Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: Rüzgâr Baba Haldun Sevel'in gönül penceresinden.

  • *
  • İleti: 989
Merhaba arkadaşlar Haldun ağbi ile telefon sohbetinde yazılarından bahsetti,yazı dizilerine başlamış,forumda paylaşabilir miyim dedim çok memnun olurum dedi,zaman zaman yazı dizilerini bu başlık altında paylaşmaya çalışacağım..



RÜZGARBABA'NIN SEYİR DEFTERİNDEN
Henüz güneş doğmamış ama karşıki tepelere bakıyorum. Gri dağ silüyetlerinin ardındaki gök yüzü morarmaya başladı... Haydi basalım marşa, sallayıp atalım palamarları, verelim yavaşça ileri.
Oh yahu, sanki bir mucize gerçekleşmeye başladı. O henüz ışığına kavuşmamış loş deniz, uykudan yeni uyanmış deniz, teknemi şevkatle kucakladı... Mutlu teknem birden o gözleri mahmur denizde, sessiz bir huzura doğru süzülmeye başladı.
Rüzgarbaba yanaklarını minik minik dalgalara yaslayınca, dalgalarda o denizden dudaklarıyla, onun suyun içindeki her yerini öpmeye başladılar.
Eyy çıplak deniz, geniş, engin, tenha, alabildiğine masmavi deniz... Kıyılar boyunca kayıyoruz... Ormanlar, koylar, uçurumlar, kayalıklar, alacakaranlıklar, birer ikişer arkamızda kalıyor, sanki birbirlerinin üstüne abanarak geriye çekilip bize yol veriyorlar.
Derken güneşin ilk nefesi geldi yüzüme... Pırıl pırıl, sıcacık... Evet, yaşayan bütün tabiat, hayvanlar, kuşlar, bitkiler, gülümsediler, birbirleri ile sarmaş dolaş oldular.
Gönülden neşeler, dudaktan dudağa öpüşler gibi, çiçeklerden renkler gibi yaşamak denen şey, Cova'nın sarı, pembe ve mor gündoğumlarıyla yeniden doğmaya başladı.
Bütün bunlar, kendisini seven bir denizciye kavuştuğu için sevinen denizin, şarkıları, türküleri, gülüşleri, çiçekleri oldular... Cova şafağının o gül renkli aydınlığına merhaba, merhaba demeye koyuldular.
Derken, karşıki tepelerin ardındaki ufukta, bu renklerden sesler, çizgi çizgi, kuşak kuşak sarı pembe ışıklar ve ince uzun bulutlar, adeta antik tanrılara ait dev bir Harb'ı gökyüzünde yavaşça çalmaya başladılar.
İşte bu güzellik var ya, bu yeryüzündeki cenneti göremeyen insanoğlundan saklanmış bir hazinedir, Tanrısal bir başyapıtdır... Yeryüzündeki cennettir Cova. Onunla sarmaş dolaş olunmadıkca, onunla dudak dudağa öpüşmedikce, ona aşk duymadıkça, onun ne olduğunu hiç kimse,hayal dahi edemez.
Artık o şehirlerdeki karmaşa dünyasının her günkü geçmişinden bıkmış, bezmiş... Ve içten kopan bir çığlık gibi, griden pembeye, mora, kırmızıya, sonra da maviye, turkuaza dönmeye başlayan bu yaşayan denizin varlığındaki renk tayfının yüreğine doğru dolup dolup taşan bir yaşam sevinciyle süzülmeye devam edersiniz.
Bu sulara, bu denize, binlerce yıl önce 'Arşıpelos' denmiştir. Öyle ki binlerce yıl önceki denizciler ve kayıkları, yine böyle her gün doğuşunda, her gün batışında, bu sarı pembe suların üstünde idiler... Bu sular Homeros'un 'Şarap renkli deniz' dediği sulardır.
İkimiz de biliyoruz bu sırrı değil mi Gökova'm?
Çok eski zamanlar önce...
Kayıklarla, yelkenlilerle senin koynunda olanlar;
Onlar bizdik.
Çok eski zamanlar önce,
Biz seninle yine sevgiliydik;
Gökova'm, beni hatırlasana.
Görür görmez o zümrüt maviliklerinden tanıdım seni;
Binlerce yıldır hiç değişmemişsin sevgili.
Şu üç bin yıllık ölüm yalnızlığımda;
Hiç ölmeyen sana,
Üç bin yıldır sana aşıktım,
Gökova'm beni hatırlasana...
Nefesim nefesinde,
Hep senin nefesini koklardım,
Burada ve tahta bir kamarada.
O üçbin yıllık bitmez tükenmez hasretin sonunda;
Şimdi sadece birkaç yıllık bir sevda yaşayacağız;
İşte seninle yine bu aşk dolu mavi sularda.
Şu sırrı bil ki, bu ruhani güzelliğinin içindeyken;
Yine bir tapınağın ermişi doğdu içimden...
İşte sonunda sana aşık ruhum, yine ete kemiğe büründü
Ama binlerce yıllık hasret acılarımı;
Hala dindiremedim Gökova'm.
Sana asırlar süren aşkım;
Bak yine ayaklarına serildi...
Yüreğimdeki tapınağın ermişi;
Bu bitmez tükenmez sevdan yüzünden...
Yine çarmıha gerildi.
Binlerce yıldır hep yaşayan seninle,
Üç bin yıl öncesi gibi, bak yine tahta bir kamarada,
Yine koyun koyunayız Gökova'm...
Beni hiç ama hiç bırakmasana.
-
Sonra kocaman bir bük'ün en huzurlu yerine usulca saklanmış, ufacık tefecik, balık etinde, bir bebek kadar güzel minyon bir koya süzülürsün... Tostoparlak yemyeşil bir koy... Denizin üstüne konuvermiş antik bir çelenk gibi.
Derken geceden beri ve gün doğarken o pembe sular üzerinde upuzun esen mavi rüzgar, güneşin boylu boyunca doğuşuyla birlikte, işte o anda, birdenbire saygıyla durur, esmez olur, denizin yüzeyi muazzam bir kristal ayna gibi olur.
O anda bütün ormanın, tek tek bütün ağaçların, çalıların, çiçeklerin, sarmaşıkların, kuşların resmini yapar deniz... Denizin içinde birden ağaçlar, çiçekler, kuşlar olur... Hangisi düz, hangisi tepetaklak anlayamaz, şaşırırsınız.
Denize kavuşan güneşin ışığı denizden kalkıp, denize sarkmış yapraklara, çiçeklere dokunur; yapraklar, çiçekler arasından benek benek açık mavi, leylak ve pembe konfetiler gibi etrafa minik minik ışıklar saçılır.
Yaradılışın sevda dolu cennetidir burası, her şey kucak kucağa ve sevdalarla yaşar... Sarmaşıklar sevdalı oldukları ağaçlara, sevgilileri, eşleri, kocalarıymış gibi, onlara sevgi ve sadakatle sımsıkı sarılarak yaşarlar... Ve inanın, onları sevdalı oldukları bu ağaçlardan ayırırsanız eğer, yıkıldıkları yerde, kökleri hala toprak anada olduğu halde, kısa zamanda kederlerinden ölürler.
Siz bu dünyanın hiç bir yerinde, ormanlar halinde yetişmeyen, buhur ağaçlarını kokusunu içinize çektiniz mi?
Metrelerce aşağıdaki deniz dibini görürsün... Masmavi bir duvak altında gülümseyen taze bir gelinin yüzü gibi hayal meyal görünür dip.
Burada bir kuş ötse, bir dalga fışırdasa, bir balık suyun üstüne atlayıp 'cup' diye suya düşse, bir meltem üflese, ağaçlar hışırdasa, bu sessizliği bozmaz, aksine tamamlar, o sessizliğin sesidir... Sanki bütün bunların hepsi, cennetteki meleklerin gönüllerinden çoşmuş gülümsemelerinin sesidir.
Ve... Bastım mayna'ya, verdim hafifce tornistana, demirim zincirim döküldü denize... Demirim dipteki tertemiz kumları beğendi, sevdi ve denizin dibi ile evlendi... Ah işte o anda, katıla katıla gülesim geldi... Bu benim için, yemekten, içmekten ve herşeyden daha güzeldi...
Ahh ne zaman, bu ruhani güzelliğin içindeysem, yeniden bir tapınağın ermişi doğar içimden.




