Heyamola Hey
Havuzluk => Köşe Yazıları => Konuyu başlatan: Mehmet Sürücü - 27 Aralık 2018, 07:16:00
-
İyi Şeyler İnsana İyi Gelir
Mart aylarında havalar değişir. Kırağılar erken kalkar, ılık, bulutlu da olsa üşütmeyen günler gelir. Kapıdağ gri, soğuk silüetinden sıyrılıp yeşermeye başlar. Böyle zamanlarda karşı konulması güç bir çağrılar dolmaya başlar içime. “Yavaş yavaş sırt çantanı hazırla, şöyle dağlara doğru bir uzan,” sesleri gelir bir yerlerden. Bu seslere direnme söz konusu değildir. Zaten kısa da olsa, dar mekanlara sığılmaya çalışılan bir kışın çoğu geçmişte kalmışlığı vardır yaşanan. Hazırlar çantamı, kasabayı terk ederim.
Mart ayında dağda çadır kurmak, gecelemek güçtür. Ama iyi bir yürüyüşle, Ballıpınar’a gitmek, orada anamı-babamı görmek, birkaç gün onlarla olmak, yavaş yavaş kışın sulak yüzünden sıyrılıp nadasa eren tarlaların aralarında dolaşmak da yeter bana.
Tatlısu’ya kadar minübüsle gelir, oradan yokuşa sarar, Katırbağırtan yokuşunu tırmanır, ince akan dere boyu uzanan vadiden yukarı yelken indirir, seyre dururum. Pirenlerde, tesbihlerde, davulgalarda gizli bir nişan, düğün hazırlıkları vardır, bahar kapıdadır da, sezdirmezler pek etrafa. Yürürken düşünürüm arada bir;
_Bahar ne vakit başlar, kış ne vakit, sonbahar ne? Sonra baharda da kayınların dibindeki ölü yapraklara, bazı kurumuş çalılara, ağaçlara bakıp aslında mevsim denen insan eliyle kıyılmış-doğranmış zaman dilimleri olduğunu düşünür, doğanın mevsimlerden habersiz, tüm zamanları, yaprağın kuruyuşunu, daldan su çekilmeyi bir bütün olarak yaşadığına varırım.
Böyle bir yürüyüşte, dağda, ellerinde kamera, ses kayıt cihazlarıyla dolaşıp baharda renkli gülüşleriyle toprağın yüzünde beleren çiçekleri çeken birilerine rastladım. Dağda iyi şeylere rastlanır. İyi insanlara da rastlanır. Selam verdim. Tanıttım kendimi, tanıştık. Kapıdağ Bitki Bilgeliği adı altında belgesel çekme muradı olan gençlerle böyle tanıştım. Oturduk manzarası cömert bir yükseltiye. Soğan ekmek paylaştık. Dünyadan, sanattan, zamandan, elindeki pet şişenin suyunu içip şişeyi çiçeğin suratına atan insandan söz ettik. Sonra taktım onları peşim sıra, birlikte vardık köye. Dilediklerince çekim yaptılar. Deniz kıyısındaki kahvede çay içtik, anam kuru fasulye kaynattı, tadına inanamadan kaşıkladılar.
Botanikçi, doğabilimci -en azından bunun öğrenimini görmüş, bu konuda samimiyetle bir şeyler yapma kaygısı duyan- gençlerdi. Sonra onlar başka köylere gittiler. Aradan iki yıl kadar geçti. Birkaç kez sosyal medyadan haberleştik. Selamlaştık.
Ekim-Kasım ayı zeytin hasadı telaşesinin bol olduğu zamanlar. Bir de öykülerimin kitaplaştığı Ah Kamila’nın basımının zeytinin tepesinde müjdelenmesi, sevinci, İstanbul Tüyap’ta imzaya çağrılmam, 2018 yılının benim için unutulmayacak bir yıl oluşunun olaylarıydı.
