Dostum Hakkı Şen'den bir alıntı.
FEDA RUHU VE BEŞİKTAŞ'IN KADERİNİN ÇİZEN DENİZCİ
HAKKI ŞEN
13 Mart 2017 Pazartesi 11:42
Türkiye’de kurulan ilk spor kulübü olmasıyla armasında Türk Bayrağı taşıyan tek takım olan Beşiktaş’ın tarihi şampiyonluklarla olduğu gibi fedakârlık hikâyeleriyle de dolu. Birazdan okuyacağınız hikâye tüylerinizi diken diken edecek.
Türkiye’de kurulan ilk spor kulübü olmasıyla armasında Türk Bayrağı taşıyan tek takım olan Beşiktaş’ın tarihi şampiyonluklarla olduğu gibi fedakârlık hikâyeleriyle de dolu. Bu hikâyelerden anlıyoruz ki Beşiktaş’ın hep imrenilen ve insanlara örnek olan asi ruhu aslında ona geçmişin mirası. Birazdan okuyacağınız hikâye Türkiye’nin en eski spor kulübü olan Beşiktaş’ın, sadece bir spor organizasyonu olmasının çok ötesinde bir anlam taşıdığını bizlere gösteriyor. Beşiktaş Futbol Şubesi’nin kurucusu olan Kurtuluş Savaşı’nın ilk şehitlerinden Yüzbaşı Şeref Bey’in Kardelen isimli bir tekneyle Karadeniz’in hırçın sularında, kalbinde bağımsızlık ve Beşiktaş aşkıyla verdiği mücadeleyi ve onunla kader ortaklığı yapan İnebolulu genç denizcinin hikâyesini Göksel Duyum satırlarından okurken, Beşiktaş’ı Beşiktaş yapan “FEDA” ruhu tüylerinizi diken diken edecek.
Boğaz bir nehir gibi akıyordu Marmara’ya doğru... İstanbul’un üzerine çöken o kurşuni havayı, manevi ağırlığı kaldıracak bir evliya beklentisi vardı sokaklarda... Karayelden esen rüzgâr, yağmur getirecekti şehit mezarlarına...
Bu dünya güzeli şehir, beş yüzyıl sonra, kansız savaşsız İngilizlere teslim edilmişti bir mayıs sabahı... Dolmabahçe önünde son birlik de silahlarını teslim ediyordu. Yüzbaşı Şeref ve birliği, manga manga tüfeklerini, tabancalarını, hatta süngülerini İngiliz subaylarına makbuz karşılığında verdiler. Bu sıkıntılı işin sonu geldiğinde, İngiliz çavuş, Yüzbaşı Şeref’e seslendi:
- Sör! Tabancanız...
Şeref hiddetle döndü, elini kaldırdı, çavuşa vuracak oldu. İngiliz binbaşı araya girdi ve “Tabancanız kalsın, mermileri boşaltınız yüzbaşı” dedi.
Şeref hiddetle tabancasını çekti, ateş edebileceğini düşünen İngiliz askerleri silahlarını ona doğrulttular. Şeref altıpatlarını gökyüzüne çevirdi, tambur pimini çekti, pirinç kovanlı ve uçları çentikli altı mermi iki metre yükseklikten yere boşaldı. Sonra kabzası Laz işi, baba yadigârı tabancasını kılıfına soktu, asker dönüşüyle birliğinin karşısına geçti. Hazırolda bekleyen 120 asker yumrukları sıkılı, dişleri kenetli, Galiçya’dan Hicaz’a, Trablusgarp’tan Fizan’a peşinden gittikleri bu mert adamın ağzının içine bakıyordu. Bir emir verse, evet, o bir emir verse bir avuç züppe İngiliz’i elleriyle boğabilirlerdi.
- Şimdi dağılıyoruz arkadaşlar. Sizi on yıldır sabırla bekleyenlerin yanına gidin. Ama unutmayın, bu iş daha bitmedi, bu millet esaretini yenmek için sizin gibi yiğitlere ihtiyaç duyacaktır. Bana hakkınızı helâl eder misiniz?
