Heyamola Hey
Bahriye Mektebi => Astronomi => Konuyu başlatan: Mücahit Karabaş - 07 Eylül 2018, 22:09:12
-
Evren, hepimizin merak ettiği sırlarla dolu bir kavramlar bütünü... Çıplak gözle ya da optik araçlarla keşfetmeye çalışıyoruz. Okuduklarımızla hayal gücümüzü birleştirip bir yerlere varmaya çalışıyoruz. Zaman zaman düşünürken aklımız duracak gibi oluyor, kafamız karışıyor. Bazen kestirip atıyoruz ve kendi küçük dünyamıza kaçıyoruz.
Bilimin dili olan İngilizcede Evren, iki farklı sözcükle ifade ediliyor. Cosmos ve Universe. Bu farklılık benim her zaman çok ilgimi çekmiştir. Hala da tam olarak anlamış mıyım şüphe ederim. Anadilim İngilizce olmadığı gibi, burada İngilizcesi benden çok daha iyi olan Reislerimizin huzurunda bir hata yapmak istemem. O nedenle hoşgörünüze sığınıyorum. Doğan Hocamın da olduğu bir yerde bu konulara girmek riskli tabi. Hatalı bir bilgi varsa kendisi düzeltecektir.
Ansiklopedilere göre Cosmos, Yunanca kökenli ve düzenlemek /süslemek sözcüğünden geliyor. İlk defa Matematikçi Pisagor kullanmış. Var olan hemen her şeyin belli bir düzende olması ile ilgili. Tersi ise, Kaos demek. Kozmos sözcüğü hayranı olduğum Alexander Von Humboldt tarafından 19. yy’da tekrar literatüre kazandırılıncaya kadar uzun süren bir uykuya dalmış. Universe kelimesi, daha derin anlamlı latince tüm-dünya sözcüğünden türemiş. İlk defa Cicero kullanmış. Her ikisi de anlam olarak aynı gibi duran ama kavram olarak farklı olan iki kelimeler.
Universe, bizim gözlemleyebildiğimiz evreni ifade ediyor. Gözlemleyebildiğimiz tüm gök cisimleri, galaksiler, Uzay- Zaman ve hesaplanabilen enerjinin tamamını içeriyor. Cosmos ise büyük patlamadan günümüze dek meydana gelmiş, şu an gözlemleyemediğimizin de ötesinde genişleyen, gidişatını bir yerden sonra bilmediğimiz, hesaplamaya çalıştığımız, hesaplayamadığımız kısmı ile ilgili teoriler ürettiğimiz daha geniş, sınırsız bir büyüklük. Bilimsel kozmoloji bütün sırların peşinde olan bir dedektif. Ama kozmoloji denilince bilimden önce dinsel kozmoloji duruma el atmış. Kutsal kitaplarda ve mitolojilerde Kainatın ve Dünyanın oluşumuyla ilgili bölümlerde evrenin hikayesi de açıklanmaya çalışılmış. Belki kıyamet teorileri de öyle…
Astronomi kelimesi yıldız kelimesinden türemiş ve gök bilimi demek. Gözlemlenebilir tüm evrenle, yani Universe ile daha çok ilgili…
Kozmoloji, kökenindeki düzen kelimesinden yola çıkarak Universe de dahil olmak üzere, yine Uzay ve Zamanda her türlü makro ve mikro ölçekli olayı araştırıyor. Kozmoloji, kara cisimler, solucan Delikleri, karanlık madde, uzayda ve zamanda bükülmeler gibi pek çok konuyu açıklamaya çalışan, komodorluğunu fizik biliminin yaptığı sınırsız düzenliliği araştıran bu bilimler filosu olmuş.
ABD’li bilim insanı Fizikçi Brian Green’in yazdığı müthiş bir kitabı tavsiye ederek bitirmek istiyorum. Orijinal adı “ The Fabric of the Cosmos” olan “Evrenin Dokusu” kitabı, hem fizik bilimini, hem universi, hem de cosmosu daha iyi anlayacağınız çok basit anlatımı olan harika bir kitap. Şimdiye kadar okuduğunuz veya duyduğunuz belki çoğunu anlamadığınız pek çok terimi ve kavramı o kadar sade anlatıyor ki, alt yapınız sayısal konulara dayalı olmasa bile sindire sindire okuyup pek çok konu hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Kitap Tübitak yayınları tarafından ülkemizde de basıldı. 569 sayfa. Bu kitabı beğenirseniz yazarın ilk kitabı Evrenin Zerafeti kitabını daha iyi anlayarak okursunuz. O kitap, daha çok M kuramı da denilen sicim teorisi üzerine kurulu. Ama Evrenin Dokusunda Newton’dan Einstein’a müthiş konular var. Yazımı kitaptan bir bölümle bitirmek istiyorum.
Viyana'da Beethoven, Brahms, Schubert ve Strauss'un mezarlarının bulunduğu Zentralfriedhof'taki bir mezar taşına, entropi olarak bilinen güçlü bir kavramı ifade eden,
S=k log W
yazan tek bir denklem yazılmıştır. Bu mezarda yatan kişi, geçen yüzyılın başlarında yaşayan ve gelmiş geçmiş en önsezili fizikçileri arasında yar alan Ludwig Boltzmann'dır.
1906 yılında karısı ve kızıyla İtalya'da tatil yaparken sağlığı bozulan ve depresyona giren Boltzmann intihar etmiştir. İronik bir şekilde, yalnızca birkaç ay sonra deneyler, Boltzmann'ın yaşam boyu kararlılıkla savunduğu fikirlerin doğru olduğunu göstermeye başlamıştır.
(https://i.hizliresim.com/AzM3nr.jpg)
(https://i.hizliresim.com/5ylYLl.jpg)
-
Bir de ‘alem’ var. Burada dursun

Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Elinize sağlık Mücahit Reisim. Çeşitli zamanlarda sırf meraktan kozmoloji çalışan hocaların seminerlerini ve derslerini dinlemişliğim var, ne çalışıyorlar, nasıl metodları var diye görmek için.
Elde kağıt kalem genel görelilik denklemleri çözüp kainatın "metriğini" çözmeye çalışıyorlar. Kitabın başlığı çok güzel, sanki bir kumaş, bu kumaşın gerilmiş veya büzülmüşlüğünü, "dokusunu", vs...
Onların dilinde kozmos daha spesifik bir anlam kazanmış sanki, fabric aynı zamanda kozmosu ifade ediyor. Ben Türkçede evrene bir türlü alışamadım kainat diyorum hep. Oktay Sinanoğlu'nun üniversite için önerdiği "evrenkent" gibi gariplikler kulağımı tırmaladı belki zamanında :)
-
Mücahit reis, universe ile cosmos arasındaki fark bildiğim kadarıyla şöyle. Universe dilimize evren diye çevrilmiş , uzaydaki var olan boşluk dahil her şeye işaret etmekte. Cosmos dilimize kozmos diye çevrilmiş, uzaydaki var olan boşluk dahil her şeye işaret etmekle birlikte asıl vurguladığı şey onların arasındaki mükemmel uyum. Uyum tarih boyunca farklı kurgulanmış olabilir ama vurgu mükemmel uyum. Bu mükemmel uyum zamanla hrıstiyan skolastiğinde evrilip günümüzde protestan hrıstiyanlığın baskın hali ile birlikte tüm yaratılmışları etkileyen bir anlama yorumlanmış.