  • IP logged
“Merhaba denizci, sen de senden sonrakilere anlat…”

  • *
  • İleti: 989


  SON BİN FENİN ALİMİ DENİZCİ
 ...Fırtınalar başlar, şimşekler çakar, antik tanrılar göklerde gürlemeye başlar, Poseidon'lar, Zeus'lar, Nereus'lar kapkara bulutların içinden zaman zaman görünürler... Denizin, dalgaların, fırtınanın en kasvetli yerinde, Tanrı'larla dolu o karanlık bulutların denize en yaklaştığı yerde, beyaz bir nokta gibi küçücük bir tekne.
İçinde, güvertesinde, ayakta duran bir adam, ellerini yukarı kaldırmış, bu Tanrı'larla dolu bulutlara kafa tutuyor ve bağırıyor:
- Aganta burina burinata!
'Arşipelos' denen bu tehlikelerle dolu denizde, fırtınayla birlikte gelmeye başlayan köpük köpük, dik duvar gibi dalgalar, gittikçe azgınlaşarak, bu denizi canavarlardan daha korkunç bir hale getirir.
İşte bu canavar denizin ortasında, göklerdeki Tanrı'lara, denizdeki canavarlaşmış dalgalara kafa tutan bu adamdan başka, bütün denizciler, sünger avcıları, balıkçılar, yük tekneleri, hepsi koylara çekilmiş dalga kıranlara sığınmıştır.
Tanrı'lar, canavarlar, dalgalar ve fırtınalarla kaynayan denizin ortasındaki o adam ise, hala göklere, canavar dalgalara ve Tanrı'lara bağırmaktadır.
-Aganta burina burinata!
(Ara Güler usta Halikarnas Balıkçısı'nı işte böyle tarif etmiş)

Yıl 1945... Avrupa, 2. Dünya Harbi'nden yeni çıkmış, harap bir halde. Muhteşem yatların çoğu Almanların eline geçmesin diye bilerek batırılmış.
Avrupa'da sivil denizcilik adına hiç bir şey kalmamış. Ülkemiz ise Milli Şef döneminde; karne ile ekmek alınan yokluk günleri henüz bitmiş.
O yılın ilkbahar günlerinde, Milli Eğitim Bakanlığı, dünya klasikleri dizisi tercüme bölümü müdürü ( o yıllarda doçent olan) Sabahattin Eyüpoğlu'na bir mektup gelir.
Mektup, hala bir sürgün yeri gibi, yolu olmayan, Kuşadası'ndan ya da Muğla merkezden sonra, ancak at veya eşek sırtında gidilebilen Bodrum'dan gelmiştir.
Sivil denizcilik dünyasına yepyeni bir çağ başlatacak olan bu mektubu gönderen Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı'dır.
Balıkçıdan mektup gelir sel gibi
Merhabası püfür püfür yel gibi
Bir Akdeniz var sanki yüreğinde
Saçar dünyaya cömert bir el gibi

Bir davettir bu tarihi mektup.
"Sabahattin, arkadaşlarını topla ve buraya gel, Bodrum'a gelin. Sizi Gökova denen bir cennete götüreceğim. Eğer derhal yaşadığınız o büyük kentlerden kopup yanıma, bu şarap renkli denize gelmezseniz sizlerle olan dostluğum sona erecektir"
Sabahattin Eyüboğlu konuyu kardeşi Bedri Rahmi Eyüboğlu'na açar. Bedri Rahmi heyecanla "tabi gidelim, hemen gidelim, O yer yüzündeki cenneti görelim, hem Balıkçı'yla tanışmak az şey mi?" der.
Böylece Ankara ekibi uçakla İzmir'e gelip vakit kaybetmeden limanın yolunu tutar. Cevat Şakir beyle can dostu süngerci Paluko, onları limanda bekliyordu.
Bu ilk mavi yolculuğun ekibi şöyleydi: Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Necati Cumalı, Erol Güney, Sabahattin Ali ve Fuat Ömer Keskinoğlu.
Tekne yelkenleri olan bir balıkçı teknesiydi. Hiç bir konforu yoktu ve onca yazar, ressam, öğretim üyesi, şair, doçent, hocam dedikleri Cevat Şakir beyin kaptanlığında ve öğretmenliğinde İzmir'den denize açılarak Bodrum'un yolunu tuttu.
Böylece Gökova'nın keşfi ve ilk mavi yolculuk 1945 yılının yaz aylarında Halikarnas Balıkçısı tarafından gerçekleştirildi ve günümüze dek geldi.

