89 öncesi durum nasıldı?
Marmara’da balık bol, biyoçeşitlilik tavan... Kırmızı veya yeşil su, salya, deniz anası istilası görülmüyordu. O zamanlar Marmara Denizi bir sinyal vermiyordu. Kumkapı’da sekiz-dokuz kiloluk sinarit, Beykoz’da on kiloluk kırlangıç tutulurdu. Uskumruya çıktığımızda sandal batırırdık. Palamut o kadar çok tutulurdu ki, eve getirdiğimizde “yine mi?” diye büyüklerimizden fırça yerdik.
Büyükada açıkları (Fotoğraf: Şebnem Coşkun)
1989’da ne oldu?
1960’larda Haliç’in kirlenmesiyle deniz kirliliği olgusu hayatımıza girdi. Ama o kirlilik bugün anladığımız türden bir deniz kirliliği değildi. Denizde yüzen sebzelerin yarattığı kirlilik veya dağınık noktalardan yüzeye ulaşan çok daha az bir nüfusun atıkları, bugünkü kirlilikten çok farklı. Haklı olarak o tarihlerde devlet ve yerel idare İstanbul’un kanalizasyon ve yağmur suyunun bertarafı ile içme suyunun planlanması için yabancı mühendislik firmalarının içinde olduğu DAMOC (Daniel-Mann-Jhonson/Alvard-Burdic/Mendhall/Havson Motor-Chechi and Comp) konsorsiyumunun projesi üzerinde çalışmaya başladı. O günkü teknolojik şartlarda İstanbul’un atık suyunun bertarafı için biyolojik arıtma sistemleri kurulması öngörülüyordu. Kanalizasyon arıtma sistemleriyle ilgili projelendirme yapıldı. Hatta DAMOC projesi İstanbul’da atık suyun arıtılmasının deniz kenarındaki bölgelerde değil, karasal bölgelerde yapılmasını öneriyordu. Proje 1971’de sunuldu. DAMOC projesi hayata geçseydi İstanbul’un o günkü sorunu çağdaş bir şekilde çözülecekti. Proje gerçekleştirilmedi, Marmara’dan çok “sular aktı”.
Neydi o “sular”?
İstanbul bugünkü kadar büyük değildi, ama o zaman da “megakent” denirdi. Yine yeni bir konsorsiyumla İstanbul Kanalizasyon Projesi Revizyonu adı altında CAMP-Tekser isimli bir proje üretildi. DAMOC İstanbul Kanalizasyon ve Su Temini projesiydi, CAMP-Tekser ise onun “revizyonu!”. İlk iş arıtmalar “ön arıtmaya” çevrildi. Politik akıl ve onun şakşakçıları “Pisliği kolektörlerde toplarız, Derin Deniz Deşarjıyla Marmara’nın alt akıntısına basarız ve Karadeniz’e göndeririz” dediler. En iyi şartlarda alt akıntının sadece yüzde 10’u Karadeniz’e ulaşıyor. Bilim insanlarının yüzde 90’ı ayağa kalktı. “Bu olmaz” dendi. Ama dinleyen olmadı. Kamuoyunda büyük tartışmalar yaşandı. Fakat idare bilimle inatlaşarak bu revizyonu uygulamaya soktu. Bu, Bedrettin Dalan’ın “Haliç gözlerimin rengi gibi olacak” dediği dönemdir.
Marmara’da oksijen miktarı yerlerde sürünüyor. Oksijen şu an müsilaj yüzünden daha da düşük. Marmara Denizi’nin “o bölgesi bu bölgesi” yok. Bir havuza içme suyu doldurup bir köşesinden pis su bassanız o su içilir mi?
Teknik olarak bu nasıl uygulandı?
