SON BİN FENİN ALİMİ DENİZCİ
...Fırtınalar başlar, şimşekler çakar, antik tanrılar göklerde gürlemeye başlar, Poseidon'lar, Zeus'lar, Nereus'lar kapkara bulutların içinden zaman zaman görünürler... Denizin, dalgaların, fırtınanın en kasvetli yerinde, Tanrı'larla dolu o karanlık bulutların denize en yaklaştığı yerde, beyaz bir nokta gibi küçücük bir tekne.
İçinde, güvertesinde, ayakta duran bir adam, ellerini yukarı kaldırmış, bu Tanrı'larla dolu bulutlara kafa tutuyor ve bağırıyor:
- Aganta burina burinata!
'Arşipelos' denen bu tehlikelerle dolu denizde, fırtınayla birlikte gelmeye başlayan köpük köpük, dik duvar gibi dalgalar, gittikçe azgınlaşarak, bu denizi canavarlardan daha korkunç bir hale getirir.
İşte bu canavar denizin ortasında, göklerdeki Tanrı'lara, denizdeki canavarlaşmış dalgalara kafa tutan bu adamdan başka, bütün denizciler, sünger avcıları, balıkçılar, yük tekneleri, hepsi koylara çekilmiş dalga kıranlara sığınmıştır.
Tanrı'lar, canavarlar, dalgalar ve fırtınalarla kaynayan denizin ortasındaki o adam ise, hala göklere, canavar dalgalara ve Tanrı'lara bağırmaktadır.
-Aganta burina burinata!
(Ara Güler usta Halikarnas Balıkçısı'nı işte böyle tarif etmiş)
Yıl 1945... Avrupa, 2. Dünya Harbi'nden yeni çıkmış, harap bir halde. Muhteşem yatların çoğu Almanların eline geçmesin diye bilerek batırılmış.
Avrupa'da sivil denizcilik adına hiç bir şey kalmamış. Ülkemiz ise Milli Şef döneminde; karne ile ekmek alınan yokluk günleri henüz bitmiş.
O yılın ilkbahar günlerinde, Milli Eğitim Bakanlığı, dünya klasikleri dizisi tercüme bölümü müdürü ( o yıllarda doçent olan) Sabahattin Eyüpoğlu'na bir mektup gelir.
Mektup, hala bir sürgün yeri gibi, yolu olmayan, Kuşadası'ndan ya da Muğla merkezden sonra, ancak at veya eşek sırtında gidilebilen Bodrum'dan gelmiştir.
Sivil denizcilik dünyasına yepyeni bir çağ başlatacak olan bu mektubu gönderen Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı'dır.
Balıkçıdan mektup gelir sel gibi
Merhabası püfür püfür yel gibi
Bir Akdeniz var sanki yüreğinde
Saçar dünyaya cömert bir el gibi
Bir davettir bu tarihi mektup.
"Sabahattin, arkadaşlarını topla ve buraya gel, Bodrum'a gelin. Sizi Gökova denen bir cennete götüreceğim. Eğer derhal yaşadığınız o büyük kentlerden kopup yanıma, bu şarap renkli denize gelmezseniz sizlerle olan dostluğum sona erecektir"
Sabahattin Eyüboğlu konuyu kardeşi Bedri Rahmi Eyüboğlu'na açar. Bedri Rahmi heyecanla "tabi gidelim, hemen gidelim, O yer yüzündeki cenneti görelim, hem Balıkçı'yla tanışmak az şey mi?" der.
Böylece Ankara ekibi uçakla İzmir'e gelip vakit kaybetmeden limanın yolunu tutar. Cevat Şakir beyle can dostu süngerci Paluko, onları limanda bekliyordu.
Bu ilk mavi yolculuğun ekibi şöyleydi: Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Necati Cumalı, Erol Güney, Sabahattin Ali ve Fuat Ömer Keskinoğlu.
Tekne yelkenleri olan bir balıkçı teknesiydi. Hiç bir konforu yoktu ve onca yazar, ressam, öğretim üyesi, şair, doçent, hocam dedikleri Cevat Şakir beyin kaptanlığında ve öğretmenliğinde İzmir'den denize açılarak Bodrum'un yolunu tuttu.
Böylece Gökova'nın keşfi ve ilk mavi yolculuk 1945 yılının yaz aylarında Halikarnas Balıkçısı tarafından gerçekleştirildi ve günümüze dek geldi.
Yıl 1968... İzmir'den Efes Antik Kenti'ne giden bir otobüsün içindeyim.
Sağdan en ön koltukta oturuyorum. Benim hizamda soldan en ön koltukta ise garip bir adam oturuyor.
Gözlerimi ondan alamıyorum. Çok yaşlı, yüzü çatlamış topraklar gibi, 100 değil belki 1000 yaşında. Saçları bembeyaz ve darmadağın, çok büyük elleri var, sol elinde uzun bir sopa tutuyor, buruşuk bir gömlek.
