Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: Bozkırlı olmaktan Denizci olmaya geçme zamanı

  • *
  • İleti: 14


1970 li yıllarda Çetin Altanın yazmış olduğu güzel bir yazı.50 sene geçmiş hala denizci değil bozkırlı olmaya devam ediyoruz
ÇETİN ALTAN
BOZKIRLI OLMAKTAN DENİZCİ OLMAYA GEÇME ZAMANI
Biz bin yıl içinde bozkır kökenli bir köylü toplumu olma koşullamasını kırabilseydik de, toplumsal bir değişimle, üstünde yaşadığımız yarımadanın olanaklarını yeterince kullanabilseydik, bugünkü düzeyimizle durumumuz ne olacaktı, biliyor musunuz?
En azından yüzmesini, kürek çekmesini, yelkenli ve deniz motoru kullanmasını bilmeyen gencimiz kalmayacaktı.
Yılda adam başına düşen iki kiloluk balık tüketimi en azından otuz kilo olacaktı. (Şimdi 2Kg altında da olabilir)
Kıyılarımız, uzunlukları on kilometreyi aşan iki düzine limanla donanacaktı.
Ve deniz ticaret filosu sıralamasında, bir karışlık kıyısı olan Polonya’nın da gerisine düşerek otuz beşinci değil, onuncu olacaktık…
Anadolu’yla, Trakya’nın, Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyıları, gemici yaşamlarının öyküleri, aşkları ve şarkılarıyla, yosun ve köpük kokulu rüzgârların şenliğini estirecekti.
Edebiyatımızda binlerce şiir ve deniz romanı, Frigya, Lidya, Roma uygarlıklarından beslenmiş bir anlatımı, çağın evrenselliği ile bütünleştirecekti.
Her köşe bucakta okyanuslara ilk açılmış, kutuplara ilk gitmiş gemilerle, gemicilerin anıtları yükselecekti…
Yaşamın her parçasında sade kerpiç renginin değil, mavilerin de ağırlığı görünecekti…(Mavi ve tonlarının ne kadar az kullanıldığına dikkat edin)
Ve Osmanlı İmparatorlarından en az yarısı ünlü amiraller arasında yer alacaktı…
Ne yazık ki hiçbiri Sultan Aziz’e kadar bir gemiye bile binmedi… On altıncı yüzyılın yürekli korsanları, bozkır kökenli değil, kıyı kökenliydiler ve değişik bir yorumla Kartaca’nın görünmez mirasından oldukça pay almışlardı. Ama bozkır koşullanması üstünde yeterli bir etki yapamadılar. Onların ad ve anılarını yaşatan bir köy bile yoktur bizim yarımadada…(Bir tane var: Turgut Reis)Kaptan-ı Deryalık payesi ise İstanbul’da başlayıp, İstanbul’da biten bir paye idi. Bin yıldır bir yarımadanın kıyılarında yaşayanlar yüzyıllar boyu bir kaptan-ı deryanın limana nasıl girdiğini hiç göremediler.
***
Kerpiç, tezek, kağnı, karasaban, at, kılıç, kalkana harcadığımız kuşakların bir bölümünü de, denizlerle bütünleştirebilseydik, bugün Türkiye dünyanın her köşe bucağını kendi evi gibi bilen, argosundan günlük eşyasına, türkülerinden yemeklerine kadar, yaşamının her kromozonunda, yüzlerce yıllık denizciliğin izlerini taşıyan çok kıvrak ve çok hızlı bir toplum olacaktı… Kıyılara bakan tepelerde denizlerde kaybolup gitmiş gemicilerin bir anı-taştan ibaret boş mezarlarında içli şiir dizeleri okunacaktı.
Bugün Türkiye denizlerinden dönmemişler için dikilmiş bir tek anı-taş bile yoktur.(Dumlupınar şehitleri için var) Bin yıldır bir yarımadada oturan bir toplum için dikkat çekecek bir gariplik değil mi bu?
Nasıl ki kıçtan takma motorlu, iki metrelik bir sandalın bile hâlâ daha ultralüks sayılması da ayrı bir garipliktir. En azından yüz deniz okulumuz olması gerekirken, bir tanesinin bile oldukça bakımsız ve ilgiden yoksun bırakılmasını, kimsenin kılını bile kıpırdatmaması gibi…(Ortaköy, denizcilik meslek lisesinden bahsediyor)
Artık açık seçik bilincimize kazımamız gerekir ki, çevresi dört denizle kaplı koskoca bir yarımadada oturmak, başlı başına bir mutluluktur. Bu mutluluk, kara bahtım, kör talihim iniltilerini şen kahkahalara bir türlü çevirememişse, bunun nedeni bozkır kökenli koşullanmasını bir türlü kırıp atamayışımızdandır. Bunu bin yıldır neden kıramadığımız ise çok ayrı bir inceleme konusudur. Ve ikinci bir örneği de yok gibidir.
Bol bol deniz okulları açmak ve buralara parasız yatılı öğrenciler almak bile aklımıza hiç gelmemiştir. Gerek deniz araçları yapımında, gerek deniz işletmeciliğinde, gerek deniz taşımacılığında iyi yetişmişlerin, dünyanın hiçbir yerinde aç kalmayacaklarını belirtmek dahi bu okulların tıklım tıklım dolmasına yeterdi. Nerelerde çalıştıracağımızı bilmediğimiz binlerce lise diplomalısının yerine, dünyanın tüm denizlerinde bayrak dolaştıran binlerce denizcimiz olurdu bugün
***
Tanzimat “çağdaşlaşma” deyimi yerine, “Batılılaşma” deyimi kullanma yanılgısına düştü. Bu yanılgı ise hâlâ daha sürüp giden, sonu gelmez tartışmalara yol açtı. Kimi “Batı”yı şu veya bu gerekçe ile tümden yadsıdı, kimi Batı hayranlığının şapşallığına yuvarlandı. Ve kimsenin aklına “bozkırcılık”tan “denizciliğe” geçme gelmedi.
Oysa “denizcileşme” batılılaşmayı da çağdaşlaşmayı da içeren ve bizim yarımadanın durumuna çok uygun düşen bir değişim olacaktı. Batıyı tanıdığımızı sandığımız kadar dahi denizciliği tanımadığımız için, toplumsal reformun böyle bir rotadan da geçirilebileceğini hayal bile edemedik. Denizciliği genel bir kalkınmanın dinamosu olarak değil, yan bir parçası olarak değerlendirdik hep. Kalkınmış toplumlarda denizciliğin nasıl bir rol oynamış olduğu üstüne de hemen hiç durmadık. Son elli yıllık siyasal edebiyata bir göz atın, deniz üzerine söylenmiş elli cümle bulamazsınız. …( Ancak 21.yüzyılın başında Cem GÜRDENİZ Mavi Uygarlık kitabı ile neredeyse ilk defa denizciliğin kalkınmanın ve uygar olmanın dinamosu olduğunu anlatmaya çabaladı) Bir yarımada üzerinde bozkırlı kalmış olmanın bu kadar koyusuna da doğrusu az rastlanır.
“ Yavuz geliyor, Yavuz, denizi yara yara, kız ben seni alacam başına vura vura” türküsü bile denizci türküsü değil, bozkırlı derebeyi türküsüdür. Çünkü hiçbir denizci, başına vura vura almaz kadını… Zaten kadınlar da denizkızlarına benzer bir yan vardır. Kendiliklerinden âşık olurlar denizcilere…
Denizciliğe karşı imrenmeyi biraz daha körükleyelim mi? – gerçekten büyük gerek var buna- denizciler, bozkırlılar kadar trafik kazası yapmaz. Türkiye denizcilik aşamasını tamamlamış olsaydı, trafik kazalarında ölenlerin sayısı günde hiçbir zaman otuza kadar çıkmazdı.
Kara adamı denize;
“ Deniz engin bir sudur, tuzlu, yeşil, dalgalı. Kıyılarını süsler bazen beyaz bir yalı” diye bakar
Denizci ise:
“ Mavi aynasında suların, boy verip görünmek istiyorum. Denize dönmek istiyorum, denize dönmek istiyorum” diye bakar.
Yüzyıllardır Anadolu’nun öksüz bırakılmış olmasının nedeni, denizlerin öksüz bırakılmış olmasıdır.

