Seyir yazısı yazmayalı 3 yıl olmuş. Kırayım bu sessizliği, zira bu son Sivriada palamut etkinliği seyri buna değer. Provokatif başlık için kusura bakmayın, youtuber refleksi...
Murat Abi güneyden yeni dönmüştü etkinlikten önceki hafta. Forumda etkinliği görünce aradım hemen, ayağının tozuyla haftaya gidelim mi Sivriada’ya diye, sen, ben, Nazlı. Seyre doyamamış olacak ki evet ya güzel olur valla dedi. Plan yapıldı kafam rahat zira 45 feetlik zebellah gibi tekneye iyice alışmış kaptanının yanında kızımla rahat rahat takılacağım, miçoluk yapacağım…
Ancak Perşembe günü konuştuğumuzda maalesef bir sağlık problemi çıktığını, dolayısıyla gelemeyeceğini ancak benim tekneyi alıp kendim gitmem konusunda ısrarcı olduğunu söyledi. İnsan 200 bin euroluk bir şeyi gözü kapalı emanet eder mi arkadaşına takdirlerinize bırakıyorum.
Hayatımda bu kadar büyük tekne kullanmadım, ayrıca kullansam ne olacak: BU tekneyi hiç kullanmadım, manevrası nasıldır, huyu suyu nedir, sistemleri nasıl çalışır hiçbir tecrübem yok, 11 yaşında kız çocuğu ile tek başına 22 mil gidiş 22 mil dönüş akıl kârı bir iş değil...
Gerçi tekne uzun bir seyirden yeni geldiği için jilet gibi neta olduğu konusunda tereddüdüm yok ama işte kendime de tam güvenimin olması için yanımda birisi olması şart diye değerlendirdim. Önce kız kardeşimi aradım, mâaile gelin diye, karı koca ikisi ile de seyir yaptım daha önce, az biraz tecrübeliler. Çok istemesine rağmen bir iş dolayısı ile gelemeyeceğini söyledi, hatta haftaya yapsak nasıl olur filan dedi aklı kaldı. Ama etkinlik o hafta sonu…
Başka kim olabilir diye düşünürken eski arkadaşım Maksut geldi aklıma, telefonla aradım, eşini ve kızını da al gel istersen dedim, kocaman tekne rahat ederiz filan. İsabet olmuş, planları yokmuş, sevinerek kabul ettiler. Maksut’la daha önce seyir yaptık, ayrıca inanılmaz pratik zekalı on parmağında on marifet bir adam. Onunla ikimiz teori ile pratiğin ideal bir birleşimi gibiyiz…
Neyse Büyükçekmece’ye gittik Nazlı ile bir saatten fazla süren bir araba yolculuğuyla. Kıyı İstanbul ilginç bir marina, henüz çok tekne bağlı değil, fiyatlar uygun, hızla gelişiyor ama. Lydija’yı pontondan biraz uzak bağlamışlar, yanımda el telsizi getirmiştim palamar botuna rica ettim kıç platformu açmaları için çünkü atlamanın imkânı yok bu şekilde. Malzeme yerleşimi, tekneyi keşif turu, o sırada Murat Abi’yi görüntülü aradım, motor, şarteller, otopilot, seyrüsefer sistemleri gibi önemli şeyleri sordum.
Yarım saat sonra Maksut ve ailesi de geldi, bütün kumanyayı onlar getirmiş sağolsun, koca bavul ile gelmişler, çarşaf marşaf ne ararsan var. Ben yanıma yedek kıyafeti bırak pijama almayı bile unutmuşum. Çakı almışım, dürbün almışım, yelkenci montum, el telsizi ve bir lokma takımı o kadar... Nazlı ise gayet makul yedek kıyafetli filan bir çanta hazırlamış, ödevlerini de almış yanına akıllı bıdık. O da başka türlü tamamlıyor beni…
Neyse efendim, biri gün önce Ahmet Reis ile konuşmuştum hava durumu için, oo dedi hocam Büyükçekmece’den 5-6 saatlik yol. Ben teknenin boyuna göre 6 knottan kafamda 3,5 saat gibi hesaplamıştım (hakikaten de hava ve denizin manyak manyak işler yapmasına rağmen 3,5 saatte girdim.)
Seyir 13:00 sularında sakin başladı, Güneye doğru Büyükçekmece koyundan çıkış zaten 2,5 mil civarı, sonra doğuya döndük. Poyraz yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladı kemere – iskele baş omuzluk civarlarından, teknenin hızını kesiyor. Böyle durumlarda motor-yelken ideal seyri stabilize edip hatta en önemlisi üstüne hız katmak için. Hakikaten ¾ civarı açtığım Cenova dar apazda fazlasıyla işimi gördü 6 knotun altına düşmüyordum başlarda. (Bu arada anayelken sarma olduğu için ben de direk içi furling sistemine karşı bir soğukluğum olduğu için hiç ellemedim.)