Bizdeki eskiden beri kullanıla gelen iki kavram hocamın da bahsettiği Kainat ve not düştüğüm Alem. Kainat ile Universe görece benzer anlamda. Yani, uzaydaki boşluk dahil yaratılmış şeylerin tamamına işaret etmekte. Alem ise olayın bir başka boyutuna işaret etmekte. Yanlış bilmiyorsam Alem ile Alim ve İlim aynı kökten gelme. Yazılışı farklı ama günümüz alfabe ve telafuzu aynı olan bir marka ya da şeyin işareti alem farklı. Mesela Koç firmasının sembolü de alem ama benim kastım olan Alem değil. Konuya dönersek, Alem kavramı yaratılmışların tamamına işaret etmekte. Öncelediği anlam ise bildiğimiz ya da bilmediğimiz bütün yaratılmışlar. Yaratılmışlardan haberdar olduklarımız Malum. Bu bağlamda Malum ifadesinin İngilizce karşılığına en uygun DATAyı gösterebiliriz. Yani haberdar olduklarımızın tamamı Malum ve bu Malum henüz sınıflandırılmamış halde. Çeşitli soru zarfları ile sınıflandırarak onları sırasıyla Malumat-Information ve Bilgi-Knowledge haline dönüştürüyoruz. Karar verme süreci ile de Bilgelik-Wisdom şekline dönüşmekte.
Kainat işin somut kısmına işaret ederken Alem işin idrak ile ilgili kısmına işaret etmekte.
Hrıstiyan bilim tarihinde Galileo veya Da Vinci mutlaka anlatılır hatta o vakalardan ben okurken bizde de bahsedilirdi, hala okul müfredatlarında var mı bilmem . Ama karşılaştırmalı hrıstiyan skolastiği ile islami kelamın üzerinde durmadan doğrudan o olaylardan bahsetmek bizim gibi aynı tarihsel anlayışa sahip olmayan ülkelerde o vakaların yanlış yorumlanmasına hatta tam tersi sonuçlar doğurma tehlikeleri var. devamlı şekilde İngilizce ve Türkçe arasında tercüme yapmak durumunda kaldığım için dikkat çektiğim tehlike ve yanlış yorumlara kendim hep şahit oluyorum.
Örnek vermem gerekirse hrıstiyan skolastiği içinde evrilmiş olan kozmos, ilahi uyum düzen kurallar bütünü ile yeryüzü kıyaslandığında yeryüzü kargaşanın ve kuralsızlığın nihai olarak da akıl dışılığın hakim olduğu yer olarak yorumlanmış. Yeryüzünde insanın düzenlenmediği yaşam bizde yabani hayat İngilizcede ise wild life . Şimdi aynı dünya görüşüne sahip batılı wild life deyince kast ettiği şeyin içerisinde kuralsızlık ve akıldışılık vardır. Bizim tarihimizde yaban yaşamı kuralsız ya da akılsız diye algılanmaz.
Wild kelimesini başka ifadelerde kullanalım.
Wild life: yabani yaşam
Wildest night club: en çılgı gece kulübü
Not in your wildest dreams: en akla hayale sığmayan hayalinde bile olmaz
Wild guess: her hangi bir mantığa dayanmadan yapılan tahmin. Biz buna işkembeden sallamak diyebiliriz.
Farkındaysanız anlamların tamamında kuralsızlık ve akıl dışılık var. Bizim iklimimizde yetişen birisi yaban hayatını bu şekilde kuralsız diye algılamaz.
Şimdi bunu batı gözlüğüden yeniden inceleyelim. Hrıstiyan skolastiği ile yeryüzünü kuralsız diye dayatan kilise Newton’un fark ettiği yer çekimi kanunlarıyla kökten sarsıldı. Çünkü kiliseye göre yeryüzünde kural yok kaos içinde ve kilise kendisine verilen yetki ile yeryüzünde kural icat ediyordu. Yeryüzün mundar olması bu kuralsızlığından idi. Yeryüzü şeytanın yani kaosun hakimiyetinde idi. Bu dayatmaları Newton yırttı attı yer çekimi kanunun varlığını isbat ederek. Da Vinci akıl dışı denen yaban hayatındaki canlıları taklit ederek tasarımlar yaptı. Bu kilise için affedilmez bir küfürdü ama ünü daha önce büyüdüğü için dokunmadılar. Yaban hayatından aldığı ilham ile tasarımlar yaptığı için Da Vinci batı mühendisliğinin temellerini attı. Da Vinci’nin bu kadar üzerinde durulmasının asıl sebebi bu. Yaban hayatının akıl dışı olmadığını aksine çok büyük tasarımlar olduğunu ve insanın çözmekte zorlandığı problemlerin yanıtını yaban hayatında bulabileceğini kendi yaptığı tasarımlar ile isbat etti.
Kozmostan nereye geldik
ama eşya zıddı ile vardır der atalar. Kozmosu anlamak için kaosu da bilmek lazım
.
Gecenin bir vakti, cep telefonu ekranı ve klavyesi. Cümle düşüklüğü ve imla hataları için şimdiden affımı dilerim.
-
Konu aklımda iken devam edeyim. Yazıma bütün dünyayı etkileyen diye başlamışım ama niçin etkilediğini anlatabilmek için öncekileri yazmam gerekiyordu. Ne demiştik, hrıstiyan skolastiğinde yeryüzü kuralsızdır ve kuralları yetkilendirilmiş insanlar koyar.
Şimdi batı ikliminde yetişmiş bir bilim insanı domatesin tohumunun akıl dışı olduğunu baştan kabul etmiştir. Onu kendisine verilen yetki ile değiştirme hakkını kendi elinde görür. Mesala kimyagerdir, genetik mühendisidir gider kimya bilgisini kullanarak domatesin genetik yapısını değiştirip kendi verdiği tohumdan üremeyen katır benzeri domates tohumu ürettirken bundan ahlaki bir kaygı duymaz. Bilakis öyle bir şey yapmaya yetkili kabul eder kendisini. Bizim iklimde yetişen birisinin aklına bile gelmez ksır tohum veren domates üretmek. Bizde domates ıslah edilir . Islah edilirken onun yaratılış özelliklerine dokunulmaz.
Mesela Daniel Defoe’nin yazdığı Robinson Kruzo adlı romanda Robinson adada rastladığı yerliye adın ne diye sormaz, ona kendisine verilen yetki ile Friday adını verir , bizim dilimizde cuma günü olan günde o yerliye rastladığından dolayı. Kendi adı Robinson’dur . Yerli bunu kabul eder. Yerlinin adı da Friday’dır. Romana göre yerli onu da kabul eder. Robinsonun doğduğu iklimde bu onun doğal hakkıdır. Bu ne ki diye küçümsemeyelim, 90’larda Bulgaristan’da Bulgar devleti orada adı Hasan olana Hristos , Zeynep olana Zelenka demek istediği ve bunu kanunen kabul ettirmeye çalıştığı için koptu onca fırtına. Hasan ve Zeynep bu uygulamaya itiraz ettiği için toplama kamplarında çile çekti. Sonra neleri var neleri yok küçük bir arabaya sığdırıp Türkiye’ye hicret ettiler. Yaşı 40’ın üstünde olanlar çok net hatırlar. Domatesin tohumu ile Hasanın Hristoslaştırılması wild kavramı ile kendine zemin bulur: Onlara kural konmalı
çünkü içinde oldukları hal ile kuralsız ve akıl dışılar.
Siz şimdi bu genetiği oynanmış ya da hidrojenize yağlar ile yapılmış yiyeceklerin bütün dünyayı etkilemediğini söyleyebilir misiniz? Ben söyleyemem...
cümle düşüklükleri ve imla hataları af ola.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Kilisenin iddialarını bildikten batı da niye kilise ile bilim arasında çekişme olduğu her filmde mutlaka bahsedilir daha anlaşılır olacaktır. Wild bu anlamı ile kapitalizmin işine yaradığı için bilim dışı anlamı aynen korunmakta. Çünkü doğada var olanı ya bedava ya da üzerinde üretim tekeli kurulamayacak durumda. O yüzden bütün devletlere genetiği oynanmış tohumları dayatıyorlar. Uyuşturucu tüccarları gibi ilk bir kaç mal beleş. Daha sonrası parayla. Bedavaya aldığın tohum çok kısa sürede doğal olanı yok ediyor. Daha sonra ömür boyu patent kanunları ile tekel haline gelmiş firmalardan tohum almak zorunda kalıyorsun. Doğalı ise hem insan sağlığına faydalı hem de kendi tohumlarında üretebiliyorsun.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
...Doğalı ise hem insan sağlığına faydalı hem de kendi tohumlarında üretebiliyorsun.
