor, “O belge olmadan olmaz!”
Eski sahibine, eski sahibinin giriş-çıkış işlemlerini yapan acenteye ulaşıyor Sare. Ama orijinal evrak yok maalesef. Kopyasını yolluyorlar hemen. Gümrükçü beğenmiyor. “Ayrıca teknenin ismi de değişmiş! Neden değiştirdiniz?” Ya sabır çekerek cevaplıyorum; “Çünkü öyle istedik!”
Saatler geçiyor, sinirler geriliyor. Gümrükçüye soruyorum; “Bu belgeyi, ben tekneyi alırken kimse bana vermediği gibi işlemi yapan Çeşme Liman müdürü de mutlaka almam, saklamam gerektiğini bana söylemedi. Şimdi benim kabahatim nedir?” “Yok” diyor gümrükçü, “Ama ben yine de ceza keseceğim çünkü belge yok ortada...”
- Peki, ceza ne kadar?
- 72 lira.
- Hemen kesin, ödeyeyim.
- Ama gecikme olduğu için faiziyle birlikte 8 katını ödeyeceksiniz.
- Yuh!
Ben bir taraftan, eşim bir taraftan sakin bir şekilde ne diller döküyoruz, memur “Nuh” diyor sadece, “Nuh”
Zafer abiyi arayıp durumu anlatıyorum. Şekerlemesini böldüğüm halde hemen ofisin telefonunu arayıp memuru istiyor; Denizlerdeyiz Amatör Denizciler Derneği Genel Başkanı sıfatıyla. Memur telefonu alırken oturuşunu bile düzeltiyor. Ama maalesef konu çözülmüyor, çözülemiyor! Saatler geçiyor, sinirler geriliyor.
Bütün bunlar yaşanırken işlem ücreti adı altında 150 lira ödediğimiz adam orda öylece izliyor olan biteni, kayıtsızca. Hani şu, biz kahvemizi içerken bizim adımıza tüm işlemleri halletsin diye 150 lira verdiğimiz adam.
O kadar dil dökmemize gümrük memuru amirini arıyor, tekrar tekrar anlatıyor “vatandaş mağdur” diye. Amirin telefonda ettiği söz bende şalteri attırıyor artık; “Olmaz öyle şey! Çıkışa izin vermeyin. Ben nerden bileceğim o teknenin çalıntı olmadığını?”
Telefona sarılıp başlıyorum saydırmaya; “Yuh artık! Bu kadarı da fazla! Hiç mi akıl edemiyorsun yahu? Hiç mi kafan basmıyor? Bu teknenin ruhsatı benim adıma. Bu ruhsatı bana bu devlet vermiş! Çalıntı olsa bana bu ruhsatı verirler mi? Ayrıca sen nasıl böyle fütursuzca itham edersin beni?...”
O ana kadar, yılanı deliğinden çıkartmak adına kendine hakim olan bende kayış kopuyor. Başlıyorum bağırıp çağırmaya… Sare de diğer yandan çemkiriyor; “Avukatım ben. Bu işin peşini asla bırakmayacağım! İnadına uğraşacağım bu dava ile! “
Hangisinin etkisi ne kadar oldu bilemiyorum ama 17:15’te memur yanımıza geliyor. Mülayim bir tavırla “Tamam” diyor, “İmzalayacağım…Gümrük işiniz tamam. Şimdi hemen sizin adınıza Liman başkanlığını da arayalım. Sıra onlarda…” Arıyor ordaki memuru ama adam çıkmış! “Keşke 15 dk önce arasaydınız…Artık yarın sabaha…” diyor. İçimden diyorum ki; “Asla olamayacak gümrük işi nasıl oldu da oldu bir anda. Ve neden mesai saatinden hemen sonra oldu da bir 15 dk daha önce olamadı?” Tabi içimden…
Mecburen gece Çanakkale Belediye Marinada kalıyoruz. Gecesi 85 lira.
Olan bizim, zaten kısıtlı olan izin zamanımızdan giden bir koca günümüze ve tatil modunda, pamuk helva kıvamında iken gerim gerim gerilip laçka olan sinirlerimize oluyor. Cuma 11:40’ta bağlandığımız Çanakkale’den cumartesi 14:35’te avara olabiliyoruz ancak. Çıkmadan hemen önce Liman Başkanlığından imza alırken “İstanbul’dan gelmişsiniz. Ordan niye almadınız çıkışınızı?” diye soruyor memur. “Burayı tercih ettik…” falan diyorum. “E tabii…” diyor, “…ordan alsaydınız üç gün uğraşırdınız.” Dişlerimi sıkıp içimden ya sabır çekiyorum! “Peki…” diyorum, “…İstanbul’dan çıkış alsaydık Yunan’a gidene kadar, misal Marmara adasında, burda mola verebiliyor muyduk?” “Olmaaaazz!” diyor. “Yurtdışı çıkış yaptıktan sonra Türkiye’nin hiçbir yerinde karaya çıkamazsınız.” “O zaman nasıl alacaktık ki çıkışı İstanbul’dan? Yelkenli tekne bu. Hızı 5 mil. İstanbul’dan burası 3 günlük yol…” diyorum. Hiç cevap vermiyor, veremiyor.
Avara olmuş yol alırken bir yandan şükrediyoruz sonunda çıkabildik diye. Artık “resmen” yurt dışına çıkmış bulunuyoruz. Ama saat üçe geliyor. Bu saatten sonra Limnos’a varmak imkansız. Geceyi geçirmek için uygun bir koy bulup demirliyoruz.
Yok canııım, bu koy Türkiye’de değil tabii ki!
We are like islands in the sea, separate on the surface but connected in the deep!