Kasım ayında Soner aradı. Belgeselin yapımcısı ve seslendiren genç arkadaşlardan biriydi Soner. Şimdi Tiflis’te olduğunu, Aralık ayında geleceklerini, 25’i gibi bir tarihte de Ballıpınar köyünde, insanlara bu belgeseli izletmek istediklerini söyledi.
Büyük yerlerde sanatsal etkinlikler, sergiler, söyleşiler, paneller hep olur. Köylerde, kahvelerde, damlarda, ahırlarda olmaz. Nereden çıktı bu “ahır” diyen olacaktır. Kısaca değineyim; 1970’lerde, Marmara, Asmalı’dan çıkan bir kayığın içi film makaraları, posterler, jeneratör, kablolar, hoperlörler, tozlu, yıprak malzemelerle doludur. Dalgalara bata çıka geçer kanalı, yarımadanın tüm köylerine uğrar, en büyük evin ahırı boşaltılır, sandalye, kalas, oturaklar yapılır, kadın erkek, çoluk çocuk o gece film izlenir. Senede bir kez olan bu şey, unutulmaz bir şeydir bizim için. İşte ahır dediğim böyle bir şeydi.
Neyse. Çok çok sevindirdi beni bu haber. Aralık ayını beklemeye başladım. Bu arada köyün Face sayfasından duyuru yaptık. Ballıpınar köyünde doğduğumu formda, birkaç iletide yazmıştım. Emekli olduktan sonra, yaz aylarında yoğunlaşan işlere yardım etmek için gider, toza, toprağa, çamura bata çıka, yorula oflaya bir şeyler yapmaya çalışırım. Onlar alışık bazı şeylere. Ben değilim. Çabuk yorulurdum ilklerde. Sonra sonra daha kolay gelir oldu. Her neyse. Ama bir yandan da, tarlada bayırda yanımdan fotoğraf makinem, bir kitap, defter kalem hiç eksik olmaz. Buldukça zaman, fotoğraf çeker, yorulunca bir ağacın altında uzanır okurum. Köylülerim -çocukluğumuzun geçtiği insanlar birbirini bilirler, onlara kendimizi anlatmamıza gerek olmaz-, onlara bakınca yaşı geçkince bedenler yüzler görürüm, yaşıtızdır ama aynı hali kedimde bulamam. Galiba insan kendine karşı, bu bakımdan çok kör, sağır.
Konuyu çok dağıttığımın farkındayım. Şuraya getirmeye çalışıyorum, Oradaki insanları fotoğrafladım yıllardır. Yaşlı kadınlar, çocuklar, dedeler alışıktır benim onları resmetmeme, sorularıma. Okulun kitaplığına katkılarda bulunma çabalarımı, köydeki evde tıka basa dolu kitaplığımın her okuyana açık olduğunu, bana sormadan eve girip, istediklerini alıp okuyabileceklerini bilirler. En çok da kadınlar ilgi gösterir bu tür sosyal, kültürel şeylere. 20-25 sene önce köyde gençler evlenecek kadın bulamamaya başladı. Herkes akraba oldu bir taraftan. Bu çember, Karadeniz taraflarından gelen gelinlerle aşıldı. Bu bir yana, o kadınların hayata bakışları, kültürleri bizim garip, tuhaf, işkolik macır kafalarını da başka yerlere taşıdı. Bu başka bir konu. Ona da sıra gelir umarım. İşte böyle bir mozaikte, en çok kadınlar sevindi bu gösterim işine. İletiler gönderdiler, telefon ettiler, sabırsızlıklarını, merek duygularını dile getirdiler. Böylece yapacağımız etkinliği erkekleri bir yana bırakıp sadece kadınlar için yapmaya karar verdim. (Yanlış anlaşılmasın, haremlik-selamlık durumu değil, insanların hepsini alacak yer yok artık. Eskiden bir dama sığanlar kalabalıklaştı. Bu sebep.)
Sonunda zaman geldi. Birkaç gün önce geldiller. 35 Aralık’ta öğlen 14.00’te İlhanlar’da, 18’de de Ballıpınar’da Bitki Bilgeliği Belgeseli’nin gösterimi için Ocaklar köyünde buluştuk.
