Geçtiğimiz bayramın ikinci günü alt katımızda yalnız yaşayan komşu Teyzemizi ziyarete gittiğimizde, Teyzemizin gelininin Nubar Terziyan'ın yeğeni olduğunu öğrendik. Hani şu nostaljik Yeşilçam filmerinde babacan polisi ya da aile doktorunu canlandıran sevimli aktör...
Komşu Teyzemiz, Nubar Terziyanın anılarını yazdığı bir kitabı olduğunu ve ödünç verebileceğini söyleyince ben hemen sevinçle kabul ettim. (Ne idim ne oldum, İletişim Yayınları 1995)
Meğer bizim babacan aktörümüz gençliğinde muzip ve fırlama bir delikanlıymış. 1909 doğumlu yazarımız edebi olarak çok başarılı olmasa da 100 sene öncesinin insanlarını ve İstanbul'unu içeren anılarının ebedi olmasını sağlamış. Kitabı keyifle bir çırpıda okudum. Amatör tiyatro gruplarıyla sahneye koyacakları Hamlet oyunu için kabristandan kuru kafa çalması gibi matrak olaylardan 6-7 Eylül gibi dramatik günlere kadar insanı içine çeken farklı bir yaşam öyküsü...
Anılardan birisi, 1926'da Aktörümüz henüz 17 yaşındayken yaşadıkları bir tekne kazasını içeriyor. İstanbul gazetelerinde Nubar ve bir arkadaşının öldüğü haberi bile yazılmış ama sinemamızın bu güzel insanı sonunda kurtulmuş.
Kitabın sonundaki ( Aşağıda paylaştım) fotoğraflardan birisi sayesinde Nubar Terziyan'ın ünlü şarkıcı Fedon'un dayısı olduğunu da öğrendim.
İstanbul yaşayan hepimizin azınlıklardan, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen pek çok arkadaşımız, komşumuz olmuştur. Hatta benim bir de asker arkadaşım vardı. Kültür zengiliğimize zenginlik katan tüm azınlık dostlarımızı saygıyla selamlıyorum. Nubar Terziyan'ın en iyi dostu Hulusi Kentmen'miş. Bu vesileyle Yeşilçam'ın hayatlarımızda derin izler bırakan, aramızdan ayrılmış tüm emekçilerini rahmetle anıyorum.
Aşağıdaki anı neredeyse 100 yıl önce yaşanmış. Terziyan bu anıyı yaklaşık 60 yıl sonra kaleme aldığı için hatırladığı kadarıyla yazmış.
Biz de bayramın dördüncü günü bu yaşananların başladığı yer olan Büyükada Dilburnu'na seyir yapıp denize ekmek atarak 1994 yılında yitirdiğimiz sevgili Nubar Terziyan Alyanak'ı andık.
Şimdi sizi genç Nubar'la başbaşa bırakayım...
------------------
Benim sinemadan ayrı olarak denize çok büyük bir sevgim var..
Hâlâ öyle. Kumkapı'da salaş bir deniz hamamı vardır, Yenikapı'da otururken oraya giderdik. Daha henüz 11 yaşındayım, bir gün deniz hamamında boğulmak üzereyken banyodan çıkınca kurulamakla ve peştemalları toplamakla görevli, gözünün biri sakat banyocu, benim suda çırpınışımı görünce elindeki sopası ile beni kurtardı. Onun sayesinde bugün hayattayım. Fakat bugün o geçmiş senelerin ve maceraların sayesinde deniz benim en aranan dostum ve ilacım oldu...
Öyle günler oldu ki, Boğaz'da yaz ve kış oturduğum on sene boyunca kışın denize girdim de beni o vaziyette görenler "Bu adam deli mi ne?" dediler. Halbuki bana deli diyenlerin kendileri deliydi. Denizden eve dönünce aynı sözleri karım söylerdi. Ben de ona "Bana deli diyenler kendileri deli ki yüzlerini bile yıkamadan gözlerinin biri kapalı beni seyrediyolar derdim.
Sene 1926, bir arkadaşın kotrası ile bir cuma günü hafta tatilini geçirmek ve eğlenmek üzere beş arkadaş Marmara'ya doğru açıldık, kotramızda nevale olarak ne isterseniz var. Tatlısından, tuzlusundan yani biberden, patlıcan dolmasından, helvasından, mezesinden... Daha fazlasını yazamayacağım ağzınızın sulanmaması için, zira benimki başladi sulanmaya...
