TÜRKİYE Yİ EMPERYALİZMİN KUCAĞINA İTEN İSMET İNÖNÜ, VE ATATÜRK SONRASI CHP DİR.
24 Kasım 2011, 17:19
11 Kasım 1938'de Başlayan Süreç
Türk Devrim'i, 20.yüzyılın niteliğini tam olarak kavrayamayan, politik yetersizlik içindeki dar bir kadroyla gerçekleştirildi. Devrim'e önder olarak katılanlar içinde, girişilen işin gerçek boyutunu kavrayanlar küçük bir azınlık durumundaydılar. Mustafa Kemal dışında; çağın koşullarını, geçerli dünya düzenini, bu düzenin ekonomik-politik dayanaklarını, emperyalizmi, ulusal bağımsızlığın önemini anlayan ve bu anlayışa uygun politika geliştiren insan çok azdı. Devrim'in kuramcı ve uygulamacısı tek başına Mustafa Kemal Atatürk'tü. Kurtuluş Savaşı'na katılıp yararlılıklar gösteren Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar gibi önde gelen komutanlar, kendilerini tanzimat batıcılığının etkisinden kurtaramıyor; önem ve boyutunu tam olarak kavrayamadıkları devrim atılımlarından ürküyorlardı.
Kazım Karabekir'in Genel Başkan, Rauf Orbay ve Adnan Adıvar'ın Başkan Yardımcısı,Ali Fuat Cebesoy'un Genel Sekreter olduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1924'de kuruldu ve devrim atılımlarına hazırlanan Mustafa Kemal'e karşı muhalefet başlattı. Kurucuları anti-emperyalist bir savaşın komutanları olmasına karşın, parti programı, bugünkü IMF isteklerine benzer ekonomik yaklaşımlar içeriyordu. Londra'da yayımlanan ve Kurtuluş Savaşı'na karşıt yayınlarıyla öne çıkan 'Times' gazetesi 14 Kasım 1924 tarihli sayısında, bu 'yeni' partiyi, 'Mustafa Kemal'in her adımını' eleştirdiği için kutlamış ve Türkiye'deki "İngiliz çıkarlarının korunması" umutlarını bu partinin başarısına bağlamıştı. Fırka programında şunlar söyleniyordu: "...Parti, limanlara giriş ve çıkışta alınan gereksiz gümrük vergilerinin derhal kaldırılmasını savunur... İç ve dış transit ticaretinin gelişmesini önleyen tüm kısıtlama ve engeller kaldırılacaktır. Ulusal sanayinin korunması için getirilen kısıtlamalar kaldırılacak, ithalattan alınan gümrük vergileri azaltılacaktır. Ekonomiyi yeniden inşa etmenin zorunluluğu karşısında, yabancı sermayenin güvenini kazanmaya çalışılacaktır. Her türlü tekelin, bu arada devlet tekellerinin de çoğalmasına karşı çıkılacaktır. Merkezi yönetim biçimi yerine, yerel yönetimler gerçekleştirilecektir. Ülkede liberalizm uygulanacak, devlet küçülecektir. Halkın dini inançlarına saygı gösterilecektir..."
Rauf Orbay, 1924 yılında Meclis'te yaptığı konuşmada Cumhuriyet ilanı ile hilafetin kaldırılmasından başka herhangi bir devrim henüz yapılmamış olmasına karşın; "Devrimler bitmiştir. Devrim sözü sermayeyi ürkütüyor" demişti. 1924'de Başbakan, 1930'da da Serbest Fırka'nın Başkanı olan Fethi Okyar da benzer düşüncede bir kişiydi. Meclis'te, birçok yasa, tutucu milletvekillerinin ikna edilmesiyle çıkarılıyordu. İsmet İnönü, verilen görevi başarıyla yerine getiren iyi bir uygulamacıydı, ama düşünce yapısı olarak emperyalizmi kavrayamamış bir tanzimat aydını'ydı. Türk Devrimine önderlik edebilecek, sosyal, ekonomik, tarihsel kültüre ve anti-emperyalist bilince sahip değildi.