Bu formülü hemen hemen her yerde görebilirsiniz. Batı medeniyeti için wild kavramı çok önemli. Biz onlardaki anlamını eksik bildiğimiz için niye böyle davranıyorlar anlam veremiyoruz bile.
Her sene derste bir çok komik malzeme çıkar bana.
wild life photographer , yanlış tercüme ile vahşi yaşam fotoğrafçısı: öğrencilere sorduğumda bu fotoğrafçı nelerin fotoğrafını çeker diye aldığım yanıtlar hep beylikdir: aslan, kaplan, yılan falan. Serçenin fotoğrafını kim çeker diye sorduğumda büyük çoğunluk gözüne karanlıkta ışık tutulmuş tavşan refleksi gösterir. Kurtulan az sayıdaki öğrenciye yabandaki bitkilerin resmini kim çeker dediğimde tamamen iptal olurlar. Bizim bu tarafta wild kelimesini bırakın tahlil edip yorumlamayı nedendir bilinmez anlamı bile yanlış tercüme edilmekte günümüzde. Wild vahşi olarak algılanmakta ki bu doğru bir tercüme değil. Burada kullanılan vahşi ingilizcede predator demek , insan için kullanılanı savage: yırtıcı, haksız gerekçelerle kan dökücü demek.
Çocukken , daha siyah beyaz tv zamanlarında yayın akşam 5 ten sonra başlar gece yarısı da biterdi. Açılış ve kapanışta bayrak istiklal marşı eşliğinde göndere çekilir ve indirilirdi. O dönemde Kozmos adlı belgesel ilk kez yayınlanmış ve hatırladığım kadarıyla baya beğeni de almıştı. Lise yıllarımın sonunda kitabını okudum . Carl Sagan kaleme aldığı bir kitap. Şimdilerde yeni baskısı satılmakta. Orada Antik Yunan ve Roma döneminden ortaçağa ve günümüze bilim tarihi son derece akıcı bir dille anlatılmış. Uygarlığın çıkış ve iniş aşamalarını görüp fikir alınabilecek bir kitap. Orada kölelik ve Asillik arasındaki farkı okuyup bu farkın bilim üzerindeki etkisine şaşırmıştım. Mücahit beyin tavsiyesi kadar güncel bir kitap değil ama gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim Sagan’ın kitabını.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Kilisenin iddialarını bildikten batı da niye kilise ile bilim arasında çekişme olduğu her filmde mutlaka bahsedilir daha anlaşılır olacaktır. Wild bu anlamı ile kapitalizmin işine yaradığı için bilim dışı anlamı aynen korunmakta. Çünkü doğada var olanı ya bedava ya da üzerinde üretim tekeli kurulamayacak durumda. O yüzden bütün devletlere genetiği oynanmış tohumları dayatıyorlar. Uyuşturucu tüccarları gibi ilk bir kaç mal beleş. Daha sonrası parayla. Bedavaya aldığın tohum çok kısa sürede doğal olanı yok ediyor. Daha sonra ömür boyu patent kanunları ile tekel haline gelmiş firmalardan tohum almak zorunda kalıyorsun. Doğalı ise hem insan sağlığına faydalı hem de kendi tohumlarında üretebiliyorsun.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
Bu iş ilk çıktığında Amerikan çiftçilerinin çok hoşuna gitmiş. Ürünün yüzde bilmem kaçını tohumluk ayıracağına, git bakkaldan bütün tarlaya yetecek tohumu şu kadarcık dolara al. Tohumluğa ayıracağın ürünü de sat. Sonra bakmışlar kazın ayağı öyle değil. Mısır mesela, şahane görünümlü ama mısır kendi bildikleri mısır değil. Zamanla tohum fiyatları artmış. Bildikleri çiftçiliği de yapamaz hale gelmişler. Adana ağzıyla diyelim, çok çabuk ayıkmışlar. Ayaklanmışlar. Amerikanın önemli eyaletlerinde devasa gösteriler düzenlemişler. Bu gösterilerde ölen çiftçiler de olmuş. Nihayetinde Amerikan Tarım Bakanlığı bu tohumların piyasadan çekilmesini yalnızca laboratuvar çalışması olarak kalacağını taahhüt etmiş. Olaylar durulmuş.
Bu şirketler laboratuvarlara çekilmişler. Büyük tarım arazilerinin ortasındaki binalardaki laboratuvarlara. Ama her nasılsa pencereler hep açık kalmış. Bu yapay tohumlar toprağa uçuşmuş ve kendilerini üreten şirketler adına toprağı ele geçirmiş.
İş kültürel kodda mı yoksa sistem sorunu mu, düşünmek, belki burada değil ama hayli laflamak lazım.
Robinson_ Friday çelişkisine gelince, mesela bu topraklarda yüzlerce yıl Rumlara Ermenilerle yaşamışız. O ya da bu nedenle büyük kısmı buralardan gitmiş. Yunana gittiğinizde Türkçe bilen bir sürü insanla karşılaşırsınız, Ermenistanda da Türkçe bilen Ermeni'yle. İlaç diye arasanız, Ermenice bilen (Yaşlılar dahil) bir elin parmağı kadardır.(Roma'da da böyleymiş, İngiliz İmparatorluğunda da) . Yani demem o ki, mesele yine kültürel kodda değil, mesele iktidar sorunu.
Niye size yanıt verdim Nuri Reis, masa başında edeceğimiz kavgaya zemin olsun diye :) Görüşmek üzere. Sevgi ve saygı.
-
WBF da ilginç bir tartılma sürüyor. Yelkenciliğin antik çağlardan kalma bir öğreti olduğu ve bu süreçte gelişen denizcilik dilinin terk edildiğine ve bunun doğurduğu olumsuz sonuçlar ile ilgili.
Ben de Akdeniz denizcilik dilinden örnekler verip, bu dilin neden kullanılması gerektiği ile ilgili bir yorum yazmıştım.
Denizcilik dili olarak admandırabileceğimiz bu dilin gelişmesindeki en önemli nedenlerden biri Akdeniz de seyir yapan gemilerdeki tayfaların farklı milletlerden olması idi. Oysa basit ve emirlerden oluşan bir denizcilik dili ile farklı ana dili konuşan denizciler rahatlıkla komuta edilebilmekte idi.
Bir diğer en önemli özellik ise bu dilin son derece anlaşılır olması . İskele ve sancak sözcüklerindeki gibi. Günlük dilde sağ ya da sol denmiyor da iskele ya da sancak denmiş. Neden?
askerde de özellikle panik halde sağını ve solunu karıştıranları herkes görmüştür her halde.
İşte bu denizcilik dilinde bu daha basit. İskele tarafı dediğinizde kimse karıştırmaz ya da sancaktaki halatı al diye bir komut verdiğinizde.
Yani dilin basit ve anlaşılabilir olması öyle önemli ki. Üstelik Türkçe yaşamın içindeki değişikliklere yeni sözcükler (kelime demedim özellikle ) üretmek açısından öyle uygun ki.
Yabancı sözcüklerin Türkçeleştirilmesi yani dilin bağımsızlığı da ülke bağımsızlığı kadar önemli. Aslında bunu sadece bir kurumun değil, tüm kesimlerin üzerinde titizlikle durması ve öneriler getirmesi gerekir.
Elbette yeni üretilen sözcükler "garip" gelebilir. Kimileri de benimsenmeyebilir. Bu son derece doğal. Ancak bu "garip" sözcükler bu çabanın önemini azaltmamalı.
Bana da şimdi uçak yerine zamanında teyyare denmesi çok komik geliyor örneğin. (mesela da diyebilirdim )
Gelişen ve değişen dünyadaki yeni kavramlara Türkçe kavramlar bulmak son derece ivedi ve önemli.