Bende ağız mızıkası, bir arkadaşta mandolin, bir diğerinde de gitar, diğer ikisi de gırtlak sesleriyle bizlere iştirak edecekler... Arkadaşlarımı tanıtmadan geçemeyeceğim... İşte kotranın sahibi Mehmet, o zaman 90'ın üzerindeydi ağırlığı, fakat şimdi bilemem... Fotoğrafçı Necdet (sonradan avukat oldu), Fahri, Ali (sonradan Tekel'de memur) ve ben Nu- bar (sonradan artist)...
Şarkılar oyunlar ve daha nice şakalar ve muzipliklerle yola devam ediyoruz...
Deniz sütliman, öğleyin Büyükada'ya varıyoruz, yemek hazırlığından evvel denize girme molası düşünüldü... Fakat o ne? Aniden çıkan bir fırtına ve oyuncak gibi sallanan kot- ranın direğinin aniden kırılması hepimizi telaşa düşürdü, arkadaşlar telaşlanarak nasıl kurtulacağımızı soruyorlardı. Zira kotra, demirini tarayarak suların akıntısına kapılmış başıboş gidiyordu...
İçlerinde en acar olan ben, teknenin küçük filikasıyla cüssece ağır olan Mehmet arkadaşımı Büyükada'nın dil iskelesine, geriye dönüp Necdet arkadaşımı da Kaşık Adası'na bırraktım. Fahri arkadaşımız fırtına çıkmadan evvel bir kayanın üstünde güneş banyosu yapıyordu, onu orada bıraktıktan sonra halsiz ve mecalsiz filikaya dönüşümde artık Ali ar- kadaşımı kurtarmaya kuvvetim kalmamıştı... Dile kolay iki saat kürek çekmiştim...
Filikayı kotraya bağladıktan sonra ben ve Ali, iki kazazede, fırtınanın şiddetlenen azgın dalgalarına kendimizi teslim ettik. Belki biz de kurtulurduk ama bende biraz macera he- vesi var dedik ya... Gençlik ve delikanlılık var, kotranın sahibinin de ilk andan itibaren kotradan vazgeçip bizlerin kurtulmamızdan başka arzu ettiği hiçbir şey yoktu...
Ben kendimi değil de daha ziyade Ali'yi düşünüyordum, zira evvelce geçirdiği bir kaza neticesi ayağından birini dizinden kaybetmişti, ayağı takmaydı ve ağırdı, bir tehlike anında kurtulmasının imkânı yoktu. Bunu düşünerek Ali'yi kamaranın ambar kapağının üzerine oturtmuş, iple her an beline bağlayabileceğim bir şekilde bekletiyordum...
Kotradan çıkardığım arkadaşlar balıkçılar sayesinde yerlerinden alınmışlar, bizleri merak etmişler, karakollara götürülüp ifadeleri alınmış ve o günlerin namlı bir zengininin motoru ile (Seferoğlu) bizleri aramaya çıkmışlar...
Halbuki biz kendimizi suların akıntısına teslim etmiş, ba- şıboş gidiyorduk ama nereye? Zira gece olmuş, hava adam akıllı kararmış, fırtına dinmişti...
Gece ve zifiri karanlık... Aklımıza kamaradaki feneri getirip yakmak geldi, ne de olsa bir ümit ışığıydı, belki bir gemi geçip bizi görebilir ve kurtarırlardı...
Ben feneri yakıp kotranın kıç tarafına doğru götürmek üzereyken ayağımın kayması ile kendimi denizin karanlık sularında bulmuştum, elimdeki fener karanlık sulara gömülürken ben filikaya yakın düştüğüm için son bir gayretle filikanın ipine tutunabilmiştim.
Son bir gayretle kotraya çıkabildim. Kapıldığımız akıntıda her an bir kayaya veya bir yere çarpma korkusuyla Ali'nin ve benim bekleyişim... Etrafta ne bir ses ne de bir ışık... Arada bir değil de devamlı olarak yakılan ve iki saniyede sönen bir kibritin ışığı dahi bize büyük bir cesaret ve umut verebiliyordu...
Gecenin karanlığı yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı. Sabahın ilk ışıkları ile sökmeye başlayan şafak bizde bir sevinç ve umut ışığı olmuştu... Ne de olsa karanlıktan kurtulmanın sevinciydi bu... Allah kimseyi karanlıkta bırakmasın...