Yıl 1968... İzmir'den Efes Antik Kenti'ne giden bir otobüsün içindeyim.
Sağdan en ön koltukta oturuyorum. Benim hizamda soldan en ön koltukta ise garip bir adam oturuyor.
Gözlerimi ondan alamıyorum. Çok yaşlı, yüzü çatlamış topraklar gibi, 100 değil belki 1000 yaşında. Saçları bembeyaz ve darmadağın, çok büyük elleri var, sol elinde uzun bir sopa tutuyor, buruşuk bir gömlek.
Baktığımı gördü, bana baktı. Masmavi gözleri var. Hala bakıyorum, yüzü Leonardo da Vinci'nin çizdiği Tanrı figürlerine benziyor.
O yıllardagrafik sanatlar ustası Mengü Ertel'in atölyesinde resim stajı yapıyorum ve antik Tanrı'larla ilgili resimli romanlar yapmaya çalışıyorum.
Yanına sokuldum, henüz 19 yaşımdayım. Ona şöyle söyledim "Afedersiniz, siz antik Tanrı'ların sonuncusu musunuz?"
-Gel otur yanıma dedi
Aynı suali bir daha sordum. Yüzüme uzun uzun baktı, kalbimin sesini kulaklarımda duyuyordum.
Titreyen elini omuzuma koydu
- Hiç birimiz ne Tanrı'yız, ne kendini Tanrı ilan eden Büyük İskender, ne Timur ne Cengizhan. Şu, adına yaşamak dediğimiz yaradılışın içinde hepimiz ama hepimiz birer çöp parçasıyız. Fakat sen pusulanın ibresini bilir misin çocuk? O da bir çöp parçası gibidir; küçücük bir teneke parçası, fakat o küçücük parça bir pusulanın ibresi ise eğer işte o zaman denizcilere, insanlara yön gösterir değil mi? İşte kimi insanlar böyledir, onları farklı yapan budur. Senin gözlerinde bunu görüyorum. Sen de ilerde insanlara yön göster olur mu?
- Ama nasıl, nasıl bir yön?
- At arabaları vardır bilirsin. Bütün bir ömür boyu araba çekmiş o zavallı beygirlerden biri, birden sokakta yere yığılıverir, hayvancağız yaşlanmış bitmiştir artık. Arabacı hemen düşen atın başucuna koşar, bir eliyle yularından çekerken öbür eliyle de durmamacasına kamçılar zavallı hayvanı. Yığılmış zavallı beygirin etrafına toplanırlar, kimi bacağından kimi kuyruğundan çeker. İşte o an... ölmekte olan beygirin başını kaldırıp gökyüzüne öyle bir bakışı vardır ki... Tanrı'dan hesap sorar gibi.
- İnsanlara beygir olmadıklarını anlat. Anlat onlara.
- Mavi rüzgarların masal Tanrı'sı Zefir'in oraya ulaşmak isteyenlerin yelkenlerine nasıl üflediğini anlat.
- Dolunay aydınlığının her kayayı, her ağacı, her dalgayı o uysal ışığı ile yıkayıp, nasıl ağarttığını, tüm bakir yeryüzünü nurlu bir dünyaya nasıl çevirdiğini anlat.
- İnsanlar başlarını teknelerinden denize uzatıp burun delikleri ile Ege'nin kokusunu içlerine çeksinler, öğret onlara.
- Masumluğa karşı, hiç bağışlanmayan kapkara bir hınç duyan insanlara değil, güzel insanlara anlat bunları. ...
Işıl ışıl deniz geceleri bu dünyadan öyle uzaktır ki, anlat kendini beygir yapmayan insanlara.
Fakat o cennet mekana gidebilmek, oralara gören gözlerle bakabilmek için, önce Ege'nin ve Cova'nın öfkesini bilmelisin. ...çünkü emek verilmeden ulaşılan hiç bir şeyin kıymetini bilmez insanoğlu.
- Göklerin yüksek rüzgarları içine kuruludur Cova'nın o bin metrelik tepeleri, onların yüksekliği göklerde bir çığlık olmuştur.
- O bin metrelik uçurumların yamaçlarındaki kayalara kök salmış eğri büğrü çamlar, ahtapot kolları gibi köklerini kaya çatlaklarına dolayarak, tutunarak, aşağılara korkuyla bakarlar.
- Arşipelos, eskilerin denizi demektir. O zamandan bu yana Ege, bir devin göğsü gibi kabarıp kabarıp inen dalgalarıyla aşılmaz olur bazen.
- O mavi güzel bir yerlerde fısıldarken, dışarıda haykırır. ...ötelerde gökgürültüsü gibi gürler. Göklerden sağanaklar, fırtınalar indirir, yıldırımlar yağdırır.
- Haykırır, söylenir, dert yanar, derin ahlar çeker, inler, öfkelenir, kızar, tehditler savurur, çıldırır bazen.
- Yırtar yelkenleri, parçalar, sürer sürükler, kaldırıp kaldırıp vurur, tekneleri geri döndürür, sonra ...adeta özür diler, yalvarır, okşar, öper ve sakin bir kumsal bulunca yorgunluktan bayılır kalır...
- İşte Ege ve Cova böyledir... O tadına doyulmaz ama ele avuca da sığmaz, deli bozuk, dünyalar güzeli, şuh bir genç kadın gibidir.
- Bir gün o yaşadığın kentin her günkü geçmişinden bıkacak, bezecek ve içten kopan bir çığlık gibi fırlayarak, önündeki masmavi açıklığa, o ölümsüz denize atılacaksın.
- Özgürlüğün yaşandığı yere, o özgürlüğü yaşamaya geleceksin.
- Altındaki teknenin sancak ve iskele omuzluklarından patlayan köpük serpintileri havalanıp yükselecek ve her dalgada, dalgaya dalan puruvan, o zümrüt denizi patlatıp patlatıp etrafa zerrelerce pırlantalar saçacak.
- Teknenin bodoslamasına çarpıp yükseklere savrulan her dalgadan, deniz ve güneş ayrı ayrı gökkuşakları yaratacak.
- Derken, uzaklardan, taa ufkun ötesinden, yemyeşil bir sır görünecek... yedincisi olmayan Yediadalar'ın ilki.
- Göklerin üstündeki Ana Tanrıça Kibele'nin ak memelerinden fışkıran sütün, denize düşen damlalarından oluşuvermiştir bu adacıklar. Bunu kimseler bilmez.
- Bu adaların her biri, birer müzik notasıdır... Her ada denize bırakılmış birer çiçek demetidir... Bu adaların hepsi birden, bir adalar demeti, bir dalın çiçekleridir.
- Denizlerden tüten bir ışık tabakası ardından, bu adalar bize bir rüyalar, düşler silsilesi gibi yaklaşırlar... Birbiri ardına ve yan yana, perde perde, koyu leylak, hafif mor, turkuaz, yeşil.
- Ah ne mutlu bir serap diyeceksin, hayır, onlar serap değil, serabın üstünde bir gerçek.
- Sonra, deniz mavisi üstüne serpilmiş bu yeşil zümrütlere yavaşça sokulur yanaşırsın; oradaki göklerden denizlere mavi yağar, denizlerden göklere mavi harlar.
- Bazen güneş, bazen rüzgar, bazen sis, bazen ayışığı, bu minyon gelinleri saklayan ince duvakları bir yana üfler ve bazen ince ince duvaklar açıldıkça adaların bütün sevgi ve sevimliliği bir taze gelin gibi çırıl çıplak titreyip kızarır.
- Bütün buralar, günü gecesi, şafağı, gurup vakti, nurla renklerle, sevgiyle aşkla, ayrı ayrı özenilerek yaratlmış bir Tanrısal şaheserdir.
- Sular teknenizin altında cam gibi olmuş uyurlar. Çamlar ve uçurumlar denize yansır. Sanırsın ki teknen çamların ve uçurumların üzerinde duruyor.
- Ada kıyısında mısın, düş kıyısında mısın bilemezsin... Adalar o mavi gökyüzünün üzerinde, boşlukta sallanırlar.
- Onca sonsuz sessizlik ortasında demirlediğin o nur çanağı koydan, bir ishakçık kuşu öter, seslenir sevgilisine, taa öteki adadan bir başka ishakçığın sesi, oraya kadar sihirlenerek karşılık gelir...
Çünkü bütün havalar durmuş, sessizlikler dahi susmuştur.
- Derken, mavi gökler denize doğru hafif bir derin mavi üfürür ve deniz yüzünde ufak kırışıklıklar yürür.
- Dünyanın hiç bir ormanında yetişmeyen Buhur ağaçları, kalabalıklar halinde gelip, ayaklarını o cam gibi duru sularda ıslatırlar...
Bunlar havaya mis gibi bir amber kokusu yayarlar... Sarmaşıklar onların dallarına sarılır ve tutunurlar, birbirlerine sevgiyle sarılarak yaşarlar.
- Derken ...gün batarken, beyaz ve yumuşak bir çapkın bulut, en yüksek adanın başını kollarıyla sarar... Adanın kulağına birşeyler fısıldar... Gece çökünce karanlıklarda iki sevgili baş başa kalacağı için, ikisi de gün batarken utanarak kızarırlar.
-Gök yıldız içinde, deniz yıldız içinde, üstünüz altınız, yanlarınız, her yanımız yıldızlarla pırıl pırıl parlar.
İşte o anda küpeşteden denize bakarsanız bir yere tutunun, başınız dönebilir.
- Tepetaklak olmuş göklerin taa derininden yıldızların üstüne düşüyorum sanırsınız.
- Deniz samanyolunu koynuna almış, tekneni göklere çıkarıp hale yapmıştır... İşte orada, hiç kimsenin konuğu değilsindir, sadece denizlerin, sadece yaradılışın, sadece Tanrı'nın koynundasındır.
(bunlar Halikarnas Balıkçısı'nın kendi sözleridir)