O yüzden Oktay Sinanoğlu gibi bu amaçla sözcük geliştirmeye ve bu konuya dikkat çekmeye çalışan yaptığı değerli çalışmalar ile bu ülkenin yüzakı aydın bilim adamlarının saygı ve rahmet ile anıyorum.
Tüm ulusların geçmişinde iyi yöneticiler olduğu gibi kötüleri de var. " Kilise " olarak tarif edilen Vatikan 'ı gezerken biz Türklere karşı başarı elde eden önceki papalardan nasıl övgü ile bahsedildiğini görünce şaşırmıştım. Nuri reisin yazdıklarına kısmen katılıyorum.
Kilise ile ilgili en sevdiğim hikaye Martin Luther King 'in cehennemi kiliseden satın alması ile ilgili hikayedir. Kilisenin cenneti parsel parsel sattığı yıllarda King, cehennemi satın almak ister. Kilise şaşırır ancak satış satıştır. Cehennemi King 'e satarlar. Cehennemin artık sahibi olan ve tapusu da elinde bulunan King, Cehennemin sahibi olarak artık buraya kimseyi almayacağını ilan eder :))
Ancak batıda yaşanan reform ve rönensans sayesinde bağnaz düşüncenin terk edilmesi ile birlikte beğenelim ya da beğenmeyelim adamların geldikleri yer ortada.
Bu arada Da Vinci bir rönesans dönemi sanatçısı ve bilim insanı . Yani O kilise ile öyle diğerleri gibi pek sorun yaşamamıştı.
Batı dünyasında yaşanan bu Reform ve Rönesans 'ın karşılığı Atatürk devrimleridir. Daha batıda kadınlar oy kullanmazken Türk kadını bu devrimler sayesinde oy kullanma hakkını batılı kadınlardan daha önce kazanmıştır.
Tüm Müslüman alemi dikkate alındığında elbette sadece Türkiye'nin bu başarısı son derece cılız kalmıştır. Sudi Arabistan da daha geçen yıl kadınlar araba kullanabilmeye hak kazandılar. Daha da ilginci sinemaya gidebildikleri için seviniyorlar. İran da bildiğim kadarı ile sinema da yok.
Kadını sosyal yaşamdan dışlayan ve bir değersiz bir mal gibi eve kapatan toplumların bugün yaşadıkları ortada.
O dönemlerde Osmanlı imparatorluğunun tebası olan Müslüman Araplar İngilizler ile değil de Osmanlının ve bir Osmanlı paşası olan Mustafa Kemal 'in arkasında dursalardı belkide bu durumda olmazlardı.
Neyse.. Konu nereden nerelere geldi.
Hep özel günlerde değil ya , Büyük taarruz gibi askeri bir başarıya imza atan , Askerlik tarihinde o güne dek yapılmış en hızlı askeri harekatın kurgulayıcısı Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını , bu ülkeyi yeniden kurup, bizlere teslim eden tüm fedakar insanları bir kez daha anmış olalım.
-
Bu sözcük türetmede çarpıcı örnek de var;
Ataç, Tayyare için, "Uçka" sözcüğünü önermiş. Halk "Uçka"yı sevmemiş, şak, koymuş yerine "Uçak".
Mesele önermek. Oldu mu bal gibi oluyor. Bu konunun piri, bilgisayarcılardı bir ara. O kadar güzel sözcükler ürettiler ki... bir Allahın kulu "kompütür" demiyor artık.
Ersin'in dediği gibi yeni sözcük üretmeye çalışmak önemli. Ama, yeni sözcük üretmek- dilimizin eşsiz yeteneği içinde- eski sözcükleri çöpe atmak anlamına gelmiyor. Deniz Mili, Bahri Mil. İkisini de kullanalım. Zaten zaman, bir diğerini- belki de ikisini de birden- örseleyecektir, eski Türkçe haline getirecektir. E her eskittiğimizi atmıyoruz. Anısını olan, içinde bize ait bir şey taşıyan eşyalarımızı saklıyoruz. Dil de böyle. Eski sözcükler, içinde bir bilgiyi taşımaya devam ediyor ve o bilginin karşılığı hali hazırda varsa, zaten o ya da bu şekilde yaşamaya devam ediyor. Gündelik dilde kullanılmasa da, felsefede, bilimde sanatta kullanılıyor.
Deniz dili de böyle, artık işinize yaramayan bir şeyin karşılığı olan sözcük önce kilere kalkar, sonra bir bakarsınız oradan da çöpe gitmiş. Zaman her şeyi bulunduğu ana benzetir.
-
Bir diğer en önemli özellik ise bu dilin son derece anlaşılır olması . İskele ve sancak sözcüklerindeki gibi. Günlük dilde sağ ya da sol denmiyor da iskele ya da sancak denmiş. Neden?
askerde de özellikle panik halde sağını ve solunu karıştıranları herkes görmüştür her halde.
İşte bu denizcilik dilinde bu daha basit. İskele tarafı dediğinizde kimse karıştırmaz ya da sancaktaki halatı al diye bir komut verdiğinizde.
Sağını solunu karıştıranlardan dolayı denmemiş, iskele sancak diye. Gemide herkesin duruş şekli farklı bu yüzden geminin pozisyonu önemli. Bir yerler de Tan Kaan yada Cem Abi bu konu da birşeyler paylaşmıştı sanırım. Mustafa Pultar Hocanın Denizin Dili- Denizin Yazısı kitabında bu konu da geniş yer vardı diye hatırlıyorum.
Araya ekleyivereyim dedim, konuyu böldüğüm için özür.
-
İskele sancak denmesinin sebebi basit . Vikingler dümen palalarını sancak kıça koymuşlar. Haliyle iskele tarafından iskeleye yanaşabildikleri için iskele oluyor o taraf .(https://uploads.tapatalk-cdn.com/20180910/99db03cf1e24b9d9275f2f3d46a8f5d4.jpg)
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Nuri Hocam,
Konuya değerli katkılarınız için çok teşekkür ederim. Carl Sagan, bizim neslin idollerinden birisi olan çok önemli bir bilim insanıydı. Çok iyi bir eğitim almış, çok iyi üniversitelerde çalışmış bir astronom. Bilimsel kariyer yapmakla yetinmemiş. Bilimi ve evreni herkesin anlayabileceği bir seviyede anlatmayı görev edinmiş ve çok başarılı olduğu da ortada... Çok onaylamadığım meşhur bir söz vardır, “Anlatabileceklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır.” Carl Sagan da bu söze inanmayıp evreni anlatırken, atalarımızdan günümüze kadar kozmozdan ne anladığımızı, hangi çerçevelerden baktığımızı da anlatarak ufkumuzu sadece iki boyutta değil, günümüzün moda tabiriyle 360 derece genişleterek daha çok şey anlatabildi. Tabi biraz da astrobiyolog yanını kullanarak, kitleleri işin içine çekebilmek için dünya dışı yaşamları da dozunda kullanarak… Ben de herkese tavsiye ederim.
-
Sevgili Ersin,yazdığın bir konuyu düzeltmek istiyorum.
Kiliseden cehennemi satın alan kişi Martin Luther'dir.Hristiyanlıkta Protestan mezhebinin kurucusu.
Martin Luther King ise Amerikalı şiddet karşıtı ve ezilen siyahi Amerikalıların haklarını sonuna kadar savunan bir papazdır.
Bu ikisi genelde karıştırılır, bu yüzden takma sakın :)
-
pu ha ha ha.. Kenan abi teşekkürler.. Sen söyleyince kafama dank etti valla. Neyse ki her ikisi de zamanın ileri görüşlü insanları idi ..
Bu arada Kenan abi Tirilye de yemekte şu denizcilik terimleri sözlüğünü baba sen hediye etmiştin di mi ?
-
Şunu da şuraya bir bilgi notu olarak ilave edivereyim. Cem Gür 'den. :)xx :)xx
http://egeiou.blogspot.com/2016/12/lingua-franca-herkesin-konustugu-ortak.html
-
Martin Luther'in yukarıda anlatılan yanlarına eyvallah. Hatta Kiliseye meydan okurken, müslüman, heretik, üniversite, dinsiz, herkese özgürlük istiyorum demiş. Böyle bir adammış abimiz.