İlk önce Kuzey ve Güney Haliç kolektörleri yapıldı. Haliç’in bütün pisliği borularla (kuşaklama kolektörleri) toplanarak Ahırkapı önünden Derin Deniz Deşarjı yöntemiyle Marmara’ya basıldı. Denizin alt akıntısını taşıyıcı bir bant (konveyör) gibi düşündüler ve atık suların Karadeniz’e gitmesini umdular. Velev ki bütün atık su Karadeniz’e ulaşsaydı, o zaman da Karadeniz kirlenecekti. Ne yazıktır ki, kısa sürede bu Derin Deniz Deşarj yöntemi Türkiye’deki tüm belediyelere örnek oldu. Karadeniz, Marmara ve Ege’deki tüm kurum ve kuruluşlar bu kervana katıldı. Geçen zaman zarfında Derin Deniz Deşarjını aklamak için yönetmelikler çıkarıldı. “Derin Deniz Deşarjı seyreltmeyle arıtma yapıyor” dendi. Evet, seyrelme oluyor. Bir bardak temiz suya bir damla kirli su eklesem kirlilik seyrelir. Ama o su içilir mi? Hiçbir arıtma yapmaksızın, nasıl olsa seyreliyor düşüncesiyle atıklar denizlere boca edilmeye başlandı. Ne kadar seyrelirse seyrelsin, 32 senenin sonunda geldiğimiz nokta bu. Ancak, Derin Deniz Deşarjına taraftar olanlar zamanında alt akıntının kendi “keşifleri” olan ODTÜ kanalı yoluyla “güldür güldür” Karadeniz’e gittiğini söylüyorlardı. Bunu ispatlamak için “Marmara Denizi’nin alt akıntısını boyadılar”. Neden boyandı? Marmara’nın dip akıntısının Karadeniz’e gittiğini ispatlamak için boyadılar. Alt akıntının ancak yüzde 10’u Karadeniz’e ulaşıyor, o da uygun şartlar altında. Şimdi de öyle, geçmişte de öyleydi. Bunca şey yaşandıktan sonra, “Marmara Denizi zaten hastaydı” deniyor. Değildi, bu hale 1989 sonrası getirildi, daha doğrusu taammüden öldürüldü.
Bahsettiğiniz yıllar İstanbul’a neoliberal müdahalelerin başladığı yıllar. Marmara Denizi’nin sağlığının neoliberal kentleşme politikalarıyla nasıl bir ilişkisi var?
1989 İstanbul için tasarlanan neoliberal politikaların devreye sokulduğu döneme denk geliyor. O zamanlar CAMP-Tekser projesine karşı ÇED raporunun muadili olan İngiltere konumlu Jones and Stokes Associates tarafından hazırlanan çevre etki değerlendirme çalışmaları bugünkü durumu tarif ediyordu. “Derin Deniz Deşarjı yaparsanız, Türkiye’de balıkçılığa nokta koyarsınız. Tür çeşitliliği azalır mevcut türlerin fert adetinde artış olur. Oksijen dramatik şekilde düşer, canlılık yok olur” deniyordu. Tam olarak belirtmek gerekirse, Biyolojik Rapor ve Çevresel Değerlendirme bölümünde, giriş kısmı sonunda, “Biyolojik bakımdan, projeden etkilenebilecek deniz kaynakları, Ege Denizi’nden Karadeniz’e kadar uzanmaktadır Kısa vadede ölçülenebilir etkiler, proje sahası sınırları içinde kalabilir. Ancak, uzun vadede, İstanbul ve İzmit’in yerleşme sahalarının, Ege’den Karadeniz’e kadar bütün saha içinde, su niteliğini ve biyolojik kaynakları etkilemesi beklenmektedir” vurgusu yapılıyor. Ama bugün de pek çok projede gördüğümüz gibi bilimle inatlaşarak bu garabet sistem hayata geçirildi.
Kadıköy sahili, deniz altından görünüm... (Fotoğraf: İsa Şahintürk)
Derin Deniz Deşarjı nerelerde yapılıyor?
Derin Deniz Deşarjı her yerde yapılıyor. Tekirdağ, Bursa, Kocaeli… Fabrikalarda sanayide, kasabalarda, köylerde, tatil sitelerinde aklınıza gelebilecek her tesiste hep bu yöntem kullanılıyor. Yasal olduğu için “basarım alt akıntıya suyu” deniyor. Bazı yerlerde üç beş metrelik borularla, derin deşarj bile diyemeyeceğimiz yöntemlerle 10-15 metre derinliğe veriliyor atıklar. İlk yapılan Güney ve Kuzey Haliç kolektörleri hâlâ çalışıyor, toplanan atıklar Ahırkapı’dan Boğaziçi girişinde 63 metre derinlikte Marmara Denizi’ne basılıyor. Burada “ön arıtma” yapılıyor, ama senelerce topluma bunun “arıtma” olduğu söylendi. Kolektörler, yani toplayıcı kanallar geçmişte “arıtma sistemi” olarak lanse edildi. Kurbağalıdere ve Göksu aynı palyatif yöntemle temizlenmiş gibi yapıldı. Büyük borularla bu derelerin kirliliğini toplayıp Derin Deniz Deşarjı yoluyla arıtmadan denize verdiler. Atık suyu göstermelik bir arıtmayla denize deşarj ederseniz kirlenmeye yol açarsınız. İçme suyu ayarında arıtsanız bile, bu miktar tatlı suyu Akdeniz kökenli alt akıntıya deşarj ettiğinizde kirlenme anlamına gelir. Çünkü ortamın tuzluluğuna etki eder. Şaka değil, İstanbul’dan 3-3,5 milyon metreküp, tüm Marmara Denizi çevresinden de 10 milyon metreküpü aşkın atık sudan bahsediyoruz.