Devrimlerin gerçekleştirilmesi, Türk halkının Mustafa Kemal'e gösterdiği güvene, devrimci kararlılığına, örgütsel yeteneğine ve sahip olduğu yüksek bilinç düzeyine dayanıyordu. Devrimci kararlılığından ödün vermiyor, ülkenin gerçek kurtuluşu için sonuna dek gideceğini söylüyordu. 3 Mart 1925'de parti gurubunda yaptığı uzun konuşmasını şu cümleyle bitirmişti "Devrimi, başlatan tamamlayacaktır."
Devrim, kendisini koruyacak kadroları tam olarak yetiştiremeden, Atatürk 1938 yılında öldü. Atatürk'ün yerine, "en uygun kişi" olarak İsmet İnönü getirildi. İnönü'nün, 1938-1950 arasındaki, "milli şef" konumu ve geniş iktidar yetkileriyle sürdürdüğü yönetim dönemi, Atatürkçü politikanın temel ilkeleriyle çelişen uygulamaların yer aldığı bir dönem oldu. Atatürkçülükten geri dönüş süreci, yaygın bir kanı olan 1950'de değil, bu dönemde başladı.
*
Atatürk'ün ölümünden bir gün sonra, 11 Kasım 1938'de toplanan TBMM, İsmet İnönü'yü oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçti. Önderini yitirmenin acısını yaşayan Türk halkı bu atamayla fazla ilgilenmedi ve seçimi genel olarak uygun buldu. İsmet İnönü, usulen istifa etmiş olan Celal Bayar'ı hükümeti kurmakla yeniden görevlendirdi. Ancak, kurulan yeni hükümette önemli iki değişiklik vardı. İçişleri BakanıŞükrü Kaya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Araş yeni hükümette yer almıyordu. Cumhuriyet devrimlerinin uygulamasında, en önde görev almış bu iki önemli bakana,İnönü'nün isteği üzerine hükümette görev verilmemişti.
1939 Martı'nda, milletvekili adaylarının tümünü İnönü'nün seçtiği erken genel seçimler yapıldı. Aday belirlemede kullanılan ölçüt ve seçilen adayların niteliği, Atatürk dönemi uygulamalarında değişiklik olacağını gösteriyordu. Atatürk'ün güven duyup uzun yıllar birlikte çalıştığı devrimci kadro,milletvekili yapılmamıştı. Buna karşın, Cumhuriyet devrimlerini kavrayamayıp Atatürk'le siyasi çatışma içine giren, Terakkiperver Fırka kurucuları dahil, muhalif unsurlar Meclis'e alınmıştı. Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı yapan ve ilk inkilap tarihi derslerini veren Prof.Hikmet Bayur'un Atatürk'ün ölümünden sonraki uygulamalar için görüşleri şöyleydi:"... Atatürk ölür ölmez, Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Mesela, Atatürk'e bağlı olan bizleri İnkılâp derslerinden aldılar. Kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı."
*
Atatürk'ün yakın çevresinin yönetimden uzaklaştırılmasıyla başlayan süreç, açıkça söylenmeyen ve yazılmayan ancak davranış biçimleriyle ortaya konulan sistemli bir politikaya dönüştürüldü. Bu politikanın somut sonucu; devlet politikalarında Atatürk ve Atatürk dönemiyle "araya mesafe koyma" eğilimiydi. İnönü, "milli şef"ti ve herşeyi o belirliyordu. Devlet kadrolarında yükselmek isteyenler günün gereklerine uymak durumundaydılar. Atatürk'ün yakın çevresi gözden düşmüştü. Onlarla birlikte görünmek, devlet katında, yükselmeyi önleyen bir olumsuzluk haline gelmişti.
1939-1950 arasındaki 12 yıl, Kemalist atılımların durdurulduğu, geri dönüş sürecinin başladığı, çelişkilerle dolu bir geçiş dönemidir. Etkisini henüz yitirmemiş olan devrim ilkeleriyle, geri dönüş uygulamalarının iç içe geçtiği bu dönemde, Batı'yla uzlaşılmış, ve yeniden emperyalizmin etki alanına girilmiştir. İngiltere ve Fransa'yla 1939'da imzalanan Üçlü İttifak Antlaşması, yoğunlaşarak günümüze dek gelen bu sürecin başlangıcı olmuştur.
