Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#405: 10 Ekim 2018, 10:40:05
Kaancım ellerine sağlık, çok da iyi oldu.
Cem abi, özellikle son katkılar için teşekkürler.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: KAYIKEVİ
#406: 10 Ekim 2018, 12:15:51
Kaan bu diziyle arşa çıktı.  :)xx :)xx :)xx
Benimki sadece katkı.  ;)

Bu arada bu üçlü filonun replikasının da fotoğrafını buldum.

  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Ynt: KAYIKEVİ
#407: 04 Aralık 2018, 00:22:44
Biriktirip okuyayım demiştim. Ama biraz fazla ertelemişim. Harika bir yazı dizisi olmuş Kaan reisim.  :)xx :)xx :)xx

Cem Gür Reisimizin dediği gibi barnaklarınıza sağlık. :) Her zaman söylediğim gibi; forumun EN-tellektüel koylarından birisi burası. Ne zaman burada demirlesem tahminimden daha uzun süre alargada kalıyorum.
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#408: 04 Aralık 2018, 10:08:57
Her zaman söylediğim gibi; forumun EN-tellektüel koylarından birisi burası. Ne zaman burada demirlesem tahminimden daha uzun süre alargada kalıyorum.

Deme böyle şeyler. Hafazanallah!
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#409: 04 Aralık 2018, 13:20:54
Biriktirip okuyayım demiştim. Ama biraz fazla ertelemişim. Harika bir yazı dizisi olmuş Kaan reisim.  :)xx :)xx :)xx

Cem Gür Reisimizin dediği gibi barnaklarınıza sağlık. :) Her zaman söylediğim gibi; forumun EN-tellektüel koylarından birisi burası. Ne zaman burada demirlesem tahminimden daha uzun süre alargada kalıyorum.
Teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim  :)

Deme böyle şeyler. Hafazanallah!
;D ;D ;D




Bu vesile ile '' Eskiyebilen bir evde ölmek isterim '' diyen Süreyya Berfe'den bir kaç satır ekleyelim, öğlen arası, kahvenin yanında okumalık.



Çay
Sabah erken saatler. Gün ağarmış. Denizin kimi yerine varla yok arası, sabaha karşı, uyku ile uyanıklık gibi bir sis çökmüş. Martılar ortalarda görünmüyor. Nerelerde saklanıyorlar? Uzakta olamazlar, teknedeki en ufak mola, ağ hareketinde üşüşüyorlar binlercesi çünkü.

Mesafeyi kestiremediğim uzaklarda gri bir kıyı görünüyor. Bir kangal halatın üzerine çöküp, etrafa bakınıyorum. Reis yukarıda, her zamanki gibi. Kamarasının ışığı yanıyor ortalık aydınlık olduğu halde. Ya unuttu… Birkaç mil ötede bembeyaz boyalı, kamarasıyla küpeşte şeritleri açık mavi bir Yunan balıkçı teknesi ağır ağır yol alıyor. Arkasındaki koca makaralardan iri halatlar kayboluyor denizin içinde. Trol çekiyor, öyle dediler önceki günlerde. Dikkatle bakıyorum her yanına. Ne güvertesinde ne kıç bölmesinde, hiçbir yerinde insana benzer bir karaltı göremiyorum. Diğer günlerde de uzaktan yakından, alımlı boyalarıyla bir sürüsü geçti yanımızdan. Ne kadar dikkat ettiysem hiç kimseyi göremedim teknelerde. Sanki kendi kendisini rotalıyor tekne. İnsana gerek duymuyor sanki yapacağı, yaptığı hiçbir şey için. Eskiden, çocukluğumda taşıma işinde kullanılan karadeniz takalarına benziyor. Burnu kalkık, hilal kıvrımlı, arkası düz, kamara önde. O kadar dikkatle baktığım halde morotundan çıkan dumanı dahi göremedim. Yavaş yavaş geçip gitti hayalet tekne.