Uzun oldu yazı. Sonrasını yarın anlatmak istiyorum. İzninzle.
(Görsel bir şeyler ekleyemedim. Bu konudaki bilgi ve deneyimlerim yok ne yazık ki.)
-
Lütfen hep böyle, bu saatlerde yazın. 7:30u geçmesin. Güne iyi başlayalım.
-
Şahane, bu kadar akıcı yazabilmek çok güzel
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Yazıya müzik eklemenin bir yolunu bilen varsa, daha da farklı okumalara olanak verebilir.
-
Yalnız evden çıkmadan okuyorum birkaç gündür kaç kalır oldum işe, :D
-
Yazıya müzik eklemenin bir yolunu bilen varsa, daha da farklı okumalara olanak verebilir.
Okura o kadar da karışmayın,
-
Yazıya müzik eklemenin bir yolunu bilen varsa, daha da farklı okumalara olanak verebilir.
Okura o kadar da karışmayın,
Eklemek istediğiniz müziği merak ettim. :)
-
Bir çok olabilir. Mesela Eleni Karaindrou'dan bir parça; Eternity And a Day, Elegy of the uprooting, By The Sea gibi parçalar.
-
Görsel eklemek için, iletiyi yazdığınız kutunun altında "Ekler ve diğer seçenekler" bölümüne tıklayarak, dosya ekle seçeneğinden yazıya eklenti yapabilirsiniz.
Müzik eklemek için de "Youtube" linkini yazarak, kutucuğun üzerindeki YouTube ikonuna basarak linki ekleyebilirsiniz. Ama ben de Bülent Reis'in düşüncesindeyim, okurun hayal dünyasındaki müzik çalsın derim.
-
Bir çok olabilir. Mesela Eleni Karaindrou'dan bir parça; Eternity And a Day, Elegy of the uprooting, By The Sea gibi parçalar.
Pek kıymetli bir bacımızdır. Gece yarısı karadan 50 mil açıkta çok hasbıhal etmişizdir notalarıyla.
-
Bir çok olabilir. Mesela Eleni Karaindrou'dan bir parça; Eternity And a Day, Elegy of the uprooting, By The Sea gibi parçalar.
Pek kıymetli bir bacımızdır. Gece yarısı karadan 50 mil açıkta çok hasbıhal etmişizdir notalarıyla.
İlginç tesadüf. Aynı şarkıyı (Eternity Theme) tam bir hafta önce arkadaşım önermişti. Bir haftadır Eleni Karaindrou dinliyorum. Ege'yi özletiyor. :)
-
Hani sayfa altında falan yazar ya bazı ilaveler olur ''yazarın notu''diye.
Bence yazarın seçtiği müzik o anlamda olacaktır diye düşünüyorum.
Ben kendi adıma olmuşken müzikli olsun isterim.
Ya da ''sabah kahvenizi kremalı mı alırsınız ?'' gibi.
Dedenin ki sade ama müzikli olsun,lütfen. :)
-
Mehmet Ağabey,
Allah daha çok iyiliğinizi versin. Sizden de bize bulaşıyor nasıl olsa.
İzninizle Biyolog Soner Oruç’un geleneksel bitki bilgeliği oluşumunu burada paylaşmak istiyorum. Belgeselin tanıtım videosu çok duygusal.
Bu ülkede gerçekten iyi şeyler oluyor. Biz de elimizden gelen desteği vermek için gönüllüyüz.
Bizi haberdar ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
http://www.gelenekselbitkibilgeligi.com
-
Teşekkürler Mücahit.
Haklısın. Var iyi şeyler. Bize de düşen, bunları görebilecek göz ve ayırabilecek duygulu yürek belki de.