İsmet İnönü 1960'larda, Abdi İpekçi ile yaptığı bir konuşmada şöyle söylüyordu; "Demokratik rejime karar verdiğimiz zaman, büyük otorite ile büyük reformların hemen yapılabileceği dönemin değiştiğini, değişmesi gerektiğini kabul etmiş oluyorduk." Değerlendirmedeki dikkat çekici yan, "büyük otorite ile büyük reformların yapılması döneminin" yalnızca değişmiş olması yönündeki saptama değil, "değişmesi gerektiği" yönündeki kabuldür. Burada devrimci dönemin, nesnel koşullar nedeniyle sona erdiği değil, devrimcilikten vazgeçildiği söyleniyor. Oysa Kemalist düşünce ve eylem, sürekli devrimi kabul ediyor ve "Hiçbir gerçek devrim, gerçeği görenlerin dışında çoğunluğun oyuna başvurularak yapılamaz" "Devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur" diyordu. Görüşler arasındaki niteliksel karşıtlık, dünya görüşlerine dayanan yapısal bir farklılık mıydı, yoksa zaman içinde yeni koşulların neden olduğu düşünce değişikliği miydi ? Bu sorunun yanıtını, İsmet İnönü'nün, Mustafa Kemal'e 1919 yılında, henüz İstanbul'da iken yazdığı mektupta aramak gerekir; "Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir."
*
Atatürk'ün ölümünden yalnızca altı ay sonra Türkiye; 12 Mayıs 1939'da İngiltere, 23 Haziran'da da Fransa ile iki ayrı deklarasyona imza attı. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu İngiltere Büyükelçisine, bu anlaşmalarla ilgili olarak, "Türkiye'nin bütün nüfuzunu Batı devletlerinin hizmetine verdiğini" söyledi. Deklarasyonlara göre taraflar; "Akdeniz bölgesinde savaşa yol açabilecek bir saldırı halinde, etkin bir biçimde işbirliği yapmayı" kabul ettiler. Anlaşma üzerine İngiltere Başbakanı Arthur Chamberlain Avam kamarasında yaptığı konuşmada "erkek millet" diye Türkiye'yi övdü. Alman gazeteleri ise "Nankör Millet Türkiye" başlıklarıyla çıktı. Bu iki deklarasyon, daha sonra 19 Ekim 1939 tarihinde "Üçlü İttifak Anlaşması" haline getirildi. Bu anlaşmanın yapıldığı günlerde, İngiltere ve Fransa, Almanya ile savaş halindedir ve 2.Dünya Savaşı sürmektedir.
Kemalist politikalardan ilk ödün, Atatürk'ün üzerinde en çok durduğu konulardan biri olan dış siyaset konusunda verilmiş, 15 yıl önce savaşılan Batı'yla ittifak içine girilmişti. Oysa Atatürk, bağımsızlığa özen gösterilmesini, özellikle Batı'yla ittifak anlaşmaları yapılmamasını istemişti. Ölümüne yakın "Türkiye tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir'" diyerek vasiyet niteliğinde önermelerde bulunmuştu. Ancak, yerine geçenler, ölümünden yalnızca 6 ay sonra, Batı'yla ittifak anlaşmaları imzalamışlardı.
İttifak Antlaşması yapılan İngiltere, 1918'de "Türkiye'yi yok etmeye kararlı olduğunu" açıklıyor, "Türklerin vahşi talancılar olduğunu" ve "Anadolu'dan uzaklaştırılacaklarını" söylüyordu. 1930 yılına dek süren Kürt ayaklanmalarının hemen tümünü kışkırtıyor ve Musul'u almak için, Türkiye karşıtı her türlü eylemin içinde yer alıyordu. Türkiye böyle bir ülkeyle, hem de dünya savaşı sürerken ittifak anlaşması yapıyordu. İngiltere ve Fransa ile yapılan 1939 üçlü ittifak anlaşması, hem anti-Kemalist sürecin başlangıcı, hem de buna bağlı olarak Türkiye'nin tekrar Batı'nın etkisine girmesinin kabulü anlamına geliyordu.
