Saddam'ın, ordularıyla Kuveyt'e girdiği 1990 yılının yazında Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri'nden kimyasal silah yapımında kullanılan ve son derece tehlikeli olan "metil bromür" satın almıştıir. Son derece gizli tutulan bu alışveriş için dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD Başkanı George Bush'u bizzat telefonla aramıştır!
Her şey, gemilerin makinelerini tamir etmek konusunda usta olan Osman Söğüt’ün yine bir iş için, çürümeye terk edilmiş bir geminin alt bölümlerine doğru el fenerinin ışığı altında merdivenlerden inmesiyle başlar.. Duyduğu sesler ve ağır bir koku altında geminin makine dairesine ulaşmaya çalışan Çarkçıbaşı Osman, bacağında büyük bir acı hisseder aniden; çığlığı geminin paslı duvarlarında yankılanır. El fenerini bacağına tuttuğunda pantolonunun parçalandığını ve baldırından oluk oluk kan aktığını görür. Birden, karanlığın içinden binlerce gözün kendine doğru yaklaştığını fark eder. El fenerinin ışığı bu kez, kan kokusuna gelen kedi büyüklüğünde fareleri aydınlatmaktadır.
On yılı aşkın bir süredir yüzdürülmeyen gemiyi fareler işgal etmekle kalmamış, elektrik kabloları, dış kaplamalar, lastikler, sacların üstündeki paslar gibi buldukları her şeyi midelerine indirerek birer canavara dönüşmüşlerdir. Gemiyi farelerden kurtarmak için yüzlerce kilo zehir atılsa da, alt katlara inmeye çalışanlar her seferinde farelerin saldırısıyla karşılaşırlar. Gemiyi, 1989’da, hurda olarak satıldığını duyunca 49 yıllığına kiralayan Kahraman Sadıkoğlu, Avrupa ve Amerika’da konunun uzmanı firmalara başvurur ve fare lerden kurtulmak için Arizona'da üretilen özel gazı kullan maktan başka çarelerinin kalmadığını anlar. Metil bromür öylesine zehirli bir gazdır ki, özel şirketlere satılması yasak olduğu gibi, ülke dışına çıkışı için de “devlet onayı" gerekmektedir.
Özal ve Bush’un telefon görüşmesinin ardından Arizona’da gazı üreten firmanın yetkilileri Tuzla'ya gelirler. Denizden elli metre açıkta demirli gemiyi özel bir plastik maddeyle kaplayan uzmanlar, içeriye gazı yöntemine göre salıverirler. İki ay kapalı duran gemiden 4,5 ton fare ölüsü çıkacaktır. Batan gemiyi ilk fareler terk eder derler ama, 12 Eylül darbesi sonrasında tarihi değerlerin çürümeye terk edilişinin trajik bir öyküsü olan geminin adı “Savarona"dır! Mustafa Kemal Atatürk’ün yatı, bir işadamı sayesinde hurdaya çıkmaktan kurtulmuş olsa da, tarihi değeri böylesine büyük olan Savarona’nın Kültür Bakanlığı tarafından bakımı yapıldıktan sonra Dolmabahçe rıhtımına çekilerek, neden müze yapılamadığı sorusu duyarlı her insanın beynını kemirecektir.
Savarona’nın farelerden kurtulması için ABD’nin “devlet onayı"na gerek olmayan bir yöntem vardı aslında! Bu çözümü öğrenmek için, 1890 yılında, Saray’ın armağanlarını Japonya'ya götürmek üzere yol alan Ertuğrul Firkateyni'ne gidelim. İstanbul'dan yola çıktığı günden beri sorunlar yaşayan Ertuğrul'un başı Uzakdoğu sularında büyük beladadır. Gemiyi istila eden fareler yelkenleri, eşyaları, halatları daha doğrusu dişlerini geçirebildikleri her şeyi kemirmektedir.
Ertuğrul'da dördü güvertede, ikisi makine dairesinde olmak üzere altı bölük görevlidir. Mürettebat geminin hızla üreyen yeni sahiplerine "Yedinci Bölük" adını takar. Seyir halinde bir gemide fareleri zehirlemek denizcilerin sevmediği bir yöntemdir. Çünkü, ulaşılamayacak bir yerde ölen farelerin kokusu varlıklarından daha dayanılmaz bir ortam yaratmaktadır. Fareleri yok etmenin kokusuz yöntemi ise, içine un ile alçı karışımı konulan küçük tabakları geminin her köşesine dağıtmaktır. Farelere sunulan bu ziyafetin yanına mutlaka su kapları da konur. Unla karışmış alçıyı yiyen fare hararet basınca suyu içecek ve hayvanın midesinde donan alçı hazımsızlıktan ölmesine neden olacaktır .
Denizcilerin bu yöntemi sevmesinin nedeni, bu durumda ölen bir fareden rahatsız edecek kokunun yayılmamasıdır. Ertuğrul Firkateyni’nde fareler alçılı unları yiyip suyu içseler de, arkadaşlarının öldüklerini görünce tuzağı fark ederler. Gemi komutanı Osman Paşa ve kaptanı Ali Bey, bir fare ölüsü getiren mürettebata bir saat izin vermeyi kararlaştırır. Teklifin daha cazip olması için ödül izinden bir kurusa cevrilir. Zamanla iki kuruşa, hatta iki buçuk kuruşa kadar yükselen bu ödül yöntemi de, farelerin sayılarını azaltmada etkili olmaz. Farelerden kurtulmanın çaresi, Çin filosuna ait gemileri ziyaret esnasında bulunur. Çinlilere sorunlarını anlatan denizcilerimiz, farelerden kurtulma konusunda son derece ilginç ve bir o kadar da korkunç bir yol öğrenirler!
Çinli denizciler on-on beş tane farenin yakalanıp bir tel kafese kapatılmasını ve sadece su verilmesini önerirler. Uçüncü günün ardından açlıktan farelerin birbirini yemeye başlayacağını ve iki hafta sonra hayatta kalmayı başaran üç dört tane güçlü farenin gemiye salınmasını söylerler. Çin gemilerinde kullanılan bu yönteme göre yamyamlaşan fareler hemcinslerini yiyecek, onlara yakalanmak istemeyenler de gemiden denize atlayacaktır.
Her yolu deneyen denizcilerimiz, yolculuğu kâbusa dönüştüren farelerin işgalinden kurtulmak için bu korkunc öneriyi denemeye karar verirler. Kısa bir süre sonra da, farelerin sayısında büyük bir azalma görülür... Fareleri kendi aralarında birbirine kırdırmak, aslında "devlet onayı" sayesinde zehirli gazın getirildiği yıllarda, Amerika’nın Ortadoğu halkları üzerinde oynamaya başladığı senaryodan başka bir şey değildir!
Sunay Akın (Geyikli Park)