Sabah oluyordu. Gözlerimiz ufukta beliren bir karaltının kara görüntüsünü bir bulut gibi görüyordu...
Evvela Ali'ye "Biraz bir şeyler tıkıştıralım," dedim, yola çıktığımızdan beri kursağımıza bir lokma girmemişti, güzelce karnımızı doyurduk. Sabah sabah patlıcan dolması ile turşuyu bir serap yemeği gibi yedik!
"Bu ziyafetin üzerine keyifle birer de sigara tellendirelim ve bundan sonra ne yapacağımızı düşünelim" dedik. Aksilliğe bakın, gece yaktığımız on paket kibritten sigaralarımızı yakacak bir tek kibritin kalmadığını boş kutulara bakarak ve içimiz burkularak gördük...
"Ali," dedim, "sen biraz kestir, ben filikaya atlayıp güneşin batışına doğru kürek çekeceğim, ben yorulunca nöbete sen geçersin..." Ve ben filikaya inip küreklere sarıldım, düşünün küçücük bir filikanın iki küreği o koca tekneyi nasıl çeker? Allahtan fırtınadan eser kalmamıştı, deniz sütliman, çarşaf gibi, böylece iki saat kadar kürek çekerken yorulduğumu anlamamıştım. Ali'nin kendiliğinden bana "Nubar Abi, hadi kalk da biraz da ben kürek çekeyim, sabah antrenmanı olur," dediğini duydum.
Ben de kotranın üzerine uzanıp güneşin doğmasını beklerken gözlerimin yorgunluktan kapandığını hissediyordum. Aradan ne kadar zamanın geçtiğini bilmiyorum fakat güneşin beni adam akıllı yakmaya başladığını ve vücudumun yandığını duyuyordum. Bu sıcaklıkla gözlerimi açtı- ğımda Ali'nin beni yorgun bir sesle çağırışını duydum... Aklım başıma gelsin diye kendimi denizin berrak sularına bıraktım, biraz yüzdükten sonra vardiyayı ben aldım...
Bir gün evvelki hırçınlığını kaybeden denizde yine çilekeş ilerleme başlamıştı.
Aradan oldukça uzun bir zaman geçmişti, güneş tepemizde değildi: Yavaş yavaş bizi geçiyor... Demek tekrar o issız geceyi, karanlık geceyi yaşayacağız. Ama halimiz ne olacak?
Nihayet belli oldu, hava karardıkça çok uzaklardan kandil gibi ışıklar gözümüze çarpmaya başladı... Birden büyük bir
sevinç ile haykırdım ve "Haydi Ali, haydi Nubar, ha gayret!" diye diye küreklere sarılıp asılmaya başladım. Ne kadar kürek çektiğimi hatırlamıyorum, fakat bildiğim bir tek şey vardı, ışıkların ne olduğu belirmeye başlamıştı...
Meğerse biz adalardan birinin arkasında bulunan ve Kalpazankaya dedikleri bir sahile doğru gidiyormuşuz. Bir Rum okulunun kamp kurduğu bir yer... Uzaktan şarkı ve çalgı sesleri geliyordu, neşeli bir yere yanaşıyoruz...
Bizim oraya gidişimizle vaziyet hemen anlaşıldı, gider gitmez su içişimiz, güneş ve tuzlu suyun teması yüzünden cildimizin acayip şekli... Daha doğrusu, yamyam gibi halimizi gören kamptakilerin "kaybolan kotra" diye etrafa yaymaları neticesinde Ali ile ben karakola davet edildik. İfadelerimiz alındı.
Ailelerimizin telaş içinde oldukları söylendi, bizleri o gece kampın misafiri olarak ağırladılar...
Ama ne olduysa sabaha karşı oldu... Bana bir gazete getirdiler, başta kocaman yazılarla "Kotra Sefası Cefa Oldu" diye bir başlık. Altında: “Nubar ve Ali'nin cesetleri hâlâ bulunamadı!"
Tabii ki gazetedeki bu acı haber her iki aileyi birden mateme boğmuştu bile...
Sağ olduğum haberi eve gitmeden, ben eve ulaşmıştım... Sokaklarda beni gören arkadaşlarımın, tanıdıklarımın ve dostlarımın sevinçleri ve sarılmaları arasında eve geldiğimde, siyahlar giymiş aile efradımın karşılarında beni görünce uğradıkları hali, şaşkınlıklarından ve sevinçten kardeşlerimden yediğim sevinç dayağını aradan geçen bu kadar sene
sonra bile unutamam...