1970 li yıllarda Çetin Altanın yazmış olduğu güzel bir yazı.50 sene geçmiş hala denizci değil bozkırlı olmaya devam ediyoruz
ÇETİN ALTAN
BOZKIRLI OLMAKTAN DENİZCİ OLMAYA GEÇME ZAMANI
Biz bin yıl içinde bozkır kökenli bir köylü toplumu olma koşullamasını kırabilseydik de, toplumsal bir değişimle, üstünde yaşadığımız yarımadanın olanaklarını yeterince kullanabilseydik, bugünkü düzeyimizle durumumuz ne olacaktı, biliyor musunuz?
En azından yüzmesini, kürek çekmesini, yelkenli ve deniz motoru kullanmasını bilmeyen gencimiz kalmayacaktı.
Yılda adam başına düşen iki kiloluk balık tüketimi en azından otuz kilo olacaktı. (Şimdi 2Kg altında da olabilir)
Kıyılarımız, uzunlukları on kilometreyi aşan iki düzine limanla donanacaktı.
Ve deniz ticaret filosu sıralamasında, bir karışlık kıyısı olan Polonya’nın da gerisine düşerek otuz beşinci değil, onuncu olacaktık…
Anadolu’yla, Trakya’nın, Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyıları, gemici yaşamlarının öyküleri, aşkları ve şarkılarıyla, yosun ve köpük kokulu rüzgârların şenliğini estirecekti.
Edebiyatımızda binlerce şiir ve deniz romanı, Frigya, Lidya, Roma uygarlıklarından beslenmiş bir anlatımı, çağın evrenselliği ile bütünleştirecekti.
Her köşe bucakta okyanuslara ilk açılmış, kutuplara ilk gitmiş gemilerle, gemicilerin anıtları yükselecekti…
Yaşamın her parçasında sade kerpiç renginin değil, mavilerin de ağırlığı görünecekti…(Mavi ve tonlarının ne kadar az kullanıldığına dikkat edin)
Ve Osmanlı İmparatorlarından en az yarısı ünlü amiraller arasında yer alacaktı…
Ne yazık ki hiçbiri Sultan Aziz’e kadar bir gemiye bile binmedi… On altıncı yüzyılın yürekli korsanları, bozkır kökenli değil, kıyı kökenliydiler ve değişik bir yorumla Kartaca’nın görünmez mirasından oldukça pay almışlardı. Ama bozkır koşullanması üstünde yeterli bir etki yapamadılar. Onların ad ve anılarını yaşatan bir köy bile yoktur bizim yarımadada…(Bir tane var: Turgut Reis)Kaptan-ı Deryalık payesi ise İstanbul’da başlayıp, İstanbul’da biten bir paye idi. Bin yıldır bir yarımadanın kıyılarında yaşayanlar yüzyıllar boyu bir kaptan-ı deryanın limana nasıl girdiğini hiç göremediler.
***
Kerpiç, tezek, kağnı, karasaban, at, kılıç, kalkana harcadığımız kuşakların bir bölümünü de, denizlerle bütünleştirebilseydik, bugün Türkiye dünyanın her köşe bucağını kendi evi gibi bilen, argosundan günlük eşyasına, türkülerinden yemeklerine kadar, yaşamının her kromozonunda, yüzlerce yıllık denizciliğin izlerini taşıyan çok kıvrak ve çok hızlı bir toplum olacaktı… Kıyılara bakan tepelerde denizlerde kaybolup gitmiş gemicilerin bir anı-taştan ibaret boş mezarlarında içli şiir dizeleri okunacaktı.
Bugün Türkiye denizlerinden dönmemişler için dikilmiş bir tek anı-taş bile yoktur.(Dumlupınar şehitleri için var) Bin yıldır bir yarımadada oturan bir toplum için dikkat çekecek bir gariplik değil mi bu?