Bir an sessizlik oldu. Elleri cebinde ve avucunda yuvarlak metal çerçeveli gözlüğü olduğu halde bekledi... Birliğin çavuşu bir adım öne çıktı:
- Bizim helâlimiz seninle şehit düşmektir komutanım.
Hiç istemediği halde Şeref’in gözlerinden iki damla yaş süzüldü, elinde tuttuğu gözlük tuzla buz olmuştu, avuç içi kanıyordu. Daha sert bir sesle bağırdı:
- Hakkınız helâl midir bana?
Yağmur başlamıştı. Gökyüzündeki martılar birkaç dakika önce yaşadıkları gök gürültüsünden beter bir “Helâl olsun!” sesiyle irkildiler, havalanıp kaçıştılar.
Kandamlaları Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru birer metrelik aralıklarla takip ediyordu Yüzbaşı Şeref’i... Neden sonra elinin kanadığını fark etti. Dolmabahçe Sarayı’nın duvarı dibinde durdu, omuzundaki apoletleri söküp eline sardı. Kanı emen apoletin ipek örtülü yıldızları kıpkırmızı oluverdi. Şeref birkaç dakika sonra Beşiktaş’a vardı. Balıkçı kahvesinde oturmak istedi ancak “Hırpani halim bir Türk subayına yakışmaz” diye düşünerek sahile indi. Çakılların üzerine oturup, teknesinin altını onaran bir balıkçıyı seyre daldı.
Kan çanağına dönen gözlerini uzaklara dikmişti, bahar yağmurunun anlatılmaz hüznüne... İçinde fırtınalar kopuyordu. Sırtına dokunan bir elle irkildi. Kafasını kaldırdı. Biraz önce teknesini onarırken seyrettiği denizci bir şeyler söylüyordu. Ama Şeref duyamıyordu onu. Sararmış dişlerine bakarak denizcinin, anlamaya çalıştı söylediklerini.
- Asker ağa, asker ağa...
- Efendim.
- Okuman, yazman var mıdır?
- Evet. Hayrola?
- Ağam be, teknenin adını yazsan olur mu?
- Tamam. Nedir teknenin adı?
- Kardelen
- Yavuklunun adı mı?
- Hee... Nerden bildin?
Harp Okulu’nda aldığı ‘hat’ dersi ilk kez işine yarıyordu. Şeref, kardelen şekline benzer bir motifle yazdı tekneye denizcinin sevgilisinin adını...
- Ya ağam, çok güzel oldu. Sana borçlandım şimdi ben.
- Olsun, bir gün ödersin. Nerelisin sen?
- İneboluluyum. İstanbul’daki Rum meyhanelerine tuza basılmış torik getiririz biz. Fener’i dönerken teknenin altını vurdum. Burada onarıyorum. Kısmetse öğlen namazı tekneyi indirip İnebolu’ya yelken basacağım.
Yüzbaşı Şeref, Akaretler Yokuşu’nu tırmandı, Osmanoğlu Konağı’nın kapısını çaldı.
- Hoş gelmişsin Şeref Beyim.
Şeref, Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün Divan Kurulu üyesiydi. Eskrim takımında kılıç hocasıydı ve futbol takımında da kalecilik yapıyordu. Konağın ahşap merdivenlerini hışımla çıkıp, çatıdaki malzeme deposuna girdi. Tabancasını çıkardı. Cepkenindeki enfiye kutusunu eline aldı. Kutuyu kulağına götürüp iki salladı. Sedef kakmalı enfiye kutusu tıkırdamaya başladı. Kutuyu açtı, içinden pamuğa sarılmış gümüş bir kurşun çıktı. Kurşunu çizme derisine süre süre iyice parlattı. Kurşunu tabancasının tamburuna sürdü, tamburu hızla çevirip kapattı. Kırlaşmaya başlayan şakaklarına götürdü. “Affet” dedi.
Tık! Boş...
Tık! Boş...