Ah Balıkçı Babam, bana bunları anlatmanın üzerinden 50 yıl geçmiş. Bana 'Denizci, sen de senden sonrakilere anlat, demiştin, anlatıyorum Balıkçı Babam.
Son günlerinde bütün insanlara olan vasiyetini de isteğin üzere izninle buraya yazıyorum:
"Ne diyorum şimdi ben? Bunca sene kafa patlatmışım, bir şeyler koymuşum ortaya, sen, bunu kullanacaksın, yani benim aklımı kullanacaksın, başkaları da senden öğrenecek birşeyler.
Merhaba.


  • IP logged
“Merhaba denizci, sen de senden sonrakilere anlat…”

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
“Merhaba denizci, sen de senden sonrakilere anlat…”

Bu cümleye bayılıyorum. Bu kadar çok insanın, yaşamın ve anının saklı olduğu çok az cümle söylenmiştir herhalde. Çok zengin bir miras.

Merhaba Balıkçı, Merhaba Rüzgar Baba...

  • IP logged

  • *
  • İleti: 989


                                        MUTLULUĞU KURTARMAK.
"Uyanmış birisin artık; ne ararsın uyuyanların arasında? Mutluyken yaşardın denizde adeta ve taşırdı deniz seni. Yazık, ne diye karaya çıkmak istiyorsun? Oradakiler münzevilerden kuşkulanırlar ve hediye vermek için geldiğinize inanmazlar. ...ve kanmayın size dünyanın ötesindeki ümitlerden bahsedenlere! Onlar, zehir saçanlardır, bilerek veya bilmeyerek... Onlar, hayatı hakir görenlerdir; kendi kendilerini zehirleyenlerdir; usanmıştır arz onlardan: bırakın göçüp gitsinler. Kirli bir nehirdir insan. Kişinin, kirlenmeden kirli bir nehri içine alabilmesi için deniz olması gerekir." F. Nıetzsche
Medya diye bişey var, bütün görselliğimiz ve duyumlarımız. Siz medyanın ister radyo olsun ister televizyon olsun, gazete ya da belgesel, ne olursa olsun, düşünce tarihini yaratan filozoflardan bir tekinin bile ismini ağzına aldığını duydunuz mu? Duyamazsınız, göremezsiniz. Epikros, Schopenhauer, Kant, Nietzsche, Camus, Sartre, Wilheim Rıch vb.

Sorumluluklarının bilincinde ol. Başına buyruk olma! Öyle kendine has hayallerin, kendine göre maceraların olmasın... Adam ol! Mevki makam sahibi ol, paran, malın, otomobilin, yazlığın, kışlığın olsun. Laf aramızda hiç dinmeyen bir çalışma ve kazanma hırsın da olsun ki, eh bize de faydan olsun!
Onaylanmış ahlaka göre yaşa, dost var, düşman var, aman ha, elalem ne der dedirtme... Sözümüzden çıkma, hayırlı evlat ol, evlen, iyi bir koca, iyi bir baba ol, evinin kedisi ol, bize torunlar ver, dini bütün bir insan ol.
Ve sonunda ihtiyarlayıp bizim işimize yaramaz hale geldiğinde de ayak altında dolaşma artık, başımızdan düşüver bir zahmet, bir yaşlılar evine gitsen iyi olur. Tüm hayatını uğurlarına harcadığın o insanların yolunu gözleyerek, resimlerine bakarak, son nefesini vereceğin gününü bekle...
Ama çok da bekletme yani, bir an önce öl ki bize vermediğin neyin varsa hırsla yağmalayalım, afiyetle yiyelim, arkandan timsah gözyaşları döküp mekanı cennet olsun, toprağı bol olsun diyelim.