Rumeli sahili tuhaf bir sahil arkadaş, aralarda çok kaçak yapan yerler var oralarda rüzgar artarak stabil 20 knot’a oturdu ve 15 knotun da altına hiç düşmedi. Hızımız da 7 knotlara çıktı. Yelken desteği olmasa kemere hattı önünden gelen rüzgarla 5-5,5 anca giderdik tekrar vurgulamak lazım, yelkeninizi kullanın yeni reisler.
Yalnız boğaz hattına yaklaşmaya başlayınca işin tadı kaçmaya başladı. Öğleden sonra melteminin katkısı (esasında kötü saatte çıkmak) ile rüzgar kademeli olarak artmaya başladı hızımız 8 knota yaklaştıkça biz de kademeli yelken küçültmeye başladık Maksut’la, o sancaktan boşluyor, ben iskeleden furling sarıyorum, 3-4 defa yaptık bu operasyonu.
En son 3 mil hiç bitmez derler ya, fazlasıyla öyle oldu. Rüzgar 30 knot sağanaklarda 35 knot’a dayandı ve deniz de kaldırmaya başladı. Teknedekiler tedirgin oldu, çocukları aşağı yolladım, git kamaranda yat dedim Nazlı’ya ama kafasını vurmuş kamarada, gerçi keyifli bir anı olarak anlattı şebek, lumbozdan fırtınayı seyrediyordum donk diye vurdum diyor…
Bu yolun tecrübeli kaptanları böyle havalarda bizim geldiğimiz istikametten kendilerini adanın güneyine atıyorlar, saçak altı olup o sırada hazırlık yapıp doğudan limana yaklaşıyorlarmış. Ben mal gibi limanın kuzey ucuna rota tuttum, motoruma ve elektroniğime nedense bir güven var içimde, ikisinden biri patlasa ayvayı yiyeceğim halbuki, zira gitmek istediğim rota 90 derece iken pruvamı 70’e çeviriyorum öyle bir rüzgar var.
Son dakika lüzumsuz atraksiyon olmasın diye 2 mil önceden yelkeni de tam kapadım ki biraz erken verilmiş bir karardı çünkü hızımız 4,5 knota düştü ve Maksut’un eşi Ferhan’ın deyimiyle teknenin içi tam bir “yayık”a döndü. Bu hal üzere gürültülü ama keçi gibi inatçı otomatik pilotumuzun da marifetiyle elimle koymuş gibi kuzey liman girişine getirdim bu balık etli Lydija isimli hatunu...
Gelmeden bir 10 dakika önce Ahmet Reis’i aradım, sesi tedirgin geldi içerde tekne bağlıyoruz biraz hava var filan dedi. Ama yapacak bir şey yok zaten sıkı dayak yedik atalım kendimizi içeri dedik, limana girdim. Kıyıdakiler genişçe bir yere kıçtan kara gel dediler ama bu zebellah nasıl dönecek. Teknelere fazla yaklaşmadan hatta biraz da abartarak (emniyette abartmanın zararı yok) neredeyse liman girişinde döndüm ve geniş bir tornistan aldım. Adam gibi dümen tutsun ve o sırada manevrasına alışayım diye. Maksut operasyonu biliyor başa yolladım. Teknede sesini başa duyurmak bile mesele ama rüzgarda.
Tamam dedim burası 3 tekne boyu civarında demiri funda ederek yaklaştım. Rüzgar altımdaki teknede bir çift tedirgin gözlük usturmaçalar konusunda sertçe uyardı bizi, indirmeye vaktimiz olmamıştı zira o hengamede. Ustalık filan taslamayacağım, rüzgârda (hele hele bordadan basan en az 20 knot rüzgarda) usta filan kalmaz, defalarca gördük bunu, biraz şans diyelim biraz da teknenin muazzam ataletiyle kendim de hayret edercesine elimle koymuş gibi ideal bir pozisyonda kıyıya yakın durduk, rüzgar altımdaki tekneye değmeyi bırakın yaklaşmadım bile!
Halatlar verildi, platform mesafesi ayarlandı. Zincirin boşu alındı, geçmiş olsun…
İçeriye bir göz atmak için kamaraya indiğimde hoşuma gitmeyen bir ses duydum, zincir tarama sesi olduğunu hemen anladım ve başa fırladım, kamaradan çıkarken hakikaten kıç biraz yanaşmış, eyvah dedim tazelemek mi gerekecek yoksa ama biraz daha boşunu alınca adam gibi oturdu çapa ve bir daha da problem çıkarmadı.
Sahile indik, reislerle selamlaştık. Özellikle Mustafa Abi’yi, Erol Abi’yi ve Zafer Abi’yi ne özlemişim ya, otomatik olarak kucaklıyor insanları bünyem hal böyle olunca…
İyi ki gelmişiz be dedim duygulanarak.