Mutfak bölmesine iniyorum. Aşçının işi yoğun. Kestiği ekmekleri plastik sepetlere diziyor. Tahtasının üzeri ekmek kırıntıları. Ocakta koca bir kazanda soğan kavruluyor, yerde süzgece doldurulmuş, soyulmuş patetesler. Sürgülü pencerenin yanındaki küçük ayna her zamanki gibi buharlanmış. Hiçbir şey yansıtmaya niyetli değil. İnce, dayanılmaz bir çay kokusu yayılmış daracık yere. İrice bir bardağı dolduruyor. “Nasıl demi?” İki gözümü kırpıyorum. “Tamamdır.” Bütün rengiyle ışıldıyor demini almış çay. Şekeri işaret ediyor. Ekliyorum. “Abi benim çok işim var. Reis’e de bir çay çıkaramaz mısın? “Çıkarırım.” Bir yerlerden koyu renk, siyahla lacivert mor arası bir porselen kupa çıkarıyor. Yarısından fazla dem dolduruyor, gerisi su. Üzerine bir çay tabağı kapatıp, ufak bir tepsiye koyuyor, benim bardağı da yanına. Dikkatle çıkıyorum merdivenleri. Her ne kadar sallantı yoksa da, denizin üstündeyiz sonuçta. Kamaraya yaklaşınca kapıyı açtı. Ayakseslerimi duydu belki de. Bardağı ortadaki, ayakları tabana vidalarla sabitlenmiş sehpanın üzerine bıraktım. Çayı görünce yüzüne geniç bir gülüş yayıldı. “Eyyvallah Ağam! Sağ olasın.”

Kamara
Kamara her zamanki gibi, dört taraf sinamaskop, yeniler tam açı panaromik mi diyorlar yoksa? Radarın, sonarın iki koca ekranında, arkasında yeşilimsi bir ışık serpen çubuklar dönüp duruyor. Telsiz açık. Birbirine karışan konuşmalar, cızırtılar geliyor. Kenardaki tek kişilik yatakta dağılmış, rastgele kenara itelenmiş bir yorgan. Ayakucunda, duvara dayanmış küçük bir soğutucu, üzerinde küçük bir televizyon. Reis’in üzerinde göbek kısmı iyice sıkan dar bir eşofman. Gözleri şiş, belli ki çok olmamış kalkalı. Sarı bıyıklarının atrafında bir iki günlük uzamış tıraşıyla tezzat, yüzü içeriden gülüyor.

Mümin Reis; Aga, 35 senedir denizdeyim diyecek bana daha sonra(Aga, diline yerleşmiş bir hitap, yaşıtındakilere, kendinden küçüklere, büyüklere genelde öyle hitap ediyor), ilkokulu bitirir bitirmez aldı beni rahmetli, balıkçı kayığının içine atıp, koca denize tıktı, bir daha sayılı günler dışında kara yüzü görmedik, diyecek, ama daha sonrasında. İlgimi çekiyor reis de, kamarası da. Hemen hemen tüm günümü orada geçireceğim. Merak edip sorduğum her şeye yanıt vermeye çabalayacak. An gelecek ben sormadan bu günden, eskilerden, denizden, eski balıklardan, eski balıkçılardan anlatacak.

“Neredeyiz Reis?”

“Abi baş hizasından ötede gördüğün Limni adası. Karşıda ise Yunan toprakları. 15 kulaç suda, 3 mille gidiyoruz. Balığın izi yok şimdilik. Bikaç ufak sürü denk geldi de 70-100 kasa kadar. Ağ koyvermeye değmez.” Neden deymesin, balık sonuçta, diyecek oluyorum. Yüzüme bakıyor, sözlerim acemiliğimi, kestirmeden konuştuğumu ifade diyor. Yüzüne bakınca anlıyorum bunu. “Mola yapıp, ağı toplamak iki saatten fazla sürüyor, o arada çok büyük bir sürü de denk gelse, ellerin kolların bağlı, kalakalıyorsun ister istemez. Bu nedenle gelişigüzel, az balığa saramıyorsun.”