*
Oysa Mustafa Kemal, Batı'nın Türkiye ve Türkler için ne anlama geldiğini her yönüyle ele almış, Batı'yla bağımlılık doğuracak herhangi bir ilişkiye girmemişti. Kurtuluş Savaşı'nın en zorlu günlerinde, 1921 sonlarında şunları söylüyordu: "İlkbahara kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek diplomasi kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma, Türkiye'nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir." Bu sözler, savaşın olanaksızlıkları ve silah ihtiyacının yarattığı gerilimlerin duygusal dışa vurumları değildir.
Aynı yıl, Türk Kurtuluş Savaşı'nın uluslararası boyutunu açıklarken şunları söylemiştir: "Bana göre Türkiye, Doğu ve Batı Dünyası'nın sınırındaki coğrafi konumuyla ilginç bir rol oynuyor. Bu durum, bir yanı ile yararlı iken, diğer yandan tehlikelidir. Batı emperyalizminin Doğu'ya yayılmasını durdurabileceğimiz için, Türkiye'yi öncü olarak gören bütün Doğu halklarının sevgisini kazanmış bulunuyoruz. Diğer yandan, bu durum bizim için tehlikelidir. Çünkü, Doğu'ya yönelen saldırıların bütün ağırlığı, öncelikle bizim üzerimizde yoğunlaşmış bulunuyor. Türk halkı bu konumu ile gurur duymakta ve Doğu'ya karşı bu görevi yerine getirmekten mutlu olmaktadır."
Mustafa Kemal, Türk Kurtuluş Savaşı'nın anti-emperyalist niteliğini tüm boyutlarıyla saptar ve saptamalarını eyleme dönüştürür. Batı emperyalizmi için şunları söyler: "Biz, Batı emperyalizmine karşı yalnızca kurtuluşumuzu sağlamak ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda, Batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen araçlarıyla Türk milletini emperyalist politikalarına araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz."
ABD Türkiye'ye Yerleşiyor
ABD, İkinci Dünya Savaşı'ndan Batı dünyasının yeni lideri olarak çıktı. Savaşın gerçek galibi, "gelişmenin, barışın ve demokrasinin" temsilcisi olarak "göz kamaştıran" bir varsıllığa sahipti. Onunla iyi ilişkiler kurmak, dost olmak ve yardımına "hak kazanmak", "hür dünyaya" katılarak, "özgür ve uygar" olmanın, kaçırılmaması gereken fırsatıydı. Dünyanın önemli bir bölümü böyle düşünüyordu. ABD ve Amerikan yaşam tarzı, tüm dünyayı saran bir modaydı.
Oysa bu "moda"nın arkasındaki gerçek, yoksul ve güçsüze yaşam şansı vermeyen genel, yaygın, örgütlü ve zora dayanan yeni bir dünya sistemiydi. Bu sistemin ekonomik ve politik amaçları içinde; azgelişmiş ülkelerin kendi geleceklerini belirleme, ulus çıkarlarına sahip çıkma ya da bağımsızlıklarını koruma gibi kavramlara yer yoktu. Yeni düzen, bunları yok etmek üzere geliştirilmişti.
Türkiye, Yeni Dünya Düzeni'ne katılmada dünyadaki bütün azgelişmiş ülkeler içinde en 'istekli' ülke oldu. Daha 20 yıl önce, emperyalizme karşı, dünyadaki ilk başkaldırı hareketini başarmış olan bir ülkenin bu durumu, gerçek anlamda bir ulusal dramdı. Kemalist mirasın açıkça reddedilmesiydi.