İletiyi düzenle



  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 830
İlker Abi, Çetin Altan'ın enfes yazısını paylaştığınız için teşekkürler..

Selamlar..
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4208
İlker abi, sahiden teşekkürler.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

H
  • *
  • İleti: 1
İlker Kaptan ,
benzer konuda Gezgin Korsan Forumunda paylaştığım iletiyi aşağıda sunuyorum:

DENİZE KAVUŞMAK


İstanbulda denize kavuşmak mümkünmü diyerek başlamak istiyorum.
Bence günümüzde Istanbulda yaşayan genç yaşlı hiç kimsenin  denize kavuşmak şöyle dursun deniz kenarında oturup bir yemek yemek için bile aile bütçesini sarsması gerekmektedir.Çünkü deniz kenarı denilince herkezin gözünü para bürümekte ve buradan ne kazanılır konusu öne çıkmaktadır.

Şu anda  denizden koparılmış bir İstanbulda yaşamaktayız.Belediyenin Deniz kenarından anladığı deniz kenarında ama denize ulaşamadığınız Parklar inşa etmektir.

Oysa deniz kenarı olan Kamu alanlarından Denize girilebilmeli,Sandalınızı indirebilmeli ve çekebilmelisiniz.Bu iş için denize iniş rampaları,kayık ve 5 metreye kadar teknelerin karaya çekilebileceği çekek yerleri tesis edilebilir.
Şimdiye kadar yaapılan uygulamalara bakılınca bunun tersine İstanbulun kalan tek tük rıhtımı bile önüne duvar çekilerek işlevinden koparılmaktadır.