Gözcü
Bilgisayarı açıyor. Klavyesine, diğer aygıtlarına alışkın değil eli, belli ediyor bunu. Birkaç parmak tıkıyla bir sayfa açıyor, “Poseidon System”. Sayfadaki birkaç yere basıp, sarı turuncu kodların işlendiği bir haritadan rüzgârın yönünü, şiddetini, akşama kadarki yağış bulutlanma durumunu kontrol ediyor.

“Ey be! Ne günlere kaldık. Ne icatlar yapıyor gavur. Açıyorsun bu zamazingoyu, bakıyorsun, dakkada biliyorsun rüzgârı, bulutu, yağmuru, fırtınayı, dalgayı. Eskiden öyle miydi be Aga! Ömer amcam şurada, kamaranın dışındaki öndeki aralıkta, bir minderde otururdu akşama kadar. Bütün işi gücü havaya, bulutlara, rüzgâra bakıp, havanın nasıl olacağını bilmeydi. Yaz kış, sıcakta soğukta saatlerce otururdu o rengi atmış minderde. Kıpırdamadan, gözleri yarı açık yarı kapalı. Yahu bu amcam şimdi uyanık mı, yoksa uyuyor mu, bu kapalı gözlerle nasıl görür bulutu, ufku, martıyı, derdim kendi kendime. Nasıl yapardı, nasıl ederdi bilmem, ama bilirdi işte. Kaç defa güzelim havada koca bir balık sürüsüne ağ atmaya niyetlenmiş olurduk da, “Yok, bekleyin, yarım saate kalmaz ortalık dalga boran kesecek, değil ağ toplamak, kayıkta durmak zorlaşacak”, deyip deyip, bizi fırtınada, boranda ağ toplamanın sıkıntısından kurtarmıştır, dedi. “Bezleri vardı, pamuktan, Amerikan bezinden, keten, dividin, pazen. Bunları kayığın çeşitli, yüksekçe bir yerlerine asar, küçük küçük kaplara su doldurup, kıça başa, başaltına, üst kamaraya bırakır, bunları kontrol ederdi günboyunca. Islak tahta ne kadar zamanda kuruyor, küçük çanaklardaki suyun buharlaşması, bezlerin rüzgârda salınmaları, hepsi, her şey ona bir şeyler anlatıyordu ki, biliyordu. Hatta Seyfettin ağam, o; gırgırın etrafında uçan martıların süzülüşünden, kanat kırıp, suya dalarken kestiği açıdan, deniz yüzündeki combalaktan, ayın denizi biçen keskin kenarından bile anlayabilir hava durumunu derdi.”

Bilgisayarın karşısında, yüzüne radyonun içindeki şarkı söyleyen küçük insanları bulamayanların şaşkınlığı yerleşiyor. Garip, tuhaf bir dünya bu. İnsan kolay kolay anlayamıyor bazı şeyleri, değil ki alışmak.

Canlı yok a veeyyy!

Telsizden bir çağrı geliyor;

“Mümün, neolyo be olum! Çıkmadı be sabahtan beridir sesin?”

Almacın mandalına bastı;

“Canlı yok a veeyyy! Bizim radar delirmiş, kafayı yemiş be! Koca Ege denizi. Be nereye gitti bu koduğumun balıkları. Yok mu sizde de bişeyler?”

“Yok be yok! Sen angi arada dolaşıyosun. Ben Semandirek’in açıkta yakasındayım. Mertoğlu’yla Cihan Reis de buralarda. Balık yok oğlum. Gel istersen bu yana da dört koldan bi maça kızı yapalım. Boşa dolaşacamıza.”