Yaşam aslında maalesef budur dostlarım; ama görmek istemeyiz ya da farkında değilizdir...
Gerçekten de bu böyle mi olmalıdır? Yaşamımız bir daha tekrarı olmayacak biricik hayatımız, sürekli kullanılmak mı olmalıdır?
Var olma cesareti için, hiç bir mucize beklemeyin dostlar. Sizi başkalarının hayatına mahkum eden, içinize zorla sokulmuş o savcıyı, yargıcı ancak siz sindirebilirsiniz, susturabilirsiniz. Var olmaya dair daha çok şey öğrenerek onu susturabilirsiniz, çok önemli bir şey adına, yaşamak adına.
Bugün artık çok gelişen genetik bilimi sayesinde kesinlikle biliyoruz ki, insan da dahil, tüm canlılar, sağlığın ve yaşam enerjisinin var olduğu tek yere, 'doğaya' aittir.
Yüz binlerce yıl öteden, büyük büyük atalarımızın genlerinden, dedelerimizden bizlere kadar ulaşan gen hafızalarımızda yani ruh yapımızda doğa sevdası, doğa hasreti yazılıdır. Fakat insanlar ne yapıyor? Bu Tanrısal var oluş yazılımına arkalarını dönerek, kendilerini beton metropollerinin sağlıksız caddelerine, demir kapılı evlerine ve daha çok ve daha çok para kazanma hırslarına kelepçeliyorlar.
Mavi doğa ise içselliğimizin en acil ihtiyacı olup da aciliyetini anlamak istemediğimiz tüm ruh ve beden sağlığı ve güzelliklerini sessizce sunar var oluşumuza ve sağlığımıza.

RÜZGAR BABA'NIN SEYİR DEFTERİ.
... Üstelik dolunayın gülümseyen ışığıyla birlikte sanki çok yücelerden gelen bir selamı hisseder gibiyim. Melankolik bir huzur, bir coşkunluk kaplıyor içimi. Yaz geceleri öpüyor yüzümü, ellerimi; kocaman bir mehtap gökyüzünde, koskocaman ve bembeyaz bir ampul gibi, cennet Gökova'yı seyrediyor.
Mehtabım, denizim, ılık rüzgarım, denizin üstüne düşmüş yıldızların ve ormanların kucakladığı minik koylarım... Bu güzellikler sadece yaşamın anlamını hissedenler için.
Buranın huzuru, hırslar, kavgalar ve ele geçirme açlığı içinde olanlara değil, olmayanlara bahşedilir. Burası tam anlamıyla bir memlekettir, denizler ülkesidir burası... Yaşanabilir dünyanın ta kendisidir... O berbat toplum karmaşasından yorulmuş, bıkmış insanlar için apayrı bir sükunet dünyasıdır.

Ya da isterseniz başkalarının ön gördüğü hayatı yaşamaya devam edin, ömrünüz tükendiğinde acaba onlar sizin yerinize ihtiyarlayıp, sizin yerinize ölecekler mi?

"Doğa denen bu mavi yeşil cennetin bağrında yaşarken kendimi diğer insanlarla karşılaştırdığımda, Tanrı'mın beni daha fazla kolladığını düşünüyorum"
Henry David Thoreau

  • IP logged
“Merhaba denizci, sen de senden sonrakilere anlat…”

