2 Ağustos 2017, Çarşamba
Bugün de Myrina’dayız. Havayı bekliyoruz. Acaba buradan sonra ne tarafa dümen tutsak, Molivos’a mı, Thasos’a mı, yoksa Halkidiki’ye mi?
Bakıyorum, bakıyorum… Halkidiki’ye gidersek yolumuz biraz uzayacak. Yolun uzaması bir yana etaplar da biraz uzun olacak. Ayrıca, zaman da kısıtlı. Molivos’a doğru gidersek rüzgar kolayımıza olur. Çok güzel yelken keyfi yaparız. Ama Midilli’ye inip gezdikten sonra yukarı çıkmak çok ta pratik olmaz. En iyisi Thasos galiba.
Hava öğleden sonra hafifleyecek gibi görünüyor. O zaman çıkıp şu Myrina’yı iyice bir gezelim artık, değil mi!
Yanı başımızda, üç gündür bize bakıp duran kaleden başlıyoruz gezmeye. Adamlar çok iyi korumuşlar kaleyi, tarihi. Kaleye çıkan patikayı imar edip taş döşemişler, çıkanlar zahmet çekmesin diye.
Heybetli kale kapısı ardına dek açık. Giriş ücreti isteyen yok. İçerisi alabildiğine geniş. Şehre, limana en hakim tepeye yapılmış kale. Bu şehir, bu ada 1479 – 1912 arasında Osmanlı hakimiyetindeymiş. Sonra, diğer adalar gibi çıkmış elimizden.
Kalenin içinde küçük bir ceylan sürüsüne rastlıyoruz. Ceylanlar bizden ürküyor benim ceylan da onlardan. E tabii! Hayvanat bahçesi dışında ceylan mı görmüşüz şimdiye dek. Kalenin içindeki yapıları geziyoruz tek tek, sarnıç, cephanelik, hamam. Yüzyıllara meydan okumuş yapıları inceliyoruz hayranlıkla. Gerçekten sahip çıkılmış güzellikler…
Kale turundan dönüşte, hafifleyen rüzgarın izniyle, kayığın havuzluğunda yorgunluk atıyoruz biraz. Teknemizin kıçında nazlı nazlı dalgalanan bayrağımızı gören bir amca “Merhaba” diyor! Kılığından, görmüş geçirmiş biri olduğu anlaşılıyor. “1956’da geldim ben bu adaya” diyor. Öncesinde Bozcaada’da yaşıyormuş ailesiyle. Aradan geçen onca yıla rağmen konuştuğu Türkçenin berraklığına şaşıyoruz. “Tabii konuşurum” diyor amca, “…ilkokulu Türkiye’de okudum ben.”
Az sonra başka bir amca “Merhaba” diyor. Bayrağı gören geliyor diye gülüşüyoruz. Bu seferki amca unutmuş Türkçeyi. Ama Ekinlik diyor, Alaçatı diyor, Foça diyor… Yarı Yunanca, yarı İngilizce anlatıyor hikayesini. Sünger avcılığı yaparmış on kişinin çalıştığı bir teknede. İşi, dalıp süngerleri toplamakmış. Sonra, yine mübadele ile, terk etmek zorunda kalmış Türkiye’yi. Ama, gözlerinde sımsıcak duygularla “I love Turkey” diyor hala. Olmayan Türkçesiyle, bir de türkü tutturuyor keyifle; “Çanakkale iiiçindeee vurdular beniiii…”
Akşamüstü, tam hazırlanıp çıkacakken yine iskelede yürüyen birinden gür bir ses; “Selamünaleyküüüüm.” “Aleyküm selaaam” derken dönüyorum o tarafa. Bu defaki yirmili yaşlarının ortalarında, genç bir arkadaş. Başlıyoruz ayaküstü muhabbete. O kadar iyi bir şiveyle konuşuyor ki “Ben Türk’üm desen inanırdım” diyorum. “O kadar iyi mi gerçekten de Türkçem?” diyor. O kadar iyi gerçekten de.
İskeçe’de oturuyormuş. Eğitimi için Selanik’te bulunmuş. Şimdi de Limnos’ta kite-surf eğitmeni olarak çalışıyormuş. “Bir gün Türkiye’ye de gelmeyi planlıyorum ama bakalım…” diyor. Yanındaki, muhabbete Fransız kalan arkadaşını da düşünüp vedalaşıyor. Giderken de bombayı patlatıyor; “Ben Muzaffer bu arada. Çok memnun oldum” O anda Sare’yle birbirimize bakıyoruz şaşkın şaşkın! Nasıl yani?? Muzaffer mi?? Meğer İskeçeli Pomak azınlıktanmış. Gülerek uğurluyoruz Muzaffer’i…
Akşam olunca Myrina’nın “piyasa caddesini” arşınlamaya başlıyoruz. Epeyce kalabalık, hareketli. Herkesin elinde frappe. Çok meşhurmuş. Biz de alalım birer tane diye bir pastaneye giriyoruz çarşı meydanında. Tezgahtara soruyoruz var mı diye, tabii diyor. İki tane rica ediyoruz, “Ama şekersiz olsun” diyoruz. Kız, şekersiz de frappe mi olurmuş bakışı atınca açıklamak zorunda hissediyoruz; “...Biz çayı kahveyi hep şekersiz içeriz de.” Kız ikna olmayınca “Peki madem. O zaman az şekerli olsun bari” diyoruz. Hazırlamaya başlıyor az şekerli frappelerimizi, suratında “peki, siz istediniz” bakışıyla.
Parasını verip alıyoruz; iki frappe 3 euro. Dönüp çıkacakken ilk yudumlarımızda anlıyoruz kızın tüm o bakışlarının sırrını! Bi’şeye benzemiyor ki bu! Dönüp, “Haklıymışsınız…” diyoruz, “…biraz daha şekerli olabilirmiş aslında, ekleyebilir misiniz?” Kız bu sefer de ben size demiştim gibisinden bir ifadeyle bakıyor. “Olmaz öyle şeker eklemekle” diyip yeni baştan iki frappe hazırlamaya başlıyor. “Hiç gerek yok! Gerçekten…” desek de oralı olmuyor bu sefer. Yüzünü bile ekşitmeden hazırlıyor yenilerini. Bir yandan da nereli olduğumuzu soruyor. Türk’üz biz deyince gülümseyerek ekliyor; “We are brothers” Ne kadar ısrar etsek de ikincilerin parasını almıyor.
Teşekkür edip memnun çıkıyoruz pastaneden elimizde frappelerle.
( rotasanda.blogspot.com )
We are like islands in the sea, separate on the surface but connected in the deep!