Bu mikrobiyal kirlenmeye mi yol açıyor?
Marmara’da her türden kirlenme var. Atık suyu deniz ortamına boca ettiğinizde enfeksiyona neden olacak mikrobiyal kirlenmeye yol açarsınız. Menekşe Plajı ve çevresinde deşarj yapılıyor. Bu alanda suya girdiğinizde çok ciddi enfeksiyon kapabilirsiniz. Ama daha önemlisi var. Örneğin bir ortama çivi bıraktınız. Yüz sene sonra çiviyi bulamazsınız, havanın oksijeniyle reaksiyona girer, paslanır ve yok olur. Hangi kirleticiyi atarsanız atın oksidasyon nedeniyle denizin oksijenini tüketir. Canlılar solunum yapamaz hale gelir. Bugün evlerimizde parlatıcılar, lavabo açıcılar gibi çok ciddi kimyasal maddeler kullanıyoruz. Koskoca bir megapolün ve Marmara Denizi’ni çevreleyen alandaki nüfusun atıklarından bahsediyoruz. Mikrobiyal kirlenmenin tabii ki payı var. Ama Marmara’da çok ciddi bir kimyasal ve buna ek olarak plastik kirlenmesi var.
Ölüm doğal bir olay, hepimizin başına gelecek. Ama trafik kazasında ölüyorsanız, bu doğal ölüm değildir. Müsilaj da o anlamda “doğal” bir olay değil. Doğal bir olay olsaydı, Marmara’nın 2000 senelik oşinografik tarihinde buna mutlaka rastlardık. Marmara’daki anomaliler 1989’dan itibaren başlıyor. Bunu biraz oturup düşünmek gerek.
MAREM olarak plastikler konusunda da ölçümler yapıyor musunuz?
Evet. Marmara Denizi mikroplastik kirliliği konusunda neredeyse dünya birincisi. Geçen sene de 17 halk plajında büyük plastik atıklarla ilgili çalışmalar yaptık. Makro plastik kirliliğinde de berbat seviyedeyiz. Yaptığımız çalışmada maalesef Marmara Denizi’nin plastikler ve çöp konusunda dünyanın sayılı kirli denizlerinden biri olduğunu gördük. Elimizde imkân olmadığı için nanoplastiklerle ilgili çalışma yapamıyoruz. Kim bilir nanoplastikler konusunda durum ne?
Marmara Bölgesi gibi küçük bir alanda 25 milyon insan yaşıyor. Buna ek olarak, bölgede sanayi de çok yoğun. Hava kirliliği ile deniz kirliliği arasında nasıl bir ilişki var?
Deniz ortamına ulaşan hava kökenli kirlenme çağımızın belalarından biri. Çok ciddi bir olgu, yadsımam. Ama Marmara Denizi’ndeki kirlenmenin boyutlarına bakınca devede kulak. Evsel ve endüstriyel kirlilik olmasaydı, atmosfer nedenli kirlilik Marmara Denizi’nin başının belası olurdu. Ama Derin Deniz Deşarjı yüzünden o kadar büyük bir kirlenme yaşanıyor ki, bu tür kirlenmeler ikincil kalıyor. Marmara Denizi zaten öldü. Sorunu hava yoluyla kirlenmeye bağlamak “ölmüş birinin yanında sigara içelim mi, içmeyelim mi” diye düşünmeye benzer.
Çanakkale Boğazı
Deniz kıyılarının karaya dahil edilmeye çalışılmasının, kıyıların doldurularak kentsel mekân yaratılmasının Marmara Denizi’ne nasıl bir etkisi oldu?
Her denizin kendine has yapısı vardır. Gölcük depremine kadar Marmara Denizi’nden aklınızın almayacağı kadar kum alındı. Bölgedeki bütün inşaatlar bu kumla yapıldı. Kumun da kendine göre bir ekosistemi var. Deniz kumu kullanımı yasaklandı, ama hâlâ yapılıyor bu. Marmara Denizi’ne yapılan deşarjlardan dolayı bazı yerlerde dört-beş metreyi bulan sediman, yani çamur birikimi var. Buralarda deniz canlılarının yaşaması imkânsız. Bu tür yerlerde yaşayabilen denizkestanesi popülasyonunda çok ciddi bir artış var. Artış derken baskın, neredeyse başka tür yok. Kıyılardaki dolgu alanları da Marmara Denizi ekosistemini olumsuz etkiliyor. Bir denizin en önemli bölgelerinden biri olan kıyı ekosistemini mahvediyorsunuz, ne bekleyebilirsiniz? Zamanındaki “kazıklı yollar” tartışmalarını da hatırlıyorum, her zamanki gibi konuşuldu konuşuldu, inatla yapıldı ve bugünlere geldik. Doğanın, Marmara Denizi’nin başındaki bela bir değil ki, binlerce. Biz bunlar içinde en kötüsünü, atık deşarjlarını konuşuyoruz.