  • *
  • İleti: 989


YAŞANASI HAYALLER DÜKKANI
Dostlar, kasvetli, gri, sıkıntılı, yağmurlu çamurlu, yapış yapış bir günmüş... Bir adam, dar ve havasız ara sokaklarda, bıkkın ve mutsuz bir halde, evine doğru yürüyormuş...
Yüzlerce, binlerce gündür yaptığı gibi.
Birden garip bir dükkan çıkmış karşısına... Yaklaşmış... Vitrininde hiç bir şey olmayan bir dükkan. Garip bir dükkan, çünkü vitrininde sadece bir yazı varmış.
Yaşanası Hayaller Dükkanı!
Çekine çekine içeri girmiş, tezgahta hiç kimselere benzemeyen bir adam... Bembeyez saçlarını esen meltemler darmadağın etmiş, kocaman elleri çatlak, bronzlaşmış yüzü, üstünde güneşten solmuş bir tişort, kulağının üstünde minik bir çiçek. gülümseyerek konuşan orta yaşlı bir adam.
Bıkkın adam etrafa bakmış, raflarda ne olduğu anlaşılmayan şeyler.
-siz burada ne satıyorsunuz böyle?' diye merakla sormuş.
Tezgahtaki adam.
-Yaşanası hayaller satıyoruz' diye cevap vermiş.
Adam büsbütün şaşırmış, ama biraz da sevinmiş, monoton sıkıcı ve bağımlı hayatını düşünerek.
-Nasıl yani?!' demiş merakla.
Tezgahtaki adam raflardaki şeyleri göstererek anlatmaya başlamış.
-Şurdakiler yelkenle dünya turu hayalleri, şurdakiler ise tekne ile denizde yaşamak hayalleri, burdakiler ise...
Bıkkın adam heyecanla atılmış.
-Ne kadar, kaç para bu düşler, fiatları nedir?'
Tezhahtaki adam birazcık kaşlarını çatmış
-Onlar parayla değil beyim' demiş - parayla değil, bak bu düşleri almak için ömrünün 4 yılını vereceksin, şurdakiler için 7 yıl, oradakiler için ise, ömrünün tamamını vereceksin'
-Hiiii!' demiş adam, ürkmüş, korkmuş,gerilemiş, gerilemiş kapıya doğru ve kendini Yaşanası Hayaller Dükkanı'ndan dışarı atmış ve o her zamanki biteviye, donuk, renksiz, heyecansız, can sıkıntılarıyla dolu yeknesak hayatına doğru bezgin adımlarla oradan uzaklaşıp gitmiş.
O hayalleri alabilecek cesareti yokmuş... Sonradan pişman olup, kendine güven duyup, korkularını yenip de o dükkana bir daha gitmiş mi, bilemiyorum... Ama iyi bildiğim ve hatırladığım bir anım var ki, o fantastik dükkana uzun yıllar önce ben de gitmiştim.
Tezgahta yine rüzgar saçlı o esrarengiz ve efsane adam vardı.
'Denizlerde teknem ile yaz kış yaşamak' hayalini istemiştim.
-O düş parayla değil evlat' demişti yine '-o en zor alınan düşlerden biridir, onu alabilmek için hayattan bir adım geri çekilmeyi bileceksin, seni kıskıvrak bağlayan aç gözlülüğünü terk edeceksin, en önemlisi o hayali alabilmek için ömrünün geri kalanını vereceksin, hemde hepsini.'
-'Alıyorum alıyorum' diye haykırmıştım 'ben yıllardır, delikanlılığımın ilk yıllarından beri bu hayali arıyordum, hayattan bir adım geri çekilmek mi, çekiliyorum, aç gözlülüklerim mi, ben bilmez miyim, 'denizlerde yaşamak, daha az ile yetinme ahlakı getirir, daha az ile yetinme ahlakı ise mutlu olma hakkı bağışlar insan olana', bunu biliyordum, ömrümün geri kalan kısmının lafı mı olur, ben öldükten sonra da orada kalmak istiyorum, mezarım da orada olsun istiyorum, öyle değil mi, denizde doğanın denizdir mezarı, öyle değil mi?
O anda tezgahtaki o efsane adamın nemlenen gözlerini gördüm, üzanıp beni anlımdan öptü, ah keşke yanaklarımdan öpseydi, alından öpmek ayrılıktır derler.
İşte o hayali, denizlerde teknemde yaşamak hayalini bana uzattı... Aldım o hayali, yaşamak için, onu yaşamak için.
Kapıdan tam çıkacakken geri döndüm, bana 'mavi hayatımı' uzatan adama yaklaştım.
'-isminiz nedir, söyler misiniz, hiç unutmayacağım ve benden sonrakilere hep anlatacağım.
Kulağıma yaklaştı, yavaşça
'Sadun Boro' diye fısıldadı.
O günden sonra o hayal yavaş yavaş can bulmaya başladı dostlar. Gözümün önünde canlanmaya başladı.
Teknemin cıvadrası bir zıpkın ustasının elinden çıkmışcasına sivri bir mızrak gibiydi, pruvası bodoslaması ise karşısına çıkacak her dalgayı bir jilet gibi kesecek kadar keskindi.
Birden iri kanatlı kapılar açıldı. Baltabaş bodoslamalı teknem denizi görünce can bulmaya başladı. Yelkenleri esen meltemle hemen tanıştı, kımıldadı, canlandı, kendi kendine açılmaya çalıştı.
Denize değmek üzere olan teknemin önünde, en saf, en duru maviden pırıl pırıl ışıldayan o sonsuz enginlik, rüzgarlarla şarkılar söylemeye başladı.
Kıyıya sokulan mutlu ve munis dalgacıklar, sudan dudaklarının uzatıp uzatıp teknemin omurgasını ve benim ayaklarımı öpüyorlardı.
Ah ne şuh, ne edepsiz, ne baştan çıkarıcı bir davetti bu, "seni sürtük" diye mırıldandım denize, yosmam, dilberim ,kadınım."
-'Gel maviye, ışığa, güneşe, rüzgara, ufka, açıklara, yaratılmış ve yaratan bu muhteşem varoluşun koynuna gel... Yunusların, uçan balıkların, fokların, martıların yoldaşı ol gel... Gel seni koynuma alayım diye fısıldıyordu bana deniz.
Sonra, sonra ne oldu? Bir zamanlar yunus olan tüm deniz insanları, gönül gücü ile yapılmış kayığıma göğüslerini yasladılar... Onu sadece yürekleriyle itmeye başladılar... Denize değen kayığım ıslandı, suyu öptü, mavi su da onu öptü...
Deniz onu koynuna aldı... O da denizin koynuna girdi... Birbirleri için yaratılmış bu iki can, ölüm onları ayırana dek, hiç ayrılmamacasına birbirleri ile karı koca oldular... Deniz onu bağrına bastı, ona sımsıkı sarıldı, onu öpüp kokladı.
Ah bilemezsiniz, tıpkı evlendikleri ilk gece, sevdalı olduğu kocasını, arzuyla, şevkatle ve aşkla koynuna alan taze bir gelin gibiydi deniz.
Ah ya ben...
Koştum, koştum denize doğru, denize kavuştuğum o an var ya anlatamam... Diz üstü çöktüm, minik dalgalarla öpüştüm... Denizle sevişesim geldi, gözlerimden deniz damlaları aktı sevinçten... Avuçlarıma aldığım denizi öpüp kokladım.
  • IP logged
“Merhaba denizci, sen de senden sonrakilere anlat…”

  • *
  • İleti: 989


İLYOSTA ADASI'NDAKİ ARKADAŞIM...
Güzel bir akşam üstü... Babakale'den yelkenle Ayvalık İlyosta Adası'na doğru süzülüyorum, demirleyip, kıçtan da güzel bir koltuk alıp gece orada kalacağım.
Orjinal gramofonum 'His Masters Voice' onu çalmamı bekliyor. 1940'lardan kalma Ketty Grey'in sesinden 'Anapso to tsigaro' Tatavla çiftetellileri, Behice hanım ve Ata beyden 'hicaz kanto'lar ve daha neler neler, bir sürü taş plak.
Yelkeni sardım, makineyi kısa bir süre çalıştırarak, adanın Ayvalık'a bakan tarafındaki ufak koya güzel bir funda demir bıraktım, makaraya sarılı halatımla denize atlayıp tekneyi kıçtan da iri bir kayaya bağladım.
Güneş, morlar, kızıllar, pembeler içinde ağır ağır batıyor... Emektar kedim Bulut hanımı da yanıma alarak, botumla, gramofonum, taş plaklarım, içinde tavuk şişlerim olan buzluğum ve mangalımı da alarak sahile çıktım.

ÇALILIKLARI YALAYIP GEÇEN RÜZGAR
Yemyeşil bir ada. Tek tük ağaç var ama her taraf gür fundalıklar, yabani çiçekler ve dikensi çalılıklarla dolu. Sahilde ve çalılıkların arasında cinsini bilemediğim sarı ve mor çiçekler var, binlerce...
Sahil ise bir başka güzel. Su alabildiğine şeffaf ve rengarenk çakıl taşları var, yüzbinlerce.
Dalgalar sahile hafifce vurup geri çekildikçe yüzlerce minik çakıl taşı, dalgalarla birlikte ileri geri hareket ederek çok hoş ve ahenkli bir ses çıkartıyorlar, sanki bir çakıl taşları orkestrası.
Binlerce dikensi yabani çiçek ve bunları yalayıp geçen rüzgar, bu çiçekler ve dikenlerden öyle mistik bir hışırtı çıkıyor ki, insana hem huzur, hem ürperti veriyor. Çok güzel bir yer burası, alabildiğine bakir ve ıssız. Küçük bir adacık, belli ki kimse yaşamıyor.
Tavuk şişlerim mangalda biber ve domateslerle birlikte, nar gibi piştiğinde hava da artık iyice kararmıştı. Çok güzel bir mehtap var, dört gün sonra dolunay. Ateş yakmaya üşendim, tüp gazlı lüks lambamın ışığında Bulut hanım ve ben kendimize hayalimizdeki İlyosta Adası kır restorantında güzel bir ziyafet çekiyoruz. Tavuk şiş, roka salata, buzlu rakı ve gramofonumdan Rumca ve Türkçe Tatavla çiftetellileri dinliyoruz.