Paylaştığım izlenimlerin beğenilmesi, okunması güzel duygular bırakıyor. Burası, Heyamola farklı kişiler, değişik denizler demek benim için. Düsturunuzu ve adabınızı bilmediğimden bazı dikencikler, lekecikler olabilir paylaştığım yazılarda. Affola. Ve de bu konularda eleştirileriniz, önerileriniz olursa da sevinerek, memnunlukla üstlenirim.
Selamlar.
-
Yok ya, ne olacak, biz de arada patavatsızlık ediyoruz işte. Asıl siz kafanıza takmayın.
-
Günaydın. İşte devamı;
II Bölüm
25’i gecesi, saat 05’e doğru, yağmurun sesine uyandım. Hamarat bir yağmur, ıslıklı şen bir esinti var dışarıda. En sevdiğim havaların biri… Okkalı bir kahve eşliğinde, oturursun cam önüne. Sokak lambasının sarı ışığında sepelenen damlacıklara bakarsın. Gün ağarır az az.
İsmet’i arıyorum. Gazete dağıtım şirketinde çalışıyor. Yarısından fazlası çocukluk olan gençlik arkadaşım. O zamanlar bulaştı bu gazete dağıtım işine. Kurtaramadı bir türlü yakasını. Ellisini geçti, hala Erdek, Gönen, yaz kış bayiilere gazete götürüyor sabahın körü. Lafın, kulağ uzaktan tutanı bu; söyle ki, sabah gazete bırakılan en son nokta Ocaklar köyü. Benim de orada bir randevum var bugün. Ekiple orada buluşacağız. Bizim dağıtımcılar erken gidiyorlar gerçi Ama olsun. Hem İsmet’i görür laflarız biraz, hem de kahvede oturur, ihtiyarların sohbetini dinlerim. Bundan daha iyisi ne olur ki…
“7’de burada ol,” dedi. Çantamı hazırladım. Fotoğraf makinesi, ses kayıt aleti, defter,kalem, pil-mil.. Ha bir de yedek pantolon aldım ne olur ne olmaz. Camın ardında yağmur çok sevecen yağar da, kel tepede sırıl sucuk eder adamı. Bir aksilik olursa giymek için. Eh biraz da dağ-bayır teçhizatı var. Yağmurluğumu örtündüm her ihtimale karşın. Çıktım evden.
Gazete dağıtımı meşakkatli işi. Tezgahta bayiilere o günün gazetelerini ayıran kişi, iki metre yerde hoplar, zıplar, tepinir, bir saniye durmaz, su ter içerisinde, bir an önce okuyucuya ulaşsın diye acele eder. Bu nedenle yanlarına vardığımda selam verip kaçtım bir kenara. Ayak altında dolaşan kimse istemiyorlar. Biliyorum. Bir gazete aldım. Göz gezdirdim. “Yok. Şimdi olmaz,” dedim. Malum sıkıcı, acıtıcı haberleri bu kadar erken okumanın bir anlamı yok. Durdum onları izledim. Zamanı geldi, yüklendi gazete kolileri araca. Çıktık yola. Aynı telaşlı, hamarat çabuklukla dağıttık. Son durakta esenleştik. Üstümdeki ıslaklığı kapı önünde silkeleyip girdim kahveye. Selam verdim.
Yaşlı birilerinin masasına oturdum. Oradan, buradan lafa kulak misafiri oldum.
08 sıralarıydı. İki simit aldım yandaki fırından. İkide bir kahvecinin odun attığı sobaya metre metre uzaklaşıp bir kenara kaçtım. Simidimi yedim.
Birazdan ekip geldi. Sarıldık selamlaştık, kısa bir günün yapılacaklarını konuştuk. Onlar, yanlarında getirdikleri bir şeyleri atıştırdılar. İlhanlar’a gitmek üzere ayrıldık Ocaklar’dan.