Reis’lerin kahkahaları çınlıyor kamarada. Birazdan ince ayar küfürle karışık, saydırmaya başlıyor, havadan, karadan, denizden kaydırıp, karşısındakine uzatıyor dokundurmayı. Bırakıyor almacı.

“Geveze ibne! Soğuttu çayımı.” Koca bir yudum alıyor çayından.

“Balık para yapmıyor abi. Bol olunca herkese bol. Fiyatı düşüyor böylece. Tutuyorsun günde 600-700 kasa. Bunu nereye göndereceksin, nerede para yapacak, bu önemli. Denk getiremezsen çöpe gidiyor balık. Kaç kamyon balık döktük Ankara’nın, Bursa’nın, İzmir’in çöplüklerine bilsen. İçi acıyor insanın. O kadar uğraş, mazot yak bulmak için, emek harca ağı çekmeye, ayıklamaya, kasalamaya, çöpe dökülsün. En çok mazota para harcıyoruz. Bütün gün çalışıyor motorlar. Günlük bir tondan fazla mazot yakıyor bu kayık. Çok para. Bazan öyle oluyor ki, gezmesen, balık aramasan, limanda kalsan daha karlı olursun. Ama ekmek kapısı, limanda yatan kayığın balıkçılığından ne olur?”

Aşçı geliyor. Kapıyı açıyorum. Elinde koca bir tepsi. Kahvaltılık bir şeyler getirmiş. Bırakıyor tepsiyi. Boş bardakları alıp, çıkıyor.

“Hadi buyur!”

Deniz acıktırıyor.

Deniz pırıltılarla akıp gidiyor yanlarımızdan. Eşlikçi birkaç martının kaba çağırtısı uzuyor boşukta. Motorun sesi duyulur duyulmaz arası, yarım bardakların yüzeyleri titreşiyor. Daracık kamarada, kim bilir kaç gün toplanmamış yorganda, çarşafı sıyrılmış yatakta, tepsideki zeytin çekirdeklerinde, telsizde, almacında, radarların, sonar cihazlarının monitörlerinin üzerlerinde geziniyor gözlerim. Ufka bakıyorum. Denizle koca suyun birleştiği yere. Yok gibi.

Ufka bakarken sonar cihazının sarı ışık serpen okunun ışıltıları ardına harfler ekmeye başlamış. Harfler birleşip sözcükleri, onlar da uzun, bitimsiz bir şeyi ışıtıyor;

