Geçen yıl fuardan almıştım. Elimde sürünüp duruyordu. Bu sabah erken uyanıp, okudum, bitirdim.
Naviga yayınlarından çıkan gezi-anı kitaplarına allerjim vardır. Bastığı kitapların kötülüğünden, iş görmezliğinden değil. Ama bir tane redaktör, bir editör kullanmaz mısın be adam! O nasıl bir Türkçe, o nasıl imla, o nasıl az sözcükle bir dünya anlatım. Bu kitapların yazarları usta yazar değiller ve böyle bir iddiaları da yok. Bildiklerini, gördüklerini, yaşadıklarını anlatmaya çalışıyorlar. Koca yayınevisin, bir şair, bir yazarla destek olsana şu yazıcılara.
Sabah serinliğinde bitirdiğim kitap, aynı yayınevinden çıkmasına karşın böyle değildi. Bir tane "ki" fazlaydı, o kadar.
Kitap, bir gezi yazısının nasıl olması gerektiği hakkında bize fikir veriyor.
Kazancakis'in izini, Pire, Atina, Aegina ve Girit'te sürerken, bütün bir Akdeniz yaşamını tarihi, edebi eserleri, destanlarına atıf yaparak anlatıyor. Niyeyse, kitabı okurken, Cem abinin ve son günlerde benim sık sık atıf yaptığım Akdeniz Dünyası kitabı aklıma geldi. Orada da Tarihçi, Akdeniz'i ta Kafkaslar'dan alıp Sahra Çölü'ne, Ortadoğu'ya kadar geniş bir Coğrafya üzerinden, dağlar, ovalar, kentlerle birlikte bir bütün olarak ortaya serer. Kuşkusuz Çetin Kent, bu kadar iddialı değil. Ama anlatımında, Heredot'tan Perslere, Anadolu'dan Mısır'a, Araplardan Homeros'a kadar bir büyük kültürel bütünün izlerini bu küçük hacimli kitabın içinde yer bulabildiğince geniş anlatıyor. Eğer doğru anladıysam, her bir parçayı bir büyük kültürün eş değer ögesi olarak görüyor.
Eleştirebileceğim tek konu, Balıkçı'dan Azra Erhat'a kadar çok kişiye atıf yapan ve Akdeniz'i tam bir bütün olarak gören dostumuzun, Panait Istrati'ye ufacık da olsa bir yer vermemiş olması. Oysa, Balkanların büyük yazarı, Karpat'lardan Istanbul'a, Atina'dan Kahire'ye kadar geniş yayda, deniz, kara, ova, çöl her ne varsa hepsinden söz eder. Buraların insanlarının hiç birini yüceltmeden ve hiç birini yerin dibine sokmadan anlatır. Çetin Kent'in de benzer bir bakışı olduğu yaptığı tespitler, verdiği örneklerden anlaşılıyor.
İlginç bir tespiti ve temel bir sorusu da var kitabın; Bu kadar müze gezdim, bu kadar yer gördüm, şu deniz-balıkçılık ile ilgili pek az şeye rastladım diyor. Benim pek dikkatimi çekmeyen bir şeye de vurgu yapıyor. Odysseus ve İlyada destanında sahiden balık yedik, şöyle pişirdik demez. Öte yandan, kuzu eti, yağlarını bedenlerine sürdükleri, etin en yağlı yerinin en ağır konuğa verildiği uzun uzun söz edilir, şenlik havasında anlatılır. Biz hep Ege'in öte yanının deniz yaşamında bizden önde olduğunu söyleriz doğru olarak. Eğer böyleyse, neden kültürün en önemli göstereni olan edebi metinlerde, destanlarda buralara pek girilmemiş? Deniz, gündelik hayatın sıradan bir parçası olduğundan mı acaba? Çok emin değilim. Üzerine düşünmek lazım.
Ama asıl şunu söylemek lazım, kitap "denizcilik kültürü"nün, bir büyük Kültürel birikimin bir parçası olduğunu, öyle adabı muaşeret kuralıyla, valla tekne ahşaptı, yekeydi, pahalıydı ucuzduyla pek de doğrudan bağı olmadığını söylüyor.
Kitap, bize bir şey söyleme hakkını daha veriyor:
Madem bu kadar biliyon, ya kitap olarak yazmaya devam et, ya burada yaz.
Keyifle okudum, okumayanlara şiddetle salık veririm.
Bir Ege Macerası, Kazancakis'in izinde. Çetin Kent, Naviga Yayınları.
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.