Ama nefret ettiği Papa ile birlikte davranarak Anabaptistleri bir güzel kesmiş. Liderlerinin kesilmiş kafalarını Münster'deki katedralin tepesine koydurduğu kafeslerde sergilemiş. Kafesler 500 yıldır orada.
Papa'dan, Türklerden, Yahudilerden ve Anabaptist'lerden nefretiyle ünlü.
Ona inanan gariban/yoksul Alman köylüleri ayaklanmış. "Madem ki bu kerre mağlubuz, verin ki basak bağıra mührümüzü"----- dememiş, Alman prenslerle anlaşmış, yarı yolda koymuş onları. 130.000 yoksul Alman köylüsü sizlere ömür.
Bunu da bir kenara koyalım. :)
-
Dilin basit ve anlaşılabilir olması dilin emekleme aşamasıdır. O olmazsa zaten insan dili olmaz. Dünyada bütün dillerde eş anlamlı kelimeler zenginlik ifade eder, nüans yükler dile. Herkes kendi dünyasına göre konuşur elbette, benim için dil bu yaşımda artık bir zevk ve kültür meselesidir. Birisi söylemek istediğiniz şeyi sizden iyi söyledi ise fazla uzatmaya gerek yok sözü ona bırakmak lazım.
-
Dilin basit ve anlaşılabilir olması dilin emekleme aşamasıdır. O olmazsa zaten insan dili olmaz. Dünyada bütün dillerde eş anlamlı kelimeler zenginlik ifade eder, nüans yükler dile. Herkes kendi dünyasına göre konuşur elbette, benim için dil bu yaşımda artık bir zevk ve kültür meselesidir. Birisi söylemek istediğiniz şeyi sizden iyi söyledi ise fazla uzatmaya gerek yok sözü ona bırakmak lazım.
Güzelmiş 
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Carl Sagan hakkında güzel şeyler yazılmış. Az buçuk popüler bilim yazarlığına bulaşmış biri olarak eksik kalmaması adına belki söylenmesi gereken şey bugünkü popüler bilim yazarlarının tamamını toplasanız (krauss, dawkins, dennett, tyson, cox, kaku, vs... uzatabilirsiniz) ne kalite açısından, ne ulaşabildikleri kişi açısından ne de tesirleri açısından sagan'a erişemezler. Hakikaten yaptığı işi çok düzgün yapan çok özel bir adamdı...
-
Doğan reis yazılabilecek çok şey var da yeri olmadığından gerek yok.
Ancak şunu söylemek gerekir ki basitlik ve anlaşılabilirlik bence bir dilin emekleme aşaması değil, olsa olsa ancak ulaşılmak istenen en yüksek hedefi olabilir.
Basit olmak çok zordur . Bunu sade ve yalın olmak ile eş anlamlı olarak kullanıyorum.
-
Doğan reis yazılabilecek çok şey var da yeri olmadığından gerek yok.
Ancak şunu söylemek gerekir ki basitlik ve anlaşılabilirlik bence bir dilin emekleme aşaması değil, olsa olsa ancak ulaşılmak istenen en yüksek hedefi olabilir.
Basit olmak çok zordur . Bunu sade ve yalın olmak ile eş anlamlı olarak kullanıyorum.
Doğan reisin bahsettiği basitliği ben şöyle algıladım. Çocuk açlık duygusunu bildirmek için ilk önce sadece ağlar. Hatta bütün lisanı sadece ağlamaktan oluşur. Ağlamanın tonlarıyla ihtiyaçlarını bildirir. Kakasını da , açlığınıda. Sonra açlığına “mama” der. Bir zaman sonra mamanın yanına bu-su ekler. Mama da su da zaten vardır çocuk kendisi icat etmez. Çocuk ikisinin farklı olduğunu idrak eder. Sonra mama , çorba olur, salata , beyti kebap olur. Hepsi mamanın yaptığı işi yapar yani açlığını doyurur ama beyti çorba değildir. Çorba salata değildir . Basit olan ağlamaktır. Senin kastın da bu değil ama basit kelimesine farklı şekilde yorumlayınca ortaya iletişim eksikliği çıkıyor.
Videoda da bunun üstünde durulmakta. Güncel kavram olan stresin detaylarına girilmiş. Aynı konuya ben de üzüntünün tonları başlığı ile değinmiştim. Gam da, hicran da üzüntüdür. Gam hicran değildir , hicran da gam değildir. Olaya basit şekilde bakan için fark etmez
hepsi stresdir. Hatta stres yapar. Streslenmez bile.
Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
-
Nuri reis bu son yorum hoşuma gitti. Teknik. Üzerinde tartışılabilir. Doğan hoca sadece basit demiyor. "Basit ve anlaşılabilir " diyor.
Ben bir konu tartışılırken herhangi bir ideoloji açısından bakıldığında gerçek bir tartışma yapılamayacağını düşünürüm. elbette ki buna ideolojinin kendisinin tartışılması dahil değil.
Dilde sadeleşme de ne yazık ki bu ideolojik bakış nedeni ile doğru tartışılamayan konuların başında geliyor.
Doğan hoca, dil de eş anlamlı kelimeler zenginlik ifade eder diye yazmış. Kendi tabiri ile nüansı kaçırmış.
Videoda sayılan Gam, kasvet , keder gibi sözcükler eş anlamlı değiller. Hepsi farklı bir duyguyu anlatan farklı sözcükler. Zenginlik burada.
Bilimsel açıdan bakıldığında kimse dile zenginlik katan , artık kitlelerce benimsenmiş sözcüklerin değiştirilmesini düşünmüyor.
Konuşmacı da stres kelimesi yerine (sözcük demedim bakın bu sefer ) dilimizde yabancı kökenli de olsa yerleşmiş , kabul görmüş , bu dili kullanan insanların duygularını yansıtan sözcükleri kullanmayı öneriyor.
Doğru mu doğru. Tam da bu sırada diğer bir konuşmacı Hayati bey 'in isminden dem vurup, "ne yani Hayati bey'e yaşamsal bey mi diyeceğiz ? diyor.
Kim Hayati beyin ismini farklı söylemeye çalışıyor ki. ? Hayati sözcüğü bugün de kullanılıyor. Yaşamsal da .
Üstelik stres sözcüğünün karşılığı Türkçe de var. Üstelik kullanılıyor . Gergin olmak.
Stres ya da Türkçe karşılıği ıle gergin olmak şimdi yaşadığımız zamanın bir duygusu. Konuşmacının saydığı , insanın farklı hüzünlü duygularını tarifleyen kelimeler ile birlikte bir de gergin olmak eklense ne olur ? dil daha da zenginleşmez mi.?
Gerek sosyolojik gerekse teknolojik gelişmeler ne yazık ki çoğunlukla ülkemiz dışında ortaya çıkıyor ya da üretiliyor. Her durumda bu yeni olguların karşılığı Türkçe sözcükleri bulmak gerekiyor.
ancak ideolojik yaklaşımlar her iki aşırı uçta da dilimizin zenginleşmesine hizmet etmiyor.
Bir dönem Tıp ve hukukta kullanılan mesleki sözcüklerin de Türkçeleştirilmesi çok tartışılırdı. Ciddi de taraftarı vardı. Bir o kadar da karşıtı.
İki doktorun sizin ile ilgili bir hastalığı değerlendirirken konuşmasını bir dinleyin. Düşünebiliyormusunuz öyle bir dil ki doktor size anlatırken bile ne demek istediğini anlamıyorsunuz.
Keza Hukuk dili. Avukatların konuşmasını anlayanlar beri gelsinler. Şimdi bu meslekten olanlar mutlaka yabancı kaynak, dünyadaki meslektaşları ile aynı dilden konuşma v.b. gerekçeler ile karşı çıkabilirler. Haklılık payları da var.
Ancak unutmayın ki ana dilinizde konuşamadığınız bir alanda hiç bir gelişme kaydedemezsiniz.