Kirlenmeye bağlı anomalilerin emareleri ilk nasıl görülür oldu?
Marmara Denizi tarihinde ilk defa, 1989 Temmuz’unda Ktenefor denen deniz anaları yüzünden suyun yüzeyinde kırmızı bölgeler, kırmızı adacıklar görülmeye başlandı. Bu olay basına “Marmara’da kızıl su olayı” diye yansıdı. Bunu takiben, ‘89’un ekim ayında Üsküdar, Kartal ve Adalar üçgeninde muazzam bir balık ölümü yaşandı. Koca koca karagözler, kırlangıçlar, ağırlıkla dip balıkları öldü. Valilik İstanbul ve Karadeniz’in bazı bölümlerinde balık satışını ve tüketimini yasaklamak zorunda kaldı. 1992’de Marmara Denizi çimen yeşili bir renge büründü. O tarihe kadar istavrit çaparileri beyaz tüyden yapılırken ‘92’den sonra yeşil iplerden yapılmaya başlandı. Çünkü hayvansal plankton azaldı, yerini bitkisel plankton doldurdu. Balıkların da besin rejimleri değişti, bir anlamda vejetaryen oldular. Geceleri ışıl ışıl görünen yakamoz dediğimiz canlı 1993 Temmuz’unda öyle bir çoğaldı ki, Marmara Denizi kıpkırmızı kesildi. 1995’te eylül ayında ilk defa taraklı medüzlerin istilası yaşandı. Balıkçılar bu olaya “kaykay” ismini verdiler. Taraklı medüz istilasından dolayı iki sene balık avlanamadı. Çünkü ağlar kalkmıyordu. 1996-97’ye kadar orkinos avcılığı Sivriada’nın açıklarında yapılırdı. Beykoz’a kadar kılıç balığı avlanabiliyordu. Bunlar ortadan kalktı. Avcılıkları çok az miktarda Marmara Adası batısında yapılabilir hale geldi, ama kayda değer değil. Marmara Denizi’nde beyaz kum midyesi denen bir canlı var. 1996-97’ye kadar büyük miktarlarda beyaz kum midyesi istihsali yapılırdı. Çok kıymetliydi, yurtdışına ihraç edilirdi, Türkiye’ye ciddi bir ekonomik getirisi vardı. Beyaz kum midyeleri DSP ve PSP adı verilen biyolojik zehirden dolayı ithal edilen ülkeler tarafından iade edilir oldu. Biri diyaretik, yani ishal yapan, diğeri paralitik, yani felç eden zehirler. Bu zehirler denizdeki planktondan kaynaklanıyor. Başta, ihracat aksamasın diye konu ile ilgili ölçüm laboratuvarları kuruldu, düzenli ölçümler yapıldı. Bu planktonun sürekli arttığı fark edildi. Bu yüzden 2000 yılında kum midyesi avcılığı yasaklandı ve halen de stoklar olmasına rağmen yasak altında. 2000’lerin başına gelindiğinde Marmara’da balık istihsali dramatik bir şekilde düşüyor. Zamanında Marmara’da yaşayan ekonomik öneme sahip 124 balık türü erozyona uğruyor. Bütün üretimi bir-iki tür taşır hale geliyor. Bunlar da artık balıkların daha küçük formları, yani lüfer yerine çinekop ve istavrit, sardalya gibi balıklar. 2010’da su ürünleri endüstrisinde önemli rol oynayan balık türlerinin sayısı dörde, beşe düşüyor. Bu arada belirtmek gerek; kirliliğin dünyaca kabul edilen üç fazı vardır. Birinci fazda, kirletici unsurlara dayanabilen türler kalır, dayanamayanlar ya ölür ya da ortamı terk eder. İkinci fazda, ortamda kalan dayanabilen türlerin fert adetlerinde patlamalar olur, tür çeşitliliği azalır. Üçüncü ve son fazdaysa biyotik ortam abiyotik ortama, yani canlı ortam, cansız ortama dönüşür.
"...parce que je suis heureux en mer et peut-être pour sauver mon ame..." - Bernard Moitessier