“Çocukluğumu bilmedim, gençliğimi de. Hiçbir şey bilmedim. Sadece deniz. Hep bir mavi. Kusacağın geliyor maviden. Deniz, rüzgâr, dalga, fırtına, tayfa, balık, ağ, mantar, karışmış birbirine, bir düğüm. Senede iki ay kara yüzü görüyor ayaklar, karada yürümeyi, adım atmayı unutuyor. Adım adımdır diyesi geliyor insanın, ama değil. Denizde adım atmayı unutuyor insan, ayaklar var mı yok mu belli değil. Senenin on ayı bu 10 metrekarelik, buğulu camların ardındaki sonsuzluğa bakan geniş hücrede geçiyor. Tayfa derdi, balık bulma derdi, satma derdi, borç, harç, ev bark, çoluk çocuk. Bütün gün yanlızsın burada. Sürgün, vebalı. İnsana buyurmak, ona iş yaptırmak ayrı bir dert. Senin benim gibi o da mahpus garibim. Bir şey diyemezsin, alınıverir hemen, sarkar yüzü, burulur dudakları. Biraz gülsen, yüz versen ipin ucu kaçıveriyor. Bir mesafe, bir soğukluk koymak gerekiyor her zaman. Bu nedenle de karışamıyorsun tayfa içine, insan arasına. Akıl hep karada, evde, barkta. Oğlum doğdu, koca bir denizin ortasında, hiçbir memleketin karasularına girmeyen ücra bir yerdeydim. Aylar sonra görebildim yüzünü. Senelerce sayılı günlerde oldum evimde, yuvamda, ailemle birlikte. Zaman geçtikçe değişti balıkçılık, gırgırcılık. Türlü türlü fent, dümen icat oldu. Balığın kaçarı kalmadı. Koca, sonsuz, engin denizde sıkıştı kaldı. Eskiden Marmara balık kaynardı. Evimizin dibinde balıkçılık yapar idik, Marmara hepimize yeter idi. Koca bir havuz gibiydi, büyük bir balık havuzu. Nereye gitsen balık. Aramıyorduk bile balığı, kepçeni daldır, al balığı. Bir ağ atıp 150 kasa kolyozu sarıp dönüyorduk evimize. Evinin dibinde, evinde olup balıkçılık yapmak ne olacak. Gündüz çalış, akşama çocuğun, eşin yanında, koynunda ol. Cennet gibi. Azaldıkça balık, uzaklaştı evler. Büyük denizlere kaydık, Karadeniz, Ege. Evler kaldı günlerce uzakta. Ufak bir televizyon var, onunla eğlenirim akşamları. Yaşı geçkince, durulmuş tayfalardan biri uğrarsa laflarız geçmişten, ordan burdan. Akşamları limanlarda, pis, rutubetli, deniz yosun kokan bir meyhanede iki duble rakı tek keyfimiz. İki duble sadece. O kadar. Gece yarıları, herkes yatar, sen dümendesindir. Ay seker durur dalgaların aralarında, dalar giderim eskilere, memlekettte, zamanda bir yerlere. Hacali dayımın ilk sıpaya bindirdiğini, kara bir önlüğü kapıdan içeri atıp sokağa fırlayışımı, bayramlarda, el öpmeleri, düğünleri, meydanın orta yerinde dönerleri, oynarları, Debreli Hasan çaldığını hartırlarım. Garmada çay bardağındaki beyazlığı bir dikişte içer, yanında oturan ahretliği ağzına bir dilim kavun sıkıştırır, klarnetçi gelir, klarnetini kulağına dayar… Ben çocuğum, büyüdüğümde bir bok olacak sanırım. Ninem bahçede kazanda kustikle yağ kaynatır, sabun döker, dedem asmaaltında, parmaklarının arasında külü uzamış bi cigara….

Sonar yazıyor, ben görmüyorum. Uzaklarda Yunan sahilleri, Mesimvria, Pyrgos, Maronein, Charalampos, Apalos, içeride …



Süreyya Berfe. Ufkun Dışında. 1985.s.240
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#410: 04 Aralık 2018, 16:34:43
Azaldıkça balık, uzaklaştı evler. Büyük denizlere kaydık, Karadeniz, Ege. Evler kaldı günlerce uzakta. Ufak bir televizyon var, onunla eğlenirim akşamları.

Azaldıkça ekmek, Alamanya yakınlaştı. Büyük ülkelere, şehirlere, kaydı insanlar. Tarla bağ bahçe uzak. Artık köylü desen değil, kentli desen değil. Orta yerde bir kenarda.

Yine de bu andırış, kara insanıyla deniz insanı arasındaki farkı da ortaya koyuyor. Uzak denize giden, yine denizde. Evet, eskisi gibi değil, daha fazla proleter belki. Bu da kötü değil. Proleterin (güzel ya da değil) kültürel kodu olur. Öte yandan, proletere ya da patrona, doğa(deniz) o ya da bu şekilde gelir kendi kültürünü, yaşam biçimini, sözcüklerini, kurallarını dayatır. Zira onun kurallarına uymazsan, Ahmet Reisin dediği gibi saygı duymazsan seni boğar.

Kent öyle değil. Doğal olmadığından, eğer kökü zayıfsa ve birdenbire sayıca çok gelirsen, onu özgürce   kasaba haline getirebilirsin. Hatta o kadar güçlü bir şekilde değiştirebilirsin ki onu, eski dokuyu yok eder, yeni doku imal eder, sanki o yeni ve  köksüz hali sanki bir doğal ortammış gibi, her geleni de kendine benzetebilirsin.

