Günaydın.
Beş-Altı sene önce, esti bir yerlerden, bir gırgıra gittim iş olsun diye. İş olsun da değil de, "Bu insanlar nasıl insanlar, bunlarınki ne tür bir hayat, denizde olmak ne gibi bir şey," merağından. İki hafta kaldım. Yanıma fotoğraf makinemi, birkaç Sait Faik kitabı, defter kalem aldım giderken. Gördüklerim çok farklı, çarpıcı, etkileyici şeylerdi. Elimden geldiğince de yazmaya çalıştım sonrasında. Bugün paylaştığım bölümler bu günlerden esintilerdir.
Selam ederim.
İSMAİL
Koca taşları döven, mendireği aşıp, limana zerrelere ayrılarak savrulan, teknelere halat kopartan dalgalar öğlene doğru duruluyor. Hava açıyor. Rıhtıma vuran sabah güneşiyle yerden ince bir buhar yükseliyor.
Öğlene kadar kimse görünmüyor ortalıkta. Sadece İsmail makine dairesine birkaç kez girip çıkıyor. Vincin, ırgatın, pompanın aralarında geziniyor. Tamburaları makaraları, dinamoları kontrol ediyor. Mutfaktan tıkırtılar geliyor. Bir iki kez yanına uğruyorum. Islattığı kuru fasulyenin kurtarabildiği kadarı büyük tencerede kaynıyor. Kokusunu duyunca acıktığımı fark ediyorum. Kimseciklerin olmadığını söylüyorum, bir şey söylemiş olmak için. Fazla sürmez, kurunun kokusu hele biraz daha yayılsın ortalığa, duyan yatamaz, kalkar gelir, diyor.
****
İsmail teknenin makinisti. Bakmayın öyle sözcüğün çok alengirli durduğuna. Ne bir yerde kurs görmüşlüğü ne de bunların okuluna gitmişliği var. Motorları, elektrikli sistemleri, pompaları, vinçleri, makaraları, türlü türlü kaynağı yapa yapa öğrenmiş. Çalışan makinelere, dönen dişlilere, kasnaklara, bilyelere, teknik şeylere meraklı sadece. İnsan garip canlı. Neyi seveceği, neye ilgi duyacağı kestirilemiyor. O da, ilk kez daha çocukluktan çıkamamışken, balık kokulu, denizin ortasında, dalgalarda beşik gibi sallanan bir teknede, deniz tutmuş, günlerce kusmuş, kaderine küfretmiştir. Kurşun çekmeyi, ağ aktarmayı, mantar istiflemeyi sevmemiş, paslı vincin makarasına dolanan çelik halata bakmak ona nedensiz bir şekilde huzur vermiştir belki de. Kim bilir. O pek konuşkan değil. Öyküsünü parça parça, birkaç tayfadan dinliyorum.
Öğlene doğru kamara doluyor. Kenarları kararmış demlik elden ele geziyor. Şiş gözler, demli çayın yudum yudum acılığıyla milim milim aralanıyor. Pek konuşmuyor kimse. Masanın üzerine eski gazeteler serilmiş. Birinin köşesinden bir kadın, diğerinden bir futbolcu bacağı ilişiyor bakanın gözüne. Soyulmuş soğanlar, çatallar, ekmek dilimleri eşit aralıklarla dizilmiş. Kuru fasulyenin işgalci kokusu sarmış her yanı. Herkeste hissettirmemeye çalıştığı gizli bir acele, bir an önce önüne bir tabak konsun, kaşığı daldırayım istiyor kuruya. İsmail yok ortalarda. Nerede kim bilir?
Biraz sonra giriyor kamaraya. Gören bir iki şakacı takılıyor İsmail’e. Neredesin be? Isıtamadık bir türlü kamarayı. Gel bi’ tabak kuru da sen ye. Belki sen ısıtırsın bir iki cartada. Elinde iki kangal misina, kurşunlar, oltalar var. Görünce şaşırıyorum. Cavit’e göz kırpıp, “Ne iş?” der gibi bakıyorum. Hasta işte! Ne yapsın garip, diyor.