Solumuzda dalga kırıntılarının sahile serpildiği yeşil-mavi kırması renk deniz, sağda dikleşen yamaçların yukarısında sisler arasında Kapıdağ tepeleri. Ara sıra dağılan sislerin ardında bembeyaz bir kar takkesi… Yerler, sırtlar, meşeler, pirenler, davulgalar ıslak. Zamanımız var. Etrafa baka baka, sallan saçak gidiyoruz. Duruyoruz bazen. Mavi fistanının kenarlarını dalğaların oyaladığı koylara yukarıdan bakıyoruz. Bir avuç davulga yemişi topluyor, yerken bizimkiler yediğimizin latince adını, yararlarını sayıyorlar. Bazı yerlerde durup, “Şurada şunu, burada bunu çekmiştik, bu koyda çoban Murat’la karşılaştıydık, bu tarlada Kadir amca bize Papalaciçka otunun faydalarını anlatmıştı,” diyorlar.
Kış günü insanlar ya evde ya kahvede. Olacak başka yer yok. İyisi kötüsüyle bir zeytin hasadı yeni bitmiş. Köyden biliyorum. Dal arası dolaşmışlığımdan. Zor iş zeytincilik. Yorucu. Kış mahsulü sonuçta. Bu nedenle insanların yüzlerinde zorlu bir hasadın yorgunluğu ve bitkinliğiyle kalakalıyorlar bir süre. Kahveci Hüseyin amca ile ahbap olmuşlar bizim botanikçi-belgeselci yatfası. Senlibenli, sanki dün yarım kalmış bir sohbeti devam ettiriyorlar.
Hazırlıkar yapıldı. Seyyar perde çalışmadı. Ayağı bilmem nerede unutulmuş, kalmış. Zaten böyle ufak tefek aksaklıklar beklenen şeyler. Olur mu olur. Plan değişti. Koca LED ekrana aktarıldı işlemler. Sunucu sarı kantaron otunun faydalarını anlatan uzun bir tiratla başladı.
Yazın tıklım tıklım insandan geçilmeyen köyler kışın neredeyse boş. Gençlerin çoğu geçim derdine gurbette. Birkaç yaşlı, hayvan bakan insan kalmış. Bulduğumuzu, yakaladığımızı sürükledik ekranın başına. İnsanlar daldılar bir tuhaf anlatıya. İzledikçe ilgileri arttı. Arada bir de köylülerinden birisini, köylerinden bir yeri gördüklerinde kahkahaları basıp seslerini yükselterek coşkularını belli ettiler. Çaylar dağıldı. İçildi. Bir daha dağıldı.
Ekranda son cümle bitip alt yazılar geçerken izleyicilerin yüzünde dalgalı, mutlumsu bir ifade, belgeseli çekenlerin emeği geçenlerin ağzı kulaklarında, kolay kolay duyumsanamayacak bir hazzın sarhoşluğu içinde mırıltılı bir sohbete başladılar.
İnsanlara bir simit bir poğaça dağıtsan buna yakın duygular uyandırılır, diyenler olacaktır. Haklıdırlar da. Ama bir simit yeme tadına varmak zevk veren, tat veren, güzel bir şey. Buysa hem farklı bir tat veren hem de tanımı daha kapsamlı, her şeyden önce İYİ bir şey. İşte bu nedenle koydum o başlığı; İyi Şeyler İnsana İyi Gelir.
Neyse. Yarına da bir şeyler bırakayım. Lafı uzatıp da dostları işlerine geç bırakmayayım.
Sağlıcakla kalın.
-
III Bölüm
Turanlar’ın etrafındaki denizde, açıklara doğru uzanan, koyu, toprak rengi bir bulanıklık var. Sel inmiş gece. Fazla değil. Hasar-zarar verecek kadar büyümemiş sular. Kasım ayında inen selin izlerine rastlıyorum yol boyunca. Son yıllarda karşılaşılan en büyük afetti. Tatlısu, Düzler, Ballıpınar, Ormanlı köyleri en çok zarar gören yerlerdi. Evler, hayvanlar, insanlar sular altında kaldı. Tarlalar, tarlalardaki ürünler, fasulye, biber, yeni ekilmiş erik fidanı, koca koca dutlar, zeytin, kiraz ağaçları kökleri, saplarıyla birlikte denize taşındı.