İşin keyifli tarafı başladı tabii, bir kere Nazlı ile inanılmaz güzel vakit geçirdik baba-kız. Günbatımını izledik, yürüyüş yaptık, Nazlı buraya ilk defa geldi ve adayı çok sevdiğini hatta gitmek istemediğini söyledi. Bir sürü güzel taş topladı. Teknede bir el telsizi daha olduğundan hadi tek başına gez adayı al bu telsizi konuşuruz dedim. Ana karaya bayağı uzak olduğumuzdan 73’den konuşuyoruz kimseyi etkilemez diye düşündüm. Telsiz onun da hoşuna gitti anlatıp duruyor baba bir taş buldum, baba burada şöyle bir yol var, vs. geveze…
Ataköy marina uyardı bizi kanalınızı değiştirir misiniz diye…
Oha dedim, 7,5 milden duyurmuş kendini bak bizim ucuz Baofeng’e! Gerçi gücü düşürmek filan aklıma geldi de nasıl yapılacağını unuttuğum için başka kanala geçtik.
Erol Abi ile teknede sohbet ederken her zamanki sempatikliğiyle anlatmaya başladı ben dedi 2 defa meteoroloji dersi aldım ustalardan, bildiğimi de unuttum çıkamadım bu işin içinden ondan sonra da bıraktım dedi. Gerçekten haklı, şöyle ki ben doktora sonrası araştırmalarım zamanında 1 yıl kadar Fransa’nın Nantes şehrinde kaldım. O şehre Atlantik havası hakim olduğundan dolayı orada o kitap bilgilerinin hepsini görebiliyorsunuz. İşte bıyık gibi bulut olursa şöyle olur ertesi gün, vs… Ama bizimki gibi girift coğrafyalarda bunların hepsi hava cıva. Yerel bilgi almak çok önemli ve bu global modellerin henüz erişiminin dışında olan bir şey. İşte yolda başımıza gelenler en somut örneği… O yüzden ne yapıyoruz? Ahmet Reis'i arıyoruz
Gezinin gerçek kahramanı Ferhan mutfakta harikalar yarattı. Yolda nasıl acıktığımı anlamamışım ama şahane bir tarhana çorbası peşinden inanılmaz bir fasulye tava… Yahu dedik daha balık var ama onu da gömdük yani.
Mangal başında dostlarla sohbet harikaydı, Baba Tunca’nın Tunca’sı ile de tanışmış olduk nihayet ve bu delikanlıyı çok sevdim.
Maksut’la adanın kuzey mendireğinde alabildiğine panoramik ve pırıl pırıl bir İstanbul manzarasında tadına doyum olmaz bir sohbet ettik. Maksut bu gezinin kendisine de çok iyi geldiğini söyledi. Bana da öyle oldu…
Gece klasik denizci hastalığı azıcık rüzgar değişti diye saat 3’de uyanıp dışarı çıktım hava batıya dönmüş, sıkıntı yok, kıçtan esiyor, biraz turladım, ölgün bir ateş başında kalmış 3 denizcinin yanına gittim, selam verdim, hayırdır birader der gibi bakınca geri döndüm, tekneye girip yattım. Yoksa adanın hayaletleri miydi la bunlar?
Ertesi gün kahvaltıda yine Ferhan’ın coşturduğu mutfağı ile yumurtalı patates, pancake, reçeller, ballar, Zafer abiden aldığım börek, teknede yemek salaş olur derler ya, evde böyle kahvaltı yapamazsınız! Moraller yerinde herkes mutlu. Hava yine sapıtmaya başladı, gelirken deniz suyundan ıslandık, giderken de yağmur! Bu sefer geniş apazdan alıyoruz rüzgarı ama kaba dalga da var biraz, öyle olunca yine yelken bastık tabii, yine 3,5 saatte Büyükçekmece koyuna girip marinaya girmeden çay molası için koyda demirledik.
Kıyıya yakın olsun diye demirlediğimiz yerde salmanın altında yarım metre su var, ulan ne gerek var yani, niye bu hayatı sınırlarda yaşıyorsun Doğan diye kendime bir kızdım. Kendime bazen fazla mı yükleniyorum yoksa bunu hak ediyor muyum bilmiyorum. Neyse çayımızı içtik, karaya oturmadan aldık demirimizi ve marinaya girdik.
Bota çok doğrudan bir komut verdim. Arkadaşım çok yorgunum bas şu sancak kıç tarafımdan diye kendimi ittirttim yerime
ve sağ salim bu seyri tamamlamış olduk. 3 yıl sonra denizcilik açısından acayip bir özgüven ve "iman" tazelenmesi oldu.
Herkese çok çok selamlar, etkinlikte emeği geçen ve katılan reislere sevgiler, saygılar…