1939 Üçlü İttifak Anlaşmasıyla başlayan Batı'ya bağlanma süreci, savaşın bitmesi ile olağanüstü hız kazandı. Türkiye, toplumsal düzeni, siyasi işleyişi ve ekonomik gereksinimlerine uygun düşmemesine karşın, ABD'nin isteği üzerine 'çok particiliği' kabul etti ve 24 Ekim 1945'te kurulan Birleşmiş Milletler'e girdi. BM'den sonra kurulan hemen tüm uluslararası örgütlere; inceleme yapmadan, araştırmadan ve bilgi sahibi olmadan üye oldu. 14 Şubat 1947'de Dünya Bankası, 11 Mart 1947'de IMF, 22 Nisan 1947'de Truman Doktrini, 4 Temmuz 1948'de Marshall Planı, 18 Şubat 1952'de NATO, ve 14 Aralık 1960'da OECD'ye katıldı. Bunlardan başka, sayısını ve niteliğini bile tam olarak bilmediği, çok sayıda ikili anlaşmaya imza attı. Gümrük Birliği Protokolüyle kapılarını AB'ne açtı. IMF ve Dünya Bankası ile bütünleşti. Türkiye'nin katıldığı tüm uluslararası anlaşmaların ortak özelliği, Batı'ya bağımlılığın arttırılması ve egemenlik haklarının törpülenmesiydi.
*
ABD ile yapılan ilk ikili anlaşma, daha savaş bitmeden 23 Şubat 1945'te imzalanan anlaşmadır. Borç verme ve kiralamalarla ilgili olan bu anlaşma, TBMM'nde 4780 sayıyla yasalaşmıştır. Anlaşmanın temel özelliği; adının "Karşılıklı Yardım Anlaşması" olmasına karşın, ABD isteklerinin Türkiye tarafından kabul edilmesi ve Türkiye'yi ağır yükümlülükler altına sokmasıdır. Anlaşmada, koruyucu hükümler olarak yer alan maddelerle, Türkiye'nin değil, hiçbir yükümlülük altına girmeyen ABD'nin "hakları" koruma altına alınmaktadır. Anlaşmanın 2.maddesi şöyledir: "T.C. Hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD'ne temin edecektir." Böyle bir maddenin bağımsız iki ülke arasında yapılan bir anlaşmada yer alması elbette mümkün değildir. T.C. Hükümeti, ABD'ne hizmet sunmakla görevli olacak ve bu görevin sınırı da belli olmayacaktı.
İkinci anlaşma, 27 Şubat 1946 tarih ve 4882 sayılı yasayla kabul edilen bir kredi anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın özü, dünyanın değişik yerlerinde ABD'nin elinde kalan ve geri götürülmesi pahalı olan, eskimiş savaş artığı malzemeyi satın alması koşuluyla Türkiye'ye 10 milyon dolar borç verilmesidir. Bu anlaşma, Türkiye'yi her yönden bağımlı hale getirecek anlaşmalar dizisinin öncülerindendi ve ulusal güvenliğe zarar veren ağır koşullar içeriyordu.
Anlaşma'nın birinci bölümünde, "T.C. Hükümeti, ABD Dış Tasfiye Komisyonunun Türkiye dışında satışa çıkardığı, kullanım fazlası malzeme ve donatımlardan, ihtiyaçlarına denk düşenleri satın almak istediğinde, bu alımın 10 milyon dolarlık bölümü için, iki hükümet aşağıdaki maddeleri kabul etmişlerdir" deniliyor ve koşullar sıralanıyordu. I. ve III. alt maddelerinde, borç olarak verilen 10 milyon doların, geri ödeme biçimi belirleniyordu: "Birleşik Devletler, faiz dahil taksitlerin resmi rayiç üzerinden Türk Lirası olarak ödenmesini de isteyebilecektir. Türk Lirası ödemeler, T.C. Merkez Bankasında özel bir hesaba yatırılacak ve Birleşik Devletlerin arzusuna göre; kültürel, eğitimsel ve insani amaçlara ya da Birleşik Devletler tarafından Türkiye'de kullanılan memurların harcamalarına tahsis edilecektir."
ABD, bu anlaşmayla çok yönlü kazançlar elde etmektedir. Elindeki savaş artığı malzemeyi satmakta, Türkiye'yi bu malzemelere ait yedek parça bağımlısı haline getirmekte ve Türkiye'de faaliyet gösterecek personelinin giderlerini Türkiye'ye karşılatmaktadır. Bu işler için hiçbir masraf yapmamaktadır. Kültürel, insani ve eğitimsel faaliyetlerin ne anlama geldiği, bugün daha iyi görülebilmektedir. Kimlere ya da hangi örgütlere ne miktarda ve ne amaçla yapıldığını yalnızca Amerikalılar'ın bildiği yardımlarla, ABD Türkiye'deki gücünü hızla arttırmış, toplumun her kesiminden kendisine bağlı insan yetiştirmiştir.