ARKADAŞIMLA İLK KARŞILAŞMAMIZ
Birden, az ilerdeki çalılıkların oradan bir ses geldi. Gramofonumun iğnesini kaldırdım. Çalılıkların arkasında bir şey var, fakat karanlıktan hiç bir şey gözükmüyor.
"Kim var orada?" diye seslendim, cevap yok. El fenerimi yakarak ve beyzbol sopamı da elime alarak, yandan hızla dolaşarak çalılıkların arkasına çıktım...
Bir eşek! Hoppala, bu ıssız ve susuz adada eşeğin ne işi var?
Evet basbayağı bir eşek, hayvan bana garip garip bakıyor, üzüldüm. Söylene söylene mangalımın ve yarım kalan yemeğimin, içkimin başına döndüm.
Fakat eşek çalılıklardan çıkmış bana bakıyor, ayağını yere vuruyor, başını sallıyor!
- Ne var eşek, karnın mı aç? Gel sana tavuk ekmek vereyim.
Yarım ekmeğin arasına tavuk şişlerden koyup önüne bıraktım. Yemiyor, hiç oralı değil, ne bileyim ben, eşekler tavuk ekmek yemezler mi? Hala başını sallayıp ayağını yere vuruyor.

HAYVAN SUSUZLUKTAN YANMIŞ
- Bana bir şey mi anlatmak istiyorsun eşek, bir derdin mi var? Hay Allah yoksa susadın mı? Lan, burada da mı rahat yok be!
Botuma atlayıp tekneme gittim, temiz bir bidona su doldurup bir de kova aldım, geri döndüm. Zavallı eşek hemen yanıma koştu, tam kovaya su doldurmaya başlamıştım ki birden kafasını ve ağzını kovaya soktu, nasıl içiyor, nasıl içiyor, ben dolduruyorum o durmadan içiyor. Zavallı hayvan susamaktan öte resmen yanmış, kavrulmuş susuzluktan... Sonunda yirmi litrelik bidonun altında az bir şey kaldı.
Eşekçik öyle mutlu oldu ki başını çevirip çevirip bana bakıyor. Yemeklerimin, içkimin ve kedimin yanına gittim ve köy kiliminin üstüne uzandım. Hoppala, eşek de yanıma geldi ve yattı. Yattığı yerden başını kaldırıp kaldırıp minnet dolu bakışlarla bana bakıyor. İşe bak, kedim köpeğim var, şimdi bir de eşeğim mi oldu?
Çakıl taşlarının üstüne serdiğim kilimin üstünde, kolumda kedim, öbür yanımda eşeğim, uyuyakalmışım. Gün doğarken uyandım. Bulut hanımı da alarak tekneme gidip biraz daha uyudum.
Kahvaltımı yaparken bir de baktım, eşekçik hala orada arka ayakları çakıl taşlarında, ön ayakları denizde bana bakıyor.
Yine sahile çıkıp tepeye doğru yürüdüm, umutsuzca çepeçevre adaya baktım, gezindim. Hiç kimse yok bu küçük ıssız adada, ne bir insan ne bir su yalağı, hiçbir şey yok. Eee! Bu hayvan burada susuzluktan ölür, bir ayağı da yaralı, yani topal üstelik. Yazıklar olsun bu zavallıyı buraya atıp terk eden vicdansıza.
Teknemdeki iki kovaya da su doldurup bir gölgeliğe bırakıp tekneme döndüm. Eşekçik hala orada dizlerine kadar denize girmiş bana bakıyor. Nerede ise yüze yüze yanıma gelecek.

SAHİBİNİ BULUYORUM
Makinemi biraz çalıştırıp yelken açtım, yelken motor Cunda mendireğine dönüp tonozuma bağlandım. Sahile çıktım, Muhterem kaptanı da yanıma alıp taş kahveye gittim. Tanıdıklara, arkadaşlara sorarak, o ıssız susuz adaya atılarak ölüme terk edilmiş zavallı eşeğin sahibini aramaya başladım. Ve aynı gün bulduk adamı, aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Yahu niye attın o zavallı eşeği ıssız susuz adaya? dedim.
- Çok yaşlıdır, topaldır, artık işe yaramıyor, ne yapalım? deyiverdi.
- İyi ama, kaç yıl hizmet etti sana o zavallı hayvan, yaşlanana, ihtiyarlayana kadar mı? diye sordum manalı manalı.
- Evet,ne olacak, hesap mı vereceğiz? demez mi.
- Bu kadar uzun yıllar sana hizmet etmiş yazık günah değil mi? dedim.
- Ne günahı be, eşektir! demez mi!
Artık kendimi tutamadım
- O eşekçiğin sana bu kadar yıl hizmet etmesi mi eşeklik, yoksa onu o kocamış ihtiyar, bakıma muhtaç haliyle, o ıssız susuz adaya atıp ölüme terk etmek mi eşeklik? demekten kendimi alamadım.
Adam sinirlendi, üstüme yürüdü, araya girdiler ayırdılar, söylene söylene çekti gitti. Kaldı mı zavallı eşek adada?