Ormanlı’dan geçerken baharda suları gürleşen şelale, yazın kalabalıklaşan köy, durgun deniz, çaparide gün batımı konuşuldu. Laf arasına da bir “krematoryum” lafı karıştı. Merak ettim. Eski bir kalıntı varmış köyde. Köylüler burada Rumlar döneminde ölülerin yakıldığını söylemişler. Dini inanca aykırı bir şeydi söylenen. Bildiğim kadarıyla Hıristiyanlık’ta yakılmak dinsel bir tören şekli değildi. Yine de merak ettim. Defalarca köye gitmiştim de o yapıyı görmemiştim. Kıyıdaki rıhtıma çektik aracı. İndik. Köyün kenarında, bir yanı yıkık bir kır kilisesiydi. Yarımada etrafında, yerleşim olmayan yerlerde bile bu türde, küçük kiliseler inşa etmiş Rumlar. Haliyle bizimkilere de bir sürü iş açmışlar sonra sonra. Evcağızında rahat rahat yatacakken macır Bahri, Raif, Mümin, Rumların giderken onlara bıraktığı, “Bak burada, her kilisenin batı köşesine gömdüğümüz altın küplerini çıkarmazsanız iki elimiz yakanızda olur ahirette,” demişler, bizimkileri bir sürü zahmete gark da etmişler.
Neyse konumuza dönelim. Harabelere, gün güne eksilen, düşen taşlarıyla mahzun-süzgün duvarlara baktık bir süre. Dönüp arabaya giderken kahveden yaşlıca biri çıktı. Fedayi ağbiymiş. Öyle dedi. Anladım o an neden çıktığını kapıya; Selam sabah vermeden birkaç kişi neye dalar köy içine, harabeye neden yönelir, soruları… Hırsız mıdır, uğursuz mu, defineci, kapkaççı mı. Bir-iki cümle söyleyince dilimdeki yakın köylerde yaşayanların fark edebildiği vurguyu aldı Fedayi ağbi. Hemen değişti yaklaşımı; “Nerdensin sen?” moduna girdik. Ayaküstü tanışmalar, uzasa akrabalığa varacak içtenlik, “Eyvallah!” diyerek ayrıldım.
Burunun tepeden baktık Ballıpınar köyüne. Kiremitli çatılarda yükselen bacalardan ince, gri dumanlar tütüyor. Geçmiş ekimden kalma soğan ocakları, yeşil bir örtü yayılmış tarlaları geometrik şekillere bölmüş. Fasulyeleri toplananlar sarı ile toprak rengi bir boz renge bürünmüş. Daha sulan yerlerdeki yağmurun birikintilerinde parça parça gökyüzü kırıntıları yansıyor. Bu vakitler tarlada iş olmaz. Yine de hava çok bozuk değilse, adamlar gider şöyle bir dolaşır ovada. Zeytinlere, kirazlara bakar. Geçmiş hasadın anıları, duygularıyla birkaç laf bile atarlar suları çekilmiş, yaprak dökmüş ağaçlara. Toruna, evladına birkaç mandalina koparır, keçi kılı dokuma torbaya atar, döner gelir.
Ocaklarda, sabah sakınmadan yağan yağmur, gün ilerledikçe hız kesmişti. Köy kahvesinin yanına çekip motor stop ettiğinde avare birkaç damla, denizin iskeleye, rıhtıma vuran dalgalarından dağılan serpintilerden başka bir yağış yoktu.
Zamandan muaftır, insan hep doğduğu yere başka bir özlem, başka bir nostaljiyle bakar. Zamanımız gök, muhaceret çağı. Artan nüfusu besleyemedikçe köyle, benim gibi, geçim derdine dağıldı insanlar. Her ne kadar içimde, artık şuraya yerleşsem de, ot, saman, tezek kokuları arasında, bir kedi, bir köpek beslesem, yamuk yumuk da olsa bir sandalım, bir mantar misinam olsa çaparilik, çekeklere çöküp taka enkazlarının, paslı şanzıman, motor eskileri arasında yarım şişe şarabımı yudumlasam artık, özlemleri hiç dinmese de, yaşam hep insanı uzaklara doğru savurma üzerinden yürüyor.