Basitliğe gelince , bakın ben basitlikten ne anladığımı aşağıdaki bir kaç türkü sözü ile anlatıvereyim.
Minareden at beni
Git aşağıda tut beni.
Sevgili kaprisi gibi anlatması , tariflemesi bu derece zor bir kavramı bu kadar basit ve anlaşılabilir bir şekilde ifade edebiliyor olmak da " sanat " oluyor işte.
Aynı ;
"Uzun ince bir yoldayım,
gidiyorum gündüz gece "
Hayat gibi ifade edilebilmesi zor kavramları böyle basitçe anlatabilmek bir " sanat " gerektiriyor işte.
Ya divan edebiyatı? Onu da dışlamak mümkünmüdür. ? Bunlar birbiri ile kıyaslamaya çalışmak Elma ile armutu kıyaslamak gibi.
Ancak , ben hep, divan edebiyatına gönül verenlerin cümle aralarında ya da tavırlarında bu basitliği hep küçümsediklerini hissederim biraz.
Bilmem yanılıyormuyum ?
-
Dili severim ama dilci değilim. O nedenle söylediğim her şey yanlış olabilir.
Eski Halk deyişlerinde varsıl-yoksul denir değil mi?
Şimdi ne diyoruz, Fakir-Zengin. Halk da Fakir diyemiyor zaten "faakir" diyor. Gerçi yarın da diyemeyiz biz. Yaarın deriz.
Hangisini yeğleyeceğiz? Benim kullandığım; Yoksul-Varsıl.
Fakir ve zengin diyen Türkçe kullanmıyor mu? Ne münasebet. Ben doğal sürece bırakıldığında her şeyin yerli yerine oturcağını düşünenlerdenim. Şu ki; muhakkak yeni sözcükler türetilmeli ve bunların sahici anlamda kökleri olmalı.
Avukat dilinden örnek vereyim.
Gabin, derdik biz. Yeni Borçlar Kanunu(2011), Aşırı Yararlanma olarak tanımladı bunu. Olmuyor. Tek başına, yerleşmiş bir "kavram" yerine bir durumu anlatıyor " Aşırı Yararlanma". Evet, herkes anlıyor ama bir kavram değil. Oysa bilim-araştırma inceleme kavramlarla yapılır. Kavramın açıklanmasını anlaşılır şekilde dile getirmek başka şey, sözcüğü kavram olmaktan çıkarmak başka şey. Ancak öylece soyutlar, düşünebilirsiniz. Böyle kavramlarla düşününce de mesela, otoparkta çizginin üzerine park etmezsiniz. Tabela okumak/anlamak gibi bir yeteneğiniz olur.
Tabii düşünmenin kıstası sırf bu değil ama önemli bir parçası. Denizcilik dilinde de daha önce verdiğim örnekte olduğu gibi, "aganta" güzel bir örnek. Hem kıpırdama, hem dur, hem böyle kal, hem sakın elindeki gevşetme veya sıkma... Aganta işte.
Bir durumu başka her şeyden soyutlayan ve tek başına bir şeyi tarifleyen anlam yüküdür "kavram".
Neyse, başka zaman uzun uzun düşüncelerimi anlatırım, lafı gelirse, bir masada.
-
Çok daha iyi bir örnek; Arabulucu. Bari "Resmi Arabulucu" deyin. Ne o "arabulucu". Bizim memlekette Arabulucu ezelden belli. Aile büyükleri, iş arkadaşları, ortak dostlar filan. Arasını yapmaktan geliyor ama bu gelin/damat bulmaya kadar geniş bir alanda kullanılıyor. İş mi yaptılar şimdi? Üstelik eğer bu sözcük yerleşirse, günlük dildeki anlamını yitirecek.
Çünkü arabulucu, aynı zamanda birine haksız olduğunu da söyleyen kişiyi tanımlar bizde. Ama hukukta bu işi yapacak kişiden, tam yansız olması, bir diğerine haklı ya da haksız dememesi isteniyor. Böyle sözcük üretilmez bana kalırsa.
Neyse, dedim ya başka zaman.
-
"Dil yaşayan bir organizma" denir.
Sürekli değişir, zaman zaman şartlara bağlı olarak "genleşir" zaman zaman "daralır". Günlük derdini, duygusunu, isteklerini, fikirlerini 150, 200 kelime ile anlatabiliyorsa, toplumun geneli daha fazlasını aramaz. Oysa dilin zenginleşmesi edebiyatın (Hikaye, roman, şiir hepsi), plastik sanatların, müziğin, felsefenin teknolojinin, bilimlerin hatta siyasetin kalitesi ve gelişmesine bağlı. Yani "kültüre". Okumayan kitlenin dili zenginleşemez. Cehaletin baştacı edildiği, okuması özelllikle engellenen, aptal kutusuna, akıllı cep telefonuna ve bilgisayara tutsak edilmiş bir toplumun dili de görüp, duyduğu çerçeveye sıkışır kalır.
Sizce, bundan 20- 50- 100 yıl önce günlük konuşma dili kelime sayısı ile bugün kullanılan kelime sayısı aynı veya birbirlerine yakın mı?En yakın örneği "patalya" :) Ortaya çıkıncaya kadar onu "tender" - "bot" olarak kullanıyorduk. Oysa eskiden kullanılan, bilinen bir adı vardı. Yeniden denizcilik diline geri çağırdık.
Dünyadaki sanayi devrimini yaşamamış, kıyısından teğet geçmiş, hoop diye kendisine ileri teknoloji ve bilişim çağında sadece ürün dayatılmış bir toplumun özgün "teknoloji" dili olabilir mi?
"Ama efendim, bütün dünya artık bu ortak dili konuşuyor. Kendimizi nasıl ayırırız?" demeyin sakın! Yaşlı kıt'a ülkeleri Almanlar, Yunanlar, Fransızlar öte yanda belki Caponlar, Çinliler nasıl beceriyorlar peki?
Aramızda kaç kişi etimoloji ile ilgileniyor? Kaç kişinin evinde çok az sayıda yayımlanmış etimolojik sözlük var? İtici, hatta insan olarak da önemsiz bulurum ama Sevan Nışanyan'ın Çağdaş Türkçenin Etimolojisi Sözlüğü de kenara atılmaması gereken önemli bir emek ve çaba.
Çağdaş Türkçenin Etimolojisi (http://Çağdaş Türkçenin Etimolojisi)
Ortaokulda dersler sabahları dokuzda başlardı ama tüm öğrenciler sekiz onbeşte okulda olurdu. Hıristiyan olanlar "kateşizm", yahudi olanlar "moral" eğitimi için ayrı ayrı sınıflarda toplanırlardı. Müslüman olanlar ise bir başka sınıfta bir araya gelirdi. Her sabah öğretmen tahtaya bir latince bir de grekçe kelime yazardı. Öğrencinin görevi ise elindeki sözlük, ansiklopedi vs ile bu kök kelimelerden türetilenleri bulmaktı. Akşam saatlerinde babamla birlikte, dedemden kalma 1905 baskısı 8 ciltlik fransızca "Grande Larousse"u eşeler dururdum.
-
Dil konusunda sokaktaki dilencisinden en üst düzey devlet yetkilisine kadar dünyanın en hassas milleti olan Fransızlar'ın meşhur Academie Française'lerinin bütün "koruma" çabalarına rağmen Fransızca da tüm dünya dilleri gibi çok hızlı bir şekilde değişiyor.