Tık! Yine boş...
Tam o sırada kapı hiddetle açıldı. Ahmet Fetgeri içeri girip, 4. kez tetiğe basmak üzere olan Şeref’in elindeki silahı kaptı. Şeref kendinden geçmiş, ağlamaya başlamıştı.
- Ne yapıyorsun sen, delirdin mi?
Cevap yerine tavanarasını dolduran hıçkırıklar vardı. Sarıldılar. Ahmet Fetgeri, Şeref’i ayağa kaldırdı, koluna girip aşağıya indirdi. Sade kahve ile birer sigara içtiler. “Her şey bitti” dedi Şeref.
- Daha değil. Dün akşam Mustafa Kemal ve arkadaşları, Anadolu’da mücadeleyi başlatmak için gemiyle Samsun’a doğru yola çıktılar.
Gözleri parladı Şeref’in. Birkaç dakika önce Azrail’le Rus ruleti oynayan o değildi sanki... Bir kuş olup o gemiye yetişmeyi geçirdi aklından...
- Ben de gitmek istiyorum.
- Çok zor. Salmazlar seni İstanbul’dan.
Birden Kardelen geldi Şeref’in aklına. Kardelen vardı ya İnebolu’ya giden. “Neden olmasın?” diye söylendi. “Dur, celallenme hemen” diyen Fetgeri’ye Kardelen’i anlattı.
Artık Şeref’i durdurmanın imkânı yoktu. Yukarı çıktı, üç beş parça eşyasını bez asker torbasına sıkıştırdı. İki dost sarıldılar. “Şu torbayı da al, lazım olur belki” dedi Fetgeri.
“Nedir bu?” diye sordu Şeref. “Denize açılıncaya kadar sakın açma” cevabını aldı.
Kardelen denize inmişti. Tam yelken açmaya hazırlanırken, bir sesle irkildi denizci:
- Tayfa lazım mı?
- Buyur ağam. Hayırdır, nereye?
- Senin gittiğin yere. Hatırlarsan bana borcun vardı, ödeşmiş oluruz.
Kardelen, Anadolu Feneri’ni geçip Karadeniz’e açılırken; Şeref, Boğaz’ın süsü erguvanlara son kez baktı. Bu güzelim renkleri İngilizler’e bırakıyordu. Yaralı elini Karadeniz’in az tuzlu sularında yıkadı. Temiz bir bez parçası aradı sarmak için... Fetgeri’nin verdiği çantanın düğümünü açtı. İçinde beyaz bir beze sarılı yuvarlak bir şey vardı. Açtı bezi ve o anda Kardelen’in içine bir futbol topu yuvarlandı. Gözlerine inanamadı. Bu top, mahalli ligde gol yemeden şampiyon oldukları ve hatıradır diyerek sakladıkları “Erthold” marka, içten lastikli pahalı futbol topuydu. “Ah be Fetgeri!” dedi içinden. Gülümsedi...
Ara sıra esen sert rüzgâr ve serpiştiren yağmura rağmen Şile açıklarını neşeyle geçtiler, hava kararırken Ağva limanında demirlediler. Torik lakerdanın satılmamış kısmıyla, mısır ekmeği akşam yemekleriydi. Erik rakısı da çilingir sofrasını tamamladı.
Şeref, gece denizci gence Beşiktaş’ı, can arkadaşı Ahmet Fetgeri’yi ve futbol topunun hikâyesini anlattı hiç susmadan... Sonra bir köşeye kıvrıldı. Sabah yüzüne doğan yakıcı güneşle uyandı. Kardelen, Pazarbaşı burnunu aşmış, yelkenlerini Karasu’ya doğru dolduruyordu. Teknenin genç reisi, Asiye türküsünü söylüyor, bir yandan da yanı başlarındaki yunuslara mısır ekmeği atıyordu. Arasıra da “Kardelenim... Sevdiğim...” gibi mırıldanmalarla yavuklusunu anıyordu. O gece Akçakoca, ertesi gece Amasra limanında yattılar.