Deniz ile Kent arasındaki fark sanki budur.

Bir de şu satır, beni rakıya taşıyor. Devrin daim olsun Mehmet Şerifoğlu;

Balığın kaçarı kalmadı.

Yanında stajımı yaptığım ve muhtemelen ya 3000 yıl önce ya 3000 yıl sonra dünyaya gelmiş ustam, kara avcısıydı. İstediğinden erken ama istediği yerde öldü. Beni de götürürdü ava. Bir kezinde, "bu çifte işi dedi, iyi iş değil, ama tekli de iyi değil, tekte senin çiftede kuşun şansı çok az, arasında bir şey bulsalar, adil olacak, böyle adil değil".

Kendine soru sormak iyidir.


  • IP logged
« Son Düzenleme: 04 Aralık 2018, 16:42:04 Gönderen: Bülent Büyükdağ »
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • İleti: 5811
    • Son Denk Kayıkçısı
Ynt: KAYIKEVİ
#411: 04 Aralık 2018, 17:58:32

Gözcü
Bilgisayarı açıyor. Klavyesine, diğer aygıtlarına alışkın değil eli, belli ediyor bunu. Birkaç parmak tıkıyla bir sayfa açıyor, “Poseidon System”. Sayfadaki birkaç yere basıp, sarı turuncu kodların işlendiği bir haritadan rüzgârın yönünü, şiddetini, akşama kadarki yağış bulutlanma durumunu kontrol ediyor.

“Ey be! Ne günlere kaldık. Ne icatlar yapıyor gavur. Açıyorsun bu zamazingoyu, bakıyorsun, dakkada biliyorsun rüzgârı, bulutu, yağmuru, fırtınayı, dalgayı. Eskiden öyle miydi be Aga! Ömer amcam şurada, kamaranın dışındaki öndeki aralıkta, bir minderde otururdu akşama kadar. Bütün işi gücü havaya, bulutlara, rüzgâra bakıp, havanın nasıl olacağını bilmeydi. Yaz kış, sıcakta soğukta saatlerce otururdu o rengi atmış minderde. Kıpırdamadan, gözleri yarı açık yarı kapalı. Yahu bu amcam şimdi uyanık mı, yoksa uyuyor mu, bu kapalı gözlerle nasıl görür bulutu, ufku, martıyı, derdim kendi kendime. Nasıl yapardı, nasıl ederdi bilmem, ama bilirdi işte. Kaç defa güzelim havada koca bir balık sürüsüne ağ atmaya niyetlenmiş olurduk da, “Yok, bekleyin, yarım saate kalmaz ortalık dalga boran kesecek, değil ağ toplamak, kayıkta durmak zorlaşacak”, deyip deyip, bizi fırtınada, boranda ağ toplamanın sıkıntısından kurtarmıştır, dedi. “Bezleri vardı, pamuktan, Amerikan bezinden, keten, dividin, pazen. Bunları kayığın çeşitli, yüksekçe bir yerlerine asar, küçük küçük kaplara su doldurup, kıça başa, başaltına, üst kamaraya bırakır, bunları kontrol ederdi günboyunca. Islak tahta ne kadar zamanda kuruyor, küçük çanaklardaki suyun buharlaşması, bezlerin rüzgârda salınmaları, hepsi, her şey ona bir şeyler anlatıyordu ki, biliyordu. Hatta Seyfettin ağam, o; gırgırın etrafında uçan martıların süzülüşünden, kanat kırıp, suya dalarken kestiği açıdan, deniz yüzündeki combalaktan, ayın denizi biçen keskin kenarından bile anlayabilir hava durumunu derdi.”


Aynı durumdan babamın bizi defalarca kurtarmışlığı vardır. Paylaştığın için sağol bir yerler gittim okurken, akşam babama da okuyacağım.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

 
Yukarı git