****
Yemekten sonra herkes dağıldı. Kimi rıhtımın dibindeki kahveye, okeye, kimi fazla aralarına girmeden, ona buna göz iliştirmeden sokak aralarına dolaşmaya, kimi kamaraya yeniden yatmaya gitti. Tekneden ayrılanların nereye giderse gitsin, bir kulağı her daim, hemen ayırt ettikleri, tanıdıkları, liman terk edilmeden önce çalan toplan borusunda. Bazı zamanlar reisin ani bir duyum alıp, beş, on dakika içerisinde boruyu öttürüp, palamar çözüp limana kıç dönüverdiği oluyor. Kahvede okey, meyhanede şişe başındaki yetişti yetişti, yetişemedi, karadan tekne arar liman liman. Tayfanın ağzına sakız olmak, alay edilmek de cabası.
Yemeğin ardından İsmail oturdu artıkların temizlendiği masaya. Bir gazete serdi. Misinaları, boy boy oltaları, kurşunları, fırdöndüleri gazeteye dizdi. Cebinden küçük bir çakı çıkardı. Usulca açtı, onu da oltaların yanına koydu. Sonra bir Tibet rahibi yavaşlığı ve sessizliğiyle oltaları misinalara bağladı, kurşun taktı, misinaları kasnaklara doladı. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Ben birkaç kez çıktım, rıhtımda dolaştım, kahveye uğrayıp çay içtim, kamaramda okudum, yanına uğradığımda o hala aynı derin uğraşısındaydı.
Son derin bir soluk verdi. Geriye yaslandı. Tüm yüzüne yedirdiği bir gülümsemeyle; Tamam, bitti, dedi. Toparladı olta takımlarını. Kamaradan çıktı.
****
Akşama doğru, gidenler, yatanlar kamaraya doluştu. Her kafadan bir ses, içeride göz gözü görmüyor. Kızaran kolyoz, sigara, meyhaneye uğrayanların bira, şarap kokuları karışıp yayılmış ortalığa.
Dışarı, hava almaya çıkıyorum. İsmail başüstünde. Yanına yaklaşıyorum. Bir mindere çömelmiş. Parmaklarının arasındaki misinayı fark ediyorum. Diğer ucu denize doğru uzanıyor. Yanında sudan ıslanmış bir gazete parçasında, irice bir balık, küçük parçalara bölünüp, yem yapılmış. Çakının üzerinde birkaç pul ve kan var.
Garipsiyorum. Gözlerimin önüne kocaman, tepeleme balık dolu kıtal geliyor. Bom kaldırıyor, tayfalardan birisi altına giriyor, hızla altındaki ipi çekip, kaçıyor. Bir balık seli boşanıyor orta güverteye, her yan titreşen bedenler, kuyruklar. Üzerlerinden, aşağıdan yukarıya bir pul yağmuru yükseliyor. Her yan balık kesmiş. Tayfalar kasıklara kadar çizmelerle arlarında dolaşıyor, su döküp, buz atıyorlar kürek kürek. Kovalarla, küreklerle aktarılıyor saatlerce, kasalara dolduruluyor. Günde beş, altı mola yapıldığı oluyor. Tayfa balık görmekten, balık aktarmaktan, balığa dokunmaktan bıkıyor.
Ya bu ne oluyor? Bütün gün boğazına kadar balığa gömülmüş insan, akşam olur da eline oltayı alır mı? İsmail bu, alır tabii ki. Onun da hayatındaki en büyük zevklerinden birisi bu; misinasını alıp, bir kenara çekilip, oltaya bir parça yem takıp oyalanmak.
Parmağı titreşiyor hafifçe, sert ama usulca asılıyor misinaya, yarıya kadar çekip bırakıyor, Tüh be! İriydi namussuz, derken sırıtıyor. Yüzü, mutluyum, diyor. Az sonra oltayı çekip, bir kutsal ritüeli yerine getirircesine yeni bir yem takıyor oltaya, kurşuna suda ses yaptırmadan bırakıyor.