Amasra limanı çıkışı denizci gözlerini ufka dikerek “Hava patlayacak ağam” dedi. Şeref baktı, baktı... Keyifli ve güneşli bir 19 Mayıs sabahından başka bir şey göremiyordu. Önemsemedi.
Öğlene doğru deniz kararmıştı. “Karadan neden bu kadar uzaklaştık?” diye sordu Şeref.
- Ağam kaba dalga vuruyor, burnu çevirdim.
Bir süre sonra öyle bir fırtına başladı ki, Şeref’in içi dışına çıktı. “Yelken ipinden uzak dur ağam, ayağına dolanmasın” dedi reis. Bir büyük dalga geçti üzerlerinden. Sonra bir daha... Dümen tutan avuçları ezilmişti denizcinin. Şeref yelken ipini tutmaya çalışsa da, direk kopup, denize düştü. Denizcinin çığlığı yağmura karıştı.
- Ağam ipi sal!
Şeref duyamadı, boyunun neredeyse beş katı bir dalga, sancak tarafından tekneyi alabora etti. Dalga çukurunun dibindeki tekne, denizin altında kaldı.
Denizci büyük bir çeviklikle kendini yukarı itip sudan çıktı. Yüzbaşı Şeref su çekmiş asker üniformasının ağırlığı ve çizmesine dolanan yelken ipiyle, hızla dibe batıyordu. Yarım dakika kadar süren bu dalış, ayağından çözülen iple durdu. Artık teknenin ağırlığından kurtulmuştu ama üzerindeki büyük mavilikle boğuşacak gücü kalmamıştı. Bulanık denizin derinliklerinde gözleri açık çırpınıp dururken, yanından geçen beyaz bir şey gördü. Bu, yukarı doğru hızla çıkan Erthold marka futbol topuydu. Beşiktaş’ın gol yemez kalecisi Şeref topa doğru uzandı, uzandı...
Kerempe Burnu’nda baygın yatan denizcinin genç bedeni, kumsalda dalgalarla birlikte salınıyordu. Hemen yanında bir futbol topu vardı. Genç denizci yüzünü paramparça eden kayalıkların üzerine çıkıp bağırdı:
- Ağam! Ağam!
Cevap gelmedi. Yüzbaşı Şeref, hayatının golünü Karadeniz’in soğuk sularında yemişti. Yanından geçip su yüzüne doğru yükselen topa yetişememiş ve karanlıklar birkaç saniye sonra onu dibe çekmişti.
1924 yılında bir gün, Fetgeri’nin Akaretler’deki konağına bir kadın geldi. Elinde bir torba vardı. Ahmet Bey, bu beklenmedik misafirin getirdiği torbadan çıkan futbol topuna uzun uzun baktıktan sonra sordu:
- Nedir bu bacım, nerden buldun bu topu?
- İstiklal Savaşı’nda şehit düşen kocamın vasiyetiydi, ona bir şey olursa bu topu mutlaka size vermemi istemişti.
- Senin adın ne bacım?
- Kardelen...”
Çarşı nedir?
Çarşı her şeyden önce bir ruhtur, haksızlığın, gaddarlığın, üzerine çökmüş bir karabasandır. Van’da ki depremzede çocukların boynundaki kaşkol, Sinop’ta nükleer santrale direnenler, HES için gelen iş makinalarının önüne yatan teyzedir Çarşı. “Irkçı olmak Cimbom’u tutmaktan da beter” gibi bir pankartla hem sosyal mesaj veren hem rakiplerini küfür etmeden hicvedebilen zekâdır Çarşı. Çarşı, savaşa da karşı oldu, yunus esaretine de karşı oldu. Bu yüzden Çarşı sadece oturduğu koltuğu işgal eden bir kalabalık değil, kolektif bir bilinç toplumda yanlış giden şeyleri işaret eden eşik bekçisidir.
Hakkı Şen
Virahaber
"Clouds and winds and oceans I choose my fate to be... Whom the sea has taken Never shall be free."