Her neyse. Fazla hüzünlü konulara girmeyelim. Yaşılar kahvesine girdik. Babamın, dayımın, amcamın, yaşlıların elini öptüm. Hal hatır sordum. Etrafımız sandalyesini yanaştıranlarla genişledi. Geliş sebebimizi anlattı ekipteki lafı en rahat dillendirebilen Soner. Saat 18.00’de, sadece kadınlar için gösterim yapmak üzere hazırlıklara başladık. Hazırlanacak çok bir şey değil zaten. Son kontrollerden sonra ekibe, “Bizim eve gidelim de anamı göreyim. Hem de biraz dolaşmış oluruz.” dedim.
Evdeydi anam. Kışı hiç sevmez. Pek çok malum nedenden. Onun ise en baş nedeni, tarlalar su, göl, batak olduğundan çıkamaz bir yere, gidemez bağa bahçeye, ona bozulur. Daha bir sıklılır. Sokak kedilerine, köpeklerine çatar, hızını alamazsa tavan arasının sakini, birkaç fındık faresi ailesine savaş açar, öylelikle gün geçirir, bahara ermeye çalışır. Ana gözünde evladı hep gurbette, hep açtır. Kapıdan girer girmez, “Sofra kurayım, sunu kaynatayım, onu yiyin, bunu yiyin,” telaşı. Tavanı alçak yer odasında maşinga abartmadan, rahatsızlık vermeden tatlı tatlı yanıyor. Üzerinde bir güğüm, içindeki su vızıldıyor arıymış gibi. Özetle; “Asayiş berkemal!”
Öğlen ezanından sonra duyuru yapılmış. Sokakta rastladığımıza da söyledik. Köy küçük zaten. Biz kahveye gidene kadar ulaşması gereken yere ulaşmış olur haber. Zamanı yaklaşınca kahvedeki erkekler başka kahveye gitti. Kadınlar yavaş yavaş gelmeye başladı. Genci yaşlısı, çoluk çocuk geldi. Bir sandalye aldı. Geçti ekranın karşısına.
Bu yoğun ilgi ve katılım çok sevindirdi yapım ekibini. Bu kadarını düşünmedikleri yüzlerinden belliydi. Belgesel izlendi. Uzun uzun alkışlandı. Sıcak, samimi bir sohbet ortamında, bazı otlar, bitkiler hakkında sorular soruldu. Daha sonra boşalan sandalyelere oturan erkekler izledi.
Berzahın soluna, Bandırma yönüne dönerken sulu kar atıştırmaya başlamıştı. Eve girdiğimde hoş bir yorgunluk vardı üzerimde. Mutluluk verici, doyum verici bir haz. İnsanların farklı, öğretici, onları bir araya getiren bir ortamda oluşlarına vesile olmuştuk. Bunu bir “menfaat” için yapmamıştık. İyi bir şey yapmıştık bana göre. Bundandı bu hisler.
İyi şeyler insana iyi gelir. İnsan da insana iyi gelir.
Dilimin döndüğünce bu kadardı o gün yaşadıklarımız.
Selametle.
-
Kitabınızdan siz mi söz etmediniz, ben mi atladım?
-
Kitapla ilgili birkaç yerde notlar paylaşmıştım. Mücahit de bu konuda bir şeyler yazdı galiba.
Bugün buluştuk. Kitapçılardaki kitapları topladı. İmzaladım hepsini.
-
Kitapla ilgili birkaç yerde notlar paylaşmıştım. Mücahit de bu konuda bir şeyler yazdı galiba.
Bugün buluştuk. Kitapçılardaki kitapları topladı. İmzaladım hepsini.
Biliyorum, geliyor. Sağolun.