Baktığımı gördü, bana baktı. Masmavi gözleri var. Hala bakıyorum, yüzü Leonardo da Vinci'nin çizdiği Tanrı figürlerine benziyor.
O yıllardagrafik sanatlar ustası Mengü Ertel'in atölyesinde resim stajı yapıyorum ve antik Tanrı'larla ilgili resimli romanlar yapmaya çalışıyorum.
Yanına sokuldum, henüz 19 yaşımdayım. Ona şöyle söyledim "Afedersiniz, siz antik Tanrı'ların sonuncusu musunuz?"
-Gel otur yanıma dedi
Aynı suali bir daha sordum. Yüzüme uzun uzun baktı, kalbimin sesini kulaklarımda duyuyordum.
Titreyen elini omuzuma koydu
- Hiç birimiz ne Tanrı'yız, ne kendini Tanrı ilan eden Büyük İskender, ne Timur ne Cengizhan. Şu, adına yaşamak dediğimiz yaradılışın içinde hepimiz ama hepimiz birer çöp parçasıyız. Fakat sen pusulanın ibresini bilir misin çocuk? O da bir çöp parçası gibidir; küçücük bir teneke parçası, fakat o küçücük parça bir pusulanın ibresi ise eğer işte o zaman denizcilere, insanlara yön gösterir değil mi? İşte kimi insanlar böyledir, onları farklı yapan budur. Senin gözlerinde bunu görüyorum. Sen de ilerde insanlara yön göster olur mu?
- Ama nasıl, nasıl bir yön?
- At arabaları vardır bilirsin. Bütün bir ömür boyu araba çekmiş o zavallı beygirlerden biri, birden sokakta yere yığılıverir, hayvancağız yaşlanmış bitmiştir artık. Arabacı hemen düşen atın başucuna koşar, bir eliyle yularından çekerken öbür eliyle de durmamacasına kamçılar zavallı hayvanı. Yığılmış zavallı beygirin etrafına toplanırlar, kimi bacağından kimi kuyruğundan çeker. İşte o an... ölmekte olan beygirin başını kaldırıp gökyüzüne öyle bir bakışı vardır ki... Tanrı'dan hesap sorar gibi.
- İnsanlara beygir olmadıklarını anlat. Anlat onlara.
- Mavi rüzgarların masal Tanrı'sı Zefir'in oraya ulaşmak isteyenlerin yelkenlerine nasıl üflediğini anlat.
- Dolunay aydınlığının her kayayı, her ağacı, her dalgayı o uysal ışığı ile yıkayıp, nasıl ağarttığını, tüm bakir yeryüzünü nurlu bir dünyaya nasıl çevirdiğini anlat.
- İnsanlar başlarını teknelerinden denize uzatıp burun delikleri ile Ege'nin kokusunu içlerine çeksinler, öğret onlara.
- Masumluğa karşı, hiç bağışlanmayan kapkara bir hınç duyan insanlara değil, güzel insanlara anlat bunları. ...
Işıl ışıl deniz geceleri bu dünyadan öyle uzaktır ki, anlat kendini beygir yapmayan insanlara.
Fakat o cennet mekana gidebilmek, oralara gören gözlerle bakabilmek için, önce Ege'nin ve Cova'nın öfkesini bilmelisin. ...çünkü emek verilmeden ulaşılan hiç bir şeyin kıymetini bilmez insanoğlu.
- Göklerin yüksek rüzgarları içine kuruludur Cova'nın o bin metrelik tepeleri, onların yüksekliği göklerde bir çığlık olmuştur.
- O bin metrelik uçurumların yamaçlarındaki kayalara kök salmış eğri büğrü çamlar, ahtapot kolları gibi köklerini kaya çatlaklarına dolayarak, tutunarak, aşağılara korkuyla bakarlar.
- Arşipelos, eskilerin denizi demektir. O zamandan bu yana Ege, bir devin göğsü gibi kabarıp kabarıp inen dalgalarıyla aşılmaz olur bazen.
- O mavi güzel bir yerlerde fısıldarken, dışarıda haykırır. ...ötelerde gökgürültüsü gibi gürler. Göklerden sağanaklar, fırtınalar indirir, yıldırımlar yağdırır.
- Haykırır, söylenir, dert yanar, derin ahlar çeker, inler, öfkelenir, kızar, tehditler savurur, çıldırır bazen.
- Yırtar yelkenleri, parçalar, sürer sürükler, kaldırıp kaldırıp vurur, tekneleri geri döndürür, sonra ...adeta özür diler, yalvarır, okşar, öper ve sakin bir kumsal bulunca yorgunluktan bayılır kalır...
- İşte Ege ve Cova böyledir... O tadına doyulmaz ama ele avuca da sığmaz, deli bozuk, dünyalar güzeli, şuh bir genç kadın gibidir.
- Bir gün o yaşadığın kentin her günkü geçmişinden bıkacak, bezecek ve içten kopan bir çığlık gibi fırlayarak, önündeki masmavi açıklığa, o ölümsüz denize atılacaksın.
- Özgürlüğün yaşandığı yere, o özgürlüğü yaşamaya geleceksin.