Kalabalığa karışıyorum. Uğultu, koku, duman artmış. Tabaklarda kızarmış yağın büktüğü kuyruklarıyla kolyozlar uzanmış, herkes kendi telinden çalıyor. Bir tabak tepeleme balık konuluyor önüme. On parmağımı batırarak yiyorum. Yanımda Garmada oturuyor. Doymuş. Çay içiyor.
Dalgalı bir günde uzak bir limanın dar çarşıları arasında gezinirken, yanından karısı gibi kokan bir kadın geçti. Kendine hakim olamadan kadının ardından gitti. Tüm cesaretini toplayıp, utana sıkıla kadına kullandığı kokuyu sordu. Kadın bir koku adı söyledi. Kokuyu aradı, buldu, aldı. Bir ay sonra ev izni vardı. Karısına götürecekti.
Balıkçı teknesine dönünce kokuyu başaltındaki ranzasına, yastığın altına koydu. Gece yatmadan önce, kapağını açıp uzun uzun kokladı. Yastığın ucuna hafifçe bir damla döktü. Koku tüm gece, uyku aralarına, rüyalarına sızdı durdu. Sabah her zamankinden daha dinlenmiş, daha mutlu uyandı.
Bir sonraki geçe bir damla daha damlattı yastığının üzerine.
Gideceği sabah şişe boştu.
****
Sabah erken kalkıyorum. Denizin yüzeyine tan kızıllığı serilmiş. Rıhtımda birkaç kumru geziniyor. Martılar da köpekler de yok ortalıkta. Hafif bir lodos esiyor. Genel kamarada oturakların üzerinde birisi kıvrılmış yatıyor. Ses çıkarmadan oturuyor, kitabımı açıp birkaç sayfa okuyorum. Uyanıyor, üzerine örttüğü kirli battaniye aralanıyor; İsmail’miş. Bir an ne desem diye düşünüyorum, Ne yaptın gece, diyorum. Üzerine battaniyeyi tekrar çekerken, Ne yapayım abi, sabaha kadar balıkları yemledim, diyor.
****
Akşamları Garmada’yla Şaban, meyhanenin en kuytu köşesinde, sokak arasında göz ucuyla gördükleri kadının memelerinden, yürüyüşünden, yürüdüğünde kalçalarının halinden söz edecekler. Garmada sallana sallana kül tablasını silerken, muhabbete kulak kabartan garson çocuğa siktir çekecek.
Bazı kapı önüne, camlara vuran bir yağmur sesi, bazı ara sokaklardan köpek ulumaları duyacaklar. Garson yerleri ıslatacak. Toz kaldırmamaya çalışarak yerleri süpürecek kabasından. Yerdeki bir yığın fıstık, kuruyemiş kabukları, şişe kapakları, boş sigara paketleri, izmaritler toplanacak. Bir bir boşalan masalara yakın ışıklar kapanacak. Meyhaneci Suphi, “Tamam, kapatıyoruz. Başka yok,” diyecek. Yüzüne etmeye cesaret edemedikleri küfrü arkasından, duyurmadan edecekler. Keşke bu pezevengin mekânına gelmeseydik de, limandaki kahvede iki el okey çevirseydik diye pişman olacaklar. Şaban paketteki son iki sigaranın birini uzatacak. Garmada çakmağına davranacak. İki sigara ateşi, limana çıkan sokağın ilerisine doğru uzayıp, kaybolacak.
İsmail, baştaki iki, kıçtaki üç oltanın arasında mekik dokuyacak sabaha kadar. Arada bir oltaya yeni yem takacak, ucunda kıvranan kefali, çinakopu, istavriti oltadan kurtarıp, yarısına kadar su dolu kovaya atacak. Sabah ne yaptığını sorduklarında, Bütün gece balıkları yemledim. Benimki aptallık. Aptallık ama ne yapayım, diyecek. Reis yukarıdan seslenecek. İskeleye bağlı palamarları çözüp, çıkacaklar limandan.