HER SU İÇİŞİMDE EŞEK AKLIMA GELİYOR
Aylardan haziran, burada ekime kasıma kadar doğru dürüst yağmur yağmaz. Eşeği bir sandala alıp getirsem ve bizim evin çevresindeki boş araziye salıp hayvana baksam, burası küçük yer, duyulacak. Adamın eşeğini çalmış olacağım. Adalılar zaten bizi sevmez.
Her su içişimde eşek aklıma geliyor, benim köpeğim de çok su içer.
Ayvalık'ın meşhur perşembe pazarına gidip en büyüklerinden iki tane leğen aldım, boynuna takmak için de rengarenk boncuklar aldım, eczaneye gidip yara pomadı ve sargı bezi aldım. Teknem Maviş evladın su depolarını da doldurdum ve İlyosta Adası'na doğru yola çıktım.
Arkadaşım eşek orada, ondan ayrıldığım sahilde bekliyor, denize doğru bakıyor... Sanki onu oraya getirip terk eden sahibinin kayığını bekliyor... Onu alıp, doğup büyüdüğü ve kocadığı topraklara, evine, ahırına geri götürmesini bekliyor. Kim bilir, belki birazcık da beni bekliyor.
Leğenler ve bidonlarla sahile çıkınca, sevinçle hoplaya topallaya yanıma koştu, bana sürtünüyor, başını göğsüme yaslıyor. Onu okşadım, ıslak temiz bir bezle yüzünü gözünü sildim, suyunu verdim. Yanımdan ayrılmıyor, bir hayvanla dostluk kurmak, onun tarafından sevilmek ve o canlının sana sığınması, öyle hoş ve garip bir duygu ki... Duyabilene tabi.
Leğenleri gölgelik bir yere birazcık gömdüm etraflarına çakıl taşlarından bir set yaptım, leğenlere bir kaç sefer yaparak tekneden taşıdığım bidonlarla su doldurdum. Eşeğin keyfine diyecek yok, bir mutlu oldu ki sormayın.
Yara melhemi ve yara tozları ile sardığım yaralı ayağı az çok iyileştikten sonra, boncuklarını taktım, boynuna bir ip bağladım, yavaş yavaş yürüyerek bütün adayı gezdik, birlikte denize girdik, birlikte çakıl taşlarının üzerinde güneşlendik, piknik yaptık, pek çok gece çakıl taşlarının üstünde birlikte uyuduk, kedim Bulut hanım, köpeğim Baba Dost'la beraber.
O yaz, ekim ayına kadar, her gün aşırı İlyosta Adası'na arkadaşım eşeği ziyarete gittim, ona su ve dostluk taşıdım.
29 Ekim'de Maviş evladı, Ayvalık'taki çekek yerinde karaya aldığımda, uzun kulaklı dostuma su getiren yağmurlar başlamış görünüyordu.

O'NU ALMAYA GİDİYORUZ
Üç hafta sonra Alibey Adası'na geri döndüğümde, hemen Muhterem kaptanı bulup sordum.
- Sen gittiğinden beri yağmur yağmadı Rüzgar Baba, dedi
Kulaklarıma kadar ateş bastığını hatırlıyorum o anda. Muhterem'in 7m. boyunda, yarım kamara, 10'luk pancar motoru olan adı 'Kirke' olan bir kayığı var. Bir büyük bidon su alıp, İlyosta'ya, ihtiyar dostuma doğru yola çıktık. Aylardan Kasım sonu ama hava iyi, az rüzgarlı ve güneşli.
Eşekçik hala iyi durumdaysa ona su verdikten sonra kayığa bindirip, kıyıya çok yakın olan evimin önüne kadar getirip, orada Dombadis mevkiindeki çayırlara salacağız zavallıyı, ne olursa olsun.
İlyosta'ya yaklaşırken Muhterem
- Bak Rüzgar Baba, eşek orada! dedi.
İhtiyar dostum, onunla ilk karşılaştığım ve vedalaştığım sahilde, çakıl taşlarının üzerinde, denize değecek kadar yakın, karnının üstüne çökmüş, başı önünde, sanki uyuklarmış gibi öylece duruyordu. Biz sahile iyice yaklaştığımızda başını kaldırıp bize bakmaya başladı.

ARTIK SU İÇMİYORDU
Kayığı hafifçe baştan kara oturtup, uzun kulaklı dostumuzun yanına koştuk. Ayakları altında öylece duruyordu. Hemen yanına çöktüm oturdum, başını bana yasladı... Bir ay kadar önce ağzına kadar doldurduğum leğenlere baktık, birazcık çamurlu bir su kalmıştı. Önüne kovayla suyunu koyduk, şöyle bir ağzını değdirdi ama içmedi.
Uğraştık fakat ayağa kalkmadı, ayağa kalkamıyordu. Elime su alarak sürmeli gözlerini sildim, yüzünü gözünü temizledim. İki avucumu birleştirip Muhterem'e
- Su dök, belki avucumdan içer dedim. Çünkü köpeğim avucumdan su içmeye bayılır.
Muterem
- Abi bırak, belki ısırır, hayvan iyi görünmüyor dedi.
O dakikaları çok iyi hatırlıyorum, göğsüme bir bıçak sokulmuştu sanki.
- Ona su veren, ekmek veren eli ancak insanlar ısırır, ben onun dostuyum, o bunu biliyor dedim.
Fakat ihtiyar dostum elimdeki suyu da içmedi, başını yavaşça kucağıma bıraktı ve yanlamasına yere yattı.
Muterem kaptan
- Rüzgar Baba, bu hayvan ölüyor, onu götüremeyiz dedi.
Orada, sahilde, çakıl taşlarının üzerinde yatmaktan başında taşların çukur çukur izleri kalmştı. Kayığa kadar gidip bir kilim aldım, başının altına koydum.
İhtiyar dostum ölüyordu, ne olurdu ki, böyle ıssız bir yere atılmış, terk edilmiş olarak değil de, sahibi bildiği ve yıllarca sadakat ile hizmet ettiği o hain insanların yanında ölebilseydi... Tanrı hiç bir canlıyı kocadığında, yaşlandığında böyle yalnız bırakmasın.

PAPATYALAR
Uzun kulaklı ihtiyar dostum, son bir kez başını kaldırıp, bize değil, Alibey Adası yönüne, denizdeki sandallara baktı... Sanırım, onu oraya getirip terk eden sahibinin sandalını aradı... Son anına kadar o sandalı bekledi.
Daha sonra, kocaman ve derin bir çukur açarak koyun biraz üstündeki fundalıklar arasına gömdük onu.
İhtiyar dostuma, sahibi yaşarken ve ölürken hiç bir yer vermedi bu dünyada.
Fakat hiç değilse onun şimdi bir yeri var. O, İlyosta Adası'ndaki arkadaşım, sevgili Kadife'm orada yatıyor.
Ertesi yaz...
İlkbaharın ilk günlerinde, Maviş evladı denize indirince, etraftan topladığım bir demet papatya ile ihtiyar dostumun mezarına gitmiştim.
Onu gömdüğümüz yer tamamen papatyalarla kaplanmıştı. Oturup hüngür hüngür ağlamştım.
  • IP logged
“Merhaba denizci, sen de senden sonrakilere anlat…”

 
Yukarı git