- Altındaki teknenin sancak ve iskele omuzluklarından patlayan köpük serpintileri havalanıp yükselecek ve her dalgada, dalgaya dalan puruvan, o zümrüt denizi patlatıp patlatıp etrafa zerrelerce pırlantalar saçacak.
- Teknenin bodoslamasına çarpıp yükseklere savrulan her dalgadan, deniz ve güneş ayrı ayrı gökkuşakları yaratacak.
- Derken, uzaklardan, taa ufkun ötesinden, yemyeşil bir sır görünecek... yedincisi olmayan Yediadalar'ın ilki.
- Göklerin üstündeki Ana Tanrıça Kibele'nin ak memelerinden fışkıran sütün, denize düşen damlalarından oluşuvermiştir bu adacıklar. Bunu kimseler bilmez.
- Bu adaların her biri, birer müzik notasıdır... Her ada denize bırakılmış birer çiçek demetidir... Bu adaların hepsi birden, bir adalar demeti, bir dalın çiçekleridir.
- Denizlerden tüten bir ışık tabakası ardından, bu adalar bize bir rüyalar, düşler silsilesi gibi yaklaşırlar... Birbiri ardına ve yan yana, perde perde, koyu leylak, hafif mor, turkuaz, yeşil.
- Ah ne mutlu bir serap diyeceksin, hayır, onlar serap değil, serabın üstünde bir gerçek.
- Sonra, deniz mavisi üstüne serpilmiş bu yeşil zümrütlere yavaşça sokulur yanaşırsın; oradaki göklerden denizlere mavi yağar, denizlerden göklere mavi harlar.
- Bazen güneş, bazen rüzgar, bazen sis, bazen ayışığı, bu minyon gelinleri saklayan ince duvakları bir yana üfler ve bazen ince ince duvaklar açıldıkça adaların bütün sevgi ve sevimliliği bir taze gelin gibi çırıl çıplak titreyip kızarır.
- Bütün buralar, günü gecesi, şafağı, gurup vakti, nurla renklerle, sevgiyle aşkla, ayrı ayrı özenilerek yaratlmış bir Tanrısal şaheserdir.
- Sular teknenizin altında cam gibi olmuş uyurlar. Çamlar ve uçurumlar denize yansır. Sanırsın ki teknen çamların ve uçurumların üzerinde duruyor.
- Ada kıyısında mısın, düş kıyısında mısın bilemezsin... Adalar o mavi gökyüzünün üzerinde, boşlukta sallanırlar.
- Onca sonsuz sessizlik ortasında demirlediğin o nur çanağı koydan, bir ishakçık kuşu öter, seslenir sevgilisine, taa öteki adadan bir başka ishakçığın sesi, oraya kadar sihirlenerek karşılık gelir...
Çünkü bütün havalar durmuş, sessizlikler dahi susmuştur.
- Derken, mavi gökler denize doğru hafif bir derin mavi üfürür ve deniz yüzünde ufak kırışıklıklar yürür.
- Dünyanın hiç bir ormanında yetişmeyen Buhur ağaçları, kalabalıklar halinde gelip, ayaklarını o cam gibi duru sularda ıslatırlar...
Bunlar havaya mis gibi bir amber kokusu yayarlar... Sarmaşıklar onların dallarına sarılır ve tutunurlar, birbirlerine sevgiyle sarılarak yaşarlar.
- Derken ...gün batarken, beyaz ve yumuşak bir çapkın bulut, en yüksek adanın başını kollarıyla sarar... Adanın kulağına birşeyler fısıldar... Gece çökünce karanlıklarda iki sevgili baş başa kalacağı için, ikisi de gün batarken utanarak kızarırlar.
-Gök yıldız içinde, deniz yıldız içinde, üstünüz altınız, yanlarınız, her yanımız yıldızlarla pırıl pırıl parlar.
İşte o anda küpeşteden denize bakarsanız bir yere tutunun, başınız dönebilir.
- Tepetaklak olmuş göklerin taa derininden yıldızların üstüne düşüyorum sanırsınız.
- Deniz samanyolunu koynuna almış, tekneni göklere çıkarıp hale yapmıştır... İşte orada, hiç kimsenin konuğu değilsindir, sadece denizlerin, sadece yaradılışın, sadece Tanrı'nın koynundasındır.
(bunlar Halikarnas Balıkçısı'nın kendi sözleridir)
Ah Balıkçı Babam, bana bunları anlatmanın üzerinden 50 yıl geçmiş. Bana 'Denizci, sen de senden sonrakilere anlat, demiştin, anlatıyorum Balıkçı Babam.
Son günlerinde bütün insanlara olan vasiyetini de isteğin üzere izninle buraya yazıyorum:
"Ne diyorum şimdi ben? Bunca sene kafa patlatmışım, bir şeyler koymuşum ortaya, sen, bunu kullanacaksın, yani benim aklımı kullanacaksın, başkaları da senden öğrenecek birşeyler.
Merhaba.