Nasıl ki kıçtan takma motorlu, iki metrelik bir sandalın bile hâlâ daha ultralüks sayılması da ayrı bir garipliktir. En azından yüz deniz okulumuz olması gerekirken, bir tanesinin bile oldukça bakımsız ve ilgiden yoksun bırakılmasını, kimsenin kılını bile kıpırdatmaması gibi…(Ortaköy, denizcilik meslek lisesinden bahsediyor)
Artık açık seçik bilincimize kazımamız gerekir ki, çevresi dört denizle kaplı koskoca bir yarımadada oturmak, başlı başına bir mutluluktur. Bu mutluluk, kara bahtım, kör talihim iniltilerini şen kahkahalara bir türlü çevirememişse, bunun nedeni bozkır kökenli koşullanmasını bir türlü kırıp atamayışımızdandır. Bunu bin yıldır neden kıramadığımız ise çok ayrı bir inceleme konusudur. Ve ikinci bir örneği de yok gibidir.
Bol bol deniz okulları açmak ve buralara parasız yatılı öğrenciler almak bile aklımıza hiç gelmemiştir. Gerek deniz araçları yapımında, gerek deniz işletmeciliğinde, gerek deniz taşımacılığında iyi yetişmişlerin, dünyanın hiçbir yerinde aç kalmayacaklarını belirtmek dahi bu okulların tıklım tıklım dolmasına yeterdi. Nerelerde çalıştıracağımızı bilmediğimiz binlerce lise diplomalısının yerine, dünyanın tüm denizlerinde bayrak dolaştıran binlerce denizcimiz olurdu bugün
***
Tanzimat “çağdaşlaşma” deyimi yerine, “Batılılaşma” deyimi kullanma yanılgısına düştü. Bu yanılgı ise hâlâ daha sürüp giden, sonu gelmez tartışmalara yol açtı. Kimi “Batı”yı şu veya bu gerekçe ile tümden yadsıdı, kimi Batı hayranlığının şapşallığına yuvarlandı. Ve kimsenin aklına “bozkırcılık”tan “denizciliğe” geçme gelmedi.
Oysa “denizcileşme” batılılaşmayı da çağdaşlaşmayı da içeren ve bizim yarımadanın durumuna çok uygun düşen bir değişim olacaktı. Batıyı tanıdığımızı sandığımız kadar dahi denizciliği tanımadığımız için, toplumsal reformun böyle bir rotadan da geçirilebileceğini hayal bile edemedik. Denizciliği genel bir kalkınmanın dinamosu olarak değil, yan bir parçası olarak değerlendirdik hep. Kalkınmış toplumlarda denizciliğin nasıl bir rol oynamış olduğu üstüne de hemen hiç durmadık. Son elli yıllık siyasal edebiyata bir göz atın, deniz üzerine söylenmiş elli cümle bulamazsınız. …( Ancak 21.yüzyılın başında Cem GÜRDENİZ Mavi Uygarlık kitabı ile neredeyse ilk defa denizciliğin kalkınmanın ve uygar olmanın dinamosu olduğunu anlatmaya çabaladı) Bir yarımada üzerinde bozkırlı kalmış olmanın bu kadar koyusuna da doğrusu az rastlanır.
“ Yavuz geliyor, Yavuz, denizi yara yara, kız ben seni alacam başına vura vura” türküsü bile denizci türküsü değil, bozkırlı derebeyi türküsüdür. Çünkü hiçbir denizci, başına vura vura almaz kadını… Zaten kadınlar da denizkızlarına benzer bir yan vardır. Kendiliklerinden âşık olurlar denizcilere…
Denizciliğe karşı imrenmeyi biraz daha körükleyelim mi? – gerçekten büyük gerek var buna- denizciler, bozkırlılar kadar trafik kazası yapmaz. Türkiye denizcilik aşamasını tamamlamış olsaydı, trafik kazalarında ölenlerin sayısı günde hiçbir zaman otuza kadar çıkmazdı.
Kara adamı denize;
“ Deniz engin bir sudur, tuzlu, yeşil, dalgalı. Kıyılarını süsler bazen beyaz bir yalı” diye bakar
Denizci ise:
“ Mavi aynasında suların, boy verip görünmek istiyorum. Denize dönmek istiyorum, denize dönmek istiyorum” diye bakar.
Yüzyıllardır Anadolu’nun öksüz bırakılmış olmasının nedeni, denizlerin öksüz bırakılmış olmasıdır.
İletiyi düzenle