Bu işin sırrı Pisagor'un, Chomsky'nin ve Pinker'ın farklı zamanlarda işaret ettiği çocuklukta gizli. "İnsan yavrusu dili öğrenmez, doğuştan bilir, genetiğine kodlanmıştır" diyorlar kısaca. Burada herhangi bir sepesifik dil kast edilmiyor, fenomen olarak "dil" kastediliyor. Aksi takdirde bu kadar az örnek ile grameri çözmek ve konuşmak mümkün olamazdı bir çocuk için, en cahil ve ihmalkar ailelerin bile çocukları konuşur, dünyada konuşamayan bir çocuğa rastlanmamıştır (çok spesifik bir zihinsel problemi yoksa)
Dilin bu kadar çabuk değişmesinin sebebi işte bu: çocuklar öğrenmiyorlar, hızlı bir şekilde kendi duydukları dilin spesifik kurallarını çözüp, (burası önemli) özgür tabiatları gereği her nesilde dili baştan yaratıyorlar. Anlaşılabilir kalmak için çok aykırı olamıyorlar ama mesela çok örneği var aynı dili konuşan bir topluluğu çok değil iki nesil ayırın birbirlerini anlamakta zorlanırlar. O yüzden evet su akar yolunu bulur yapabilecek, müdahale edilebilecek birşey olduğunu zannetmiyorum. Çünkü bu insan özgürlüğünün en çok kendini gösterdiği sahadır.
Yukarıda verdiğim videodaki örnek bağlamında söylediklerim zerre kadar bir ideoloji, inanış, görüşle alakalı değildir. Benim kelime seçimim benim (bu sefer büyük harfle yazmak lazım) ZEVK ve KÜLTÜR dünyamla ilgilidir, kendimi ifade etmeyi o şekilde sevdiğimin bir göstergesidir. Başka taraflara çekilmesini istemem.
-
Küçük çocuğunuz varsa yaptığı hataları dinlemek muazzam bir gözlemdir bu kounda, benim küçük kız: "pengüen" ve "ötöbüs" dedi bir süre mesela. Çünkü büyük ünlü uyumunu kimse ona öğretmeden kapmış bilinç altında ona uyduruyor istisna olan kelimeleri doğrusu böyle olmalı diye.
İngiliz çocuklar çoğu zaman "goed" derler, anneleri düzeltir "went" diye, inanılmaz bir potansiyeldir çocuk zekası dil konusunda. En doğru, isabetli ve çığır açıcı araştırmalar çocuklar üzerinde yapılanlar linguistik konusunda... ve canlı izlemenin keyfi hiçbirşeyde yok o yaratımın... daha ayakkabısını bağlamayı beceremeyen bir bireyin dili sökmesinden büyük mucize var mı dünyada... :)
-
Doğan reis, bir yanlış anlaşılma olmasın. Ben sizin yazdıklarınızı ideolojik bulmadım. Videoda özellikle isim ile ilgili yorum yapan kişinin ismini de bilemiyorum , tavrını biraz ideolojik buldum.
Sizin kendinizi hangi sözcükler ile ifade edeceğiniz ve bu konudaki kişisel duruşunuz elbette ki sizin kendi tercihinizdir. Benim de buna bir eleştiri getirmem doğru olmaz zaten.
Çocuklar ile ilgili yorumunuza ilave. Benim 7 yaşındaki küçük kızım da bavula hala " davul " diyor. Bizim de hoşumuza gittiğinden düzeltmedik öyle kaldı.
Geçen seneki seyir notlarımda var. Uzun süre konuşmayıp, yalnız kaldığınızda ve bir konuşma sesi duymadığınızda özellikle ıssız bir koyda hayvan sesi duyup, siz de çığlık atabiliyorsunuz. Çıkardığım ses, bana öyle hayvansı ve ürkütücü gelmişti ki.
Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki diğer hayvanlar bu çığlığı bir şekilde biliyor ve tanıyorlar. en azından bir hayvan sesi olduğunun farkındalar sanırım. Karşılık geliyor çünkü.
ancak konuştuğunuzda ya da bu çığlık yerine bir sözcük bağırdığınızda , koyda çıt çıkmıyor neredeyse.
İnsanın genetiğinde konuşma var mı yok mu bilmiyorum. Bilgim de sınırlı . Bir şey söyleyemem. ancak bu yaşadığım tecrübe bana sanki yokmuş gibi düşündürdü. Genetiğinde olsaydı diğer hayvanlar da farkında olurlardı diye düşündüm bir an.
-
Ersin Reisim, tam olarak anlamadım son cümlenizi, neyin farkında olacağını hayvanların. Chomsky konuşma için %90'ı sessiz olarak gerçekleşen bir eylemdir diyor. İnsan esas kendi kendine içinde konuşur, dışarıya vurduğumuz %10'udur der.
İki yaşına kadar bir şempanzeyi ve bir insan yavrusunu aynı özeni göstererek yetiştirdiğinizi düşünelim. Hatta maymunun üzerine daha fazla düşün, bol bol konuşun, bir bebek gibi davranın, büyütün. 2 yıl sonra maymun, bırakın konuşmayı en küçük bir soyutlama kabiliyetinden bile mahrumdur (meşhur bir deneyde uzun uğraşlar sonucu bulaşık yıkamayı öğretmeye çalışmışlar, tam öğrendi derken bir de bakmışlar yaptığı şey kaba bir taklitten ibaret, tabağı suyun altına tutuyor, öylesine elini sürüyor ancak kir gitti mi gitmedi mi ona bakmıyor, yani en basit bir soyutlama olan "su ile kirin uzaklaştırılmasını" dahi kavrayamıyor. Bu soyutlama kabiliyeti öğretilen öğrenilen birşey olamaz tamamen genetik bu...)
İnsan yavrusu ise dili duysun yeter, özel bir çabaya gerek yok, iki sene sonunda takır takır konuşmaya başlar. Biz öğrettiğimizi zannederiz o ayrı... Bunun nasıl olabildiği antik Yunan'dan beri merak konusu olmuş. Platon mesela bunun ideler dünyasının bir ispatı olduğunu söylemiş. (önceden zihne kodlanmış olduğunu ifade ediyor esasında burada farkında olmadan).
Chomsky ise bunu daha bilimsel olarak vurgulayarak linguistik konusunda bir çığır açtı ve henüz daha çok taze bu çığır, Galileo'nun fizik konusunda açtığı çığır zamanlarında yaşıyor gibiyiz linguistik konusunda.
Sonra gelen bütün önemli uzmanlar çocuk zihninin bu konuda "boş bir tahta" olmadığını iddia ediyor ve en azından doldurulmaya hazır modüler bir yapı öneriyorlar. Bu da genetik bir faktör demek. Steven Pinker'ın "Language Instinct" mükemmel bir kitaptır. Hatta orada gösteriliyor ki iyi konuşabilmek için zeki olmak bile gerekli değildir, tamamen zihinsel özürlü 12 yaşında bir kızın mükemmel derecede düzgün, anlamlı, semantik cümleler kurabildiği, hikaye uydurabildiği gözlemlenmiştir. Yani konuşma merkezinin zeka ve muhakeme merkezi ile de doğrudan bir alakası da yok, daha başka kendine özel bir yeri var deniyor beyinde.
-
Bu son yazdıklarınız bir tartışmanın çok ötesinde ilgimi çekti Doğan reis. Teşekkürler.
-
pu ha ha ha.. Kenan abi teşekkürler.. Sen söyleyince kafama dank etti valla. Neyse ki her ikisi de zamanın ileri görüşlü insanları idi ..
Bu arada Kenan abi Tirilye de yemekte şu denizcilik terimleri sözlüğünü baba sen hediye etmiştin di mi ?
Geç gördüm kusura bakma.
Hakan Erim'in deyimi ile tuğla kalınlığındaki kitabı ben vermiştim evet. :) :D
Umarım işine yarıyordur.
-
Yaramaz mı.. WBF da o sözlük olmasa yazı yazmam mümkün değil.. Çok kıymetli bir sözlük. Üstelik bilmediğim Türkçe terimleri de öğreniyorum bu sayede..
Tekrar teşekkürler.
-
"İnsan yavrusu ise dili duysun yeter, özel bir çabaya gerek yok, iki sene sonunda takır takır konuşmaya başlar. Biz öğrettiğimizi zannederiz o ayrı... Bunun nasıl olabildiği antik Yunan'dan beri merak konusu olmuş. Platon mesela bunun ideler dünyasının bir ispatı olduğunu söylemiş. (önceden zihne kodlanmış olduğunu ifade ediyor esasında burada farkında olmadan)."