Anlaşmanın ikinci bölümünde de Türkiye için kabul edilemez nitelikte hükümler vardır. İkinci bölümün birinci maddesi şöyledir; "ABD Dış Tasfiye komisyonu, Türk Hükümetine satacağı malzemelerin fiyatlarının envanterini ve listelerini verecektir. Satış fiyatı, ilgili mümessiller arasında görüşülecektir. Türk Hükümeti malzemeyi bulunduğu yerden ve bulunduğu gibi alacaktır. Alınan malzemenin mülkiyeti Türkiye'ye geçmeyecek, ABD Hükümeti alınan malzeme için herhangi bir teminat vermeyecektir."
Anlaşmaya göre Türkiye, satın almak istediği malzemeyi yerinde nasılsa, kırık, bozuk işlemez ya da tamire muhtaç olsa da alacak, ABD bozukluklar için herhangi bir yükümlülüğe girmeyecektir. Ayrıca satın alınan malzemenin mülkiyet hakkı Amerikalılar'da kalacaktır. Çünkü 23 Şubat 1945 tarihli ilk anlaşmanın 5.maddesine göre Türkiye, ABD Başkanı gerek görürse, bu malzemeleri, parası ödenmiş olsa da geri vermeyi kabul etmiştir.
Anlaşmanın imzalandığı 1947 yılında, Atatürk'ün "en yakın çalışma arkadaşı" İsmet İnönü Cumhurbaşkanıdır. O günlerde devlet hazinesinde 245 milyon dolarlık altın ve döviz stoğu vardır. Kurtuluş savaşının kazanılmasının ardından 25, Atatürk'ün ölümünden ise sadece 9 yıl geçmiştir.
*
12 Temmuz 1947'de imzalanan Askeri Yardım Anlaşması "Karşılıklı Yardım Anlaşması"nın doğal uzantısıydı ve 1952'de imzalanacak olan NATO'yla ilgili, ikili ve çok taraflı anlaşmaların ön hazırlığı niteliğindeydi. Belirgin özelliği, önceki anlaşmalarda olduğu gibi, ABD'nin belirleyici olmasıydı. Anlaşmanın 2. maddesi şöyleydi: "Türkiye Hükümeti yapılacak yardımı, tahsis edilmiş bulunan amaç doğrultusunda kullanabilecektir. Birleşik Devletler Başkanı tarafından atanan... misyon şefi ve temsilcilerinin görevlerini serbestçe yapabilmesi için, Türkiye Hükümeti her türlü tedbiri alacak, yardımın kullanılışı ve işleyişihakkında istenecek olan her türlü bilgi ve gözlemi, her türlü kolaylık ve yardımı sağlayacaktır."
Bu anlaşmanın ne anlama geldiğini, Türkiye 17 yıl sonra karşısına çıkan somut ve acı bir gerçekle öğrenecektir. Kıbrıs bunalımında, Kıbrıslı Türkleri korumak için son çare olarak yapılması düşünülen askeri harekat, ABD tarafından, bu anlaşmanın 2. ve 4. maddeleri gerekçe gösterilerek önlenmiştir. ABD Başkanı Johnson, o zaman Başbakan olan İsmet İnönü'ye ünlü mektubunu göndermiş ve bu mektupta şunları yazmıştı: "Bay Başkan, askeri yardım alanında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında yürürlükte olan iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda var olan, askeri yardımın veriliş hedeflerinden başka amaçlarla kullanılması için, Hükümetinizin Birleşik Devletlerin iznini alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu koşulu tamamen anlamış olduğunu, çeşitli kereler, Birleşik Devletler'e bildirmiştir. Var olan koşullar altında, Türkiye'nin Kıbrıs'a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından verilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına, Amerika Birleşik Devletlerinin izin vermeyeceğini, size bütün samimiyetimle ifade etmek isterim."
Devamı var