Duymazsa ne olacak ? Bununla ilgili de bir deney yapılmış.
Önceden zihne,doğduğu toplumun dilimi kodlanmış ? Neden farklı bir dil kodlanmamış ?
Neden Türkçe konuşulan bir ortamda doğanın kodu Türkçe ?
Neden bu kadar farklı dil var o zaman ?
-
Duymazsa ne olacak ? Bununla ilgili de bir deney yapılmış.
Önceden zihne,doğduğu toplumun dilimi kodlanmış ? Neden farklı bir dil kodlanmamış ?
Neden Türkçe konuşulan bir ortamda doğanın kodu Türkçe ?
Neden bu kadar farklı dil var o zaman ?
Duymazsa ne olacağı ile ilgili bir deney etik problemlerden dolayı kontrollü olarak yapılamaz ancak izole kalmış veya akıl hastası anne babaların mahzene kapatıp sadece yemek verdiği hiç konuşmadığı çocuklar üzerinde gözlemlenmiş şeyler var. Görülüyor ki çocuk kritik 2-3 yaşı kaçırırsa hiçbir zaman bir dili ana dili gibi kapamıyor. Yabancı dil öğrenir gibi öğreniyor sonradan, zorlanıyor, temele yerleşmiyor. Bu, beynin o kısmının yetiştiği döneme isabet etmeli, yani çok açık bir işaret beyindeki dil merkezinin yapısı ve biraz da duyduğu dil ile şekillenmesi ile alakalı.
Kodlanan şey elbette ki toplumun dili değil. Dil "kapasitesi" diyelim belki daha doğru olur. Başka hiçbir hayvanda olmayan bir özellik bu. Veya soyut kavramlar da denilebilir. Bunun ispatı olarak da şu söyleniyor ki diller birbirinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar birbirine tercüme edilebiliyor.
Yani bir tür "evrensel gramer" gibi birşeyden bahsedilebilir diyor Chomsky. Tercüme edilebilirlik bu temelin ispatı gibi aynı zamanda, hala araştırılan ve konsensus sağlanamamış açık mevzular bunların birçoğu bu arada tabii...
Chomsky'yi kabul etmeyen ve beyin "istatistik toplayan" bir bilgisayar gibi çalışır diyen bi grup dilbilimci de var ama onlar bile belli modüler yapıları inkar etmiyorlar. Donanım kurulmuş sadece işletim sistemi kurulması gereken bir bilgisayar gibi geliyor yeni doğan çocuğun beyni yani. Sıfırdan donanım inşa etmiyorsunuz, bir dil işlemcisi var, donanım kurulu geliyor, işletim sisteminin yani ana dilinin de belli kurallara uyması gerekiyor tabii o donanıma uygun... Uzun hikayeler abi... :)
-
Duymazsa ne olacak ? Bununla ilgili de bir deney yapılmış.
Önceden zihne,doğduğu toplumun dilimi kodlanmış ? Neden farklı bir dil kodlanmamış ?
Neden Türkçe konuşulan bir ortamda doğanın kodu Türkçe ?
Neden bu kadar farklı dil var o zaman ?
Duymazsa ne olacağı ile ilgili bir deney etik problemlerden dolayı kontrollü olarak yapılamaz ancak izole kalmış veya akıl hastası anne babaların mahzene kapatıp sadece yemek verdiği hiç konuşmadığı çocuklar üzerinde gözlemlenmiş şeyler var. Görülüyor ki çocuk kritik 2-3 yaşı kaçırırsa hiçbir zaman bir dili ana dili gibi kapamıyor. Yabancı dil öğrenir gibi öğreniyor sonradan, zorlanıyor, temele yerleşmiyor. Bu, beynin o kısmının yetiştiği döneme isabet etmeli, yani çok açık bir işaret beyindeki dil merkezinin yapısı ve biraz da duyduğu dil ile şekillenmesi ile alakalı.
Kodlanan şey elbette ki toplumun dili değil. Dil "kapasitesi" diyelim belki daha doğru olur. Başka hiçbir hayvanda olmayan bir özellik bu. Veya soyut kavramlar da denilebilir. Bunun ispatı olarak da şu söyleniyor ki diller birbirinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar birbirine tercüme edilebiliyor.
Yani bir tür "evrensel gramer" gibi birşeyden bahsedilebilir diyor Chomsky. Tercüme edilebilirlik bu temelin ispatı gibi aynı zamanda, hala araştırılan ve konsensus sağlanamamış açık mevzular bunların birçoğu bu arada tabii...
Chomsky'yi kabul etmeyen ve beyin "istatistik toplayan" bir bilgisayar gibi çalışır diyen bi grup dilbilimci de var ama onlar bile belli modüler yapıları inkar etmiyorlar. Donanım kurulmuş sadece işletim sistemi kurulması gereken bir bilgisayar gibi geliyor yeni doğan çocuğun beyni yani. Sıfırdan donanım inşa etmiyorsunuz, bir dil işlemcisi var, donanım kurulu geliyor, işletim sisteminin yani ana dilinin de belli kurallara uyması gerekiyor tabii o donanıma uygun... Uzun hikayeler abi... :)
"Görülüyor ki çocuk kritik 2-3 yaşı kaçırırsa hiçbir zaman bir dili ana dili gibi kapamıyor. Yabancı dil öğrenir gibi öğreniyor sonradan, zorlanıyor, temele yerleşmiyor."
bu bilimsel olarak kabul görmüş bir şey mi ?
"Bu, beynin o kısmının yetiştiği döneme isabet etmeli, yani çok açık bir işaret beyindeki dil merkezinin yapısı ve biraz da duyduğu dil ile şekillenmesi ile alakalı."
Burda tam olarak ne deniyor anlamadım.
"Kodlanan şey elbette ki toplumun dili değil. Dil "kapasitesi" diyelim belki daha doğru olur."
"Veya soyut kavramlar da denilebilir."
Kod konusu tam olarak açıklanamayınca ilave,"yardımcı" kavramlar icad ediliyor.
"Yani bir tür "evrensel gramer" gibi birşeyden bahsedilebilir diyor Chomsky."
Microsoft'un Net. sistemiyle ilgili bir benzetme sanki !
"Chomsky'yi kabul etmeyen ve beyin "istatistik toplayan" bir bilgisayar gibi çalışır diyen bi grup dilbilimci de var ama onlar bile belli modüler yapıları inkar etmiyorlar. Donanım kurulmuş sadece işletim sistemi kurulması gereken bir bilgisayar gibi geliyor yeni doğan çocuğun beyni yani. Sıfırdan donanım inşa etmiyorsunuz, bir dil işlemcisi var, donanım kurulu geliyor, işletim sisteminin yani ana dilinin de belli kurallara uyması gerekiyor tabii o donanıma uygun... Uzun hikayeler abi... :)"
Tamamen mekanik izahatlar,yani hazır tasarlanmış bir donanım zaten var ! bir dil işlemcisi de buna dahil !
"Donanım kurulu geliyor, işletim sisteminin yani ana dilinin de belli kurallara uyması gerekiyor tabii o donanıma uygun"
"Kodlanan şey elbette ki toplumun dili değil"
O zaman bu nasıl oluyor ?
Vallahi anladıysam arap olayım !
selam ve sevgilerimle.
-
Bir de konuşma gecikmesi olanlar var 3-4-5 yaşında konuşamayanlar bunların içinde bilim insanları da var.
Doğan hocam kafamızda açtığın soru işaretleri yenilerini çağrıştırıyor.
Oğlum3 yaşını bitirdiğinde konuştu.Şimdi İngiliz dili ed.okuyor.İyi sayılabilecek italyancası var ve İspanyolca öğrenmeye başladı.
Kızım 4 dil biliyor ve maalesef ben ve eşim türkçe dışında dilimiz yok.Genetik donanım sadece anadilde mi,Dil öğrenme yeteneği nereden geliyor?