Bu iletinin nedeni ,bu konuda İstanbul Belediyesine  vatandaş ve denize aşık insanlar olarak nasıl ulaşabileceğimiz ,öneri ve talepler konusunda hangi yolun izlenmesi için sizlerin düşüncelerinizi öğrenmektir.

Bizim forumlarda konuşulan sorunlar genellikle Marina ve Balıkçı barınakları üzerinde yoğunlaşıyor. Talep bu yönde olunca Belediyeler ve sorumlu merciler Işe para gözlüğünle bakıyorlar. Oysa bu işe öncelikle denize ulaşma imkanı,,küçük çekek yerleri ,demirleme yerlerinin belirlenmesi,rıhtım düzenlemeleri gibi halkın genelini ilgilendirecek taleplerin karşılık görmesini sağlamakla başlamak gerekir diye düşünüyorum.

 Hikmet Dinçer
  • IP logged

  • *
  • İleti: 14
Hepinize teşekkürler korkarım Denizci millet olmanın önemini hiç bir zaman anlayamayacağız :(
  • IP logged

  • *
  • İleti: 2553
Hiç bir zaman değil de , iki nesil lazım diyelim.  ::)
  • IP logged

  • *
  • İleti: 5770
    • Son Denk Kayıkçısı
İlker Kaptan ,
benzer konuda Gezgin Korsan Forumunda paylaştığım iletiyi aşağıda sunuyorum:

DENİZE KAVUŞMAK


İstanbulda denize kavuşmak mümkünmü diyerek başlamak istiyorum.
Bence günümüzde Istanbulda yaşayan genç yaşlı hiç kimsenin  denize kavuşmak şöyle dursun deniz kenarında oturup bir yemek yemek için bile aile bütçesini sarsması gerekmektedir.Çünkü deniz kenarı denilince herkezin gözünü para bürümekte ve buradan ne kazanılır konusu öne çıkmaktadır.

Şu anda  denizden koparılmış bir İstanbulda yaşamaktayız.Belediyenin Deniz kenarından anladığı deniz kenarında ama denize ulaşamadığınız Parklar inşa etmektir.

Oysa deniz kenarı olan Kamu alanlarından Denize girilebilmeli,Sandalınızı indirebilmeli ve çekebilmelisiniz.Bu iş için denize iniş rampaları,kayık ve 5 metreye kadar teknelerin karaya çekilebileceği çekek yerleri tesis edilebilir.
Şimdiye kadar yaapılan uygulamalara bakılınca bunun tersine İstanbulun kalan tek tük rıhtımı bile önüne duvar çekilerek işlevinden koparılmaktadır.

Bu iletinin nedeni ,bu konuda İstanbul Belediyesine  vatandaş ve denize aşık insanlar olarak nasıl ulaşabileceğimiz ,öneri ve talepler konusunda hangi yolun izlenmesi için sizlerin düşüncelerinizi öğrenmektir.

Bizim forumlarda konuşulan sorunlar genellikle Marina ve Balıkçı barınakları üzerinde yoğunlaşıyor. Talep bu yönde olunca Belediyeler ve sorumlu merciler Işe para gözlüğünle bakıyorlar. Oysa bu işe öncelikle denize ulaşma imkanı,,küçük çekek yerleri ,demirleme yerlerinin belirlenmesi,rıhtım düzenlemeleri gibi halkın genelini ilgilendirecek taleplerin karşılık görmesini sağlamakla başlamak gerekir diye düşünüyorum.

 Hikmet Dinçer

Çok önemli bir noktaya değinmişsiniz. Fakat sadece İstanbul'da değil, benim doğup büyüdüğüm küçücük İnebolu'da bile sandal yüzdürecek yer yok . Olana da beton dökerek , duvar örerek saçma sapan bir hale dönüştürdüler. Geçimini denizden sağlayan , kocaman sahil şeridine sahip, İnebolu Cide gibi sahil kasabalarında her evin önünde çocuklarına ait sandallar dururken, şimdi bir tane bile yok.
Önceleri sebebini internet falan diye düşünmüştüm, çocuklar ilgili değiller diye düşünmüştüm. Ama sonradan çözdüm, sorun devletin gücünü kendi gücü sanan bürokratlardan kaynaklanıyordu. Onlar için herşey ve herkes kontrol altında tutularak , kontrol altında ve kayıtlı olmalıydı. Bu da şuna sebep oldu sayısı artması ve teşvik edilmesi gereken alaylı-okullu denizci sayısında ciddi bir azalma oldu. Dışarıdan bakıp gözlemleyen benim gibiler için çok üzücü bir durum.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

  • *
  • İleti: 5770
    • Son Denk Kayıkçısı


1970 li yıllarda Çetin Altanın yazmış olduğu güzel bir yazı.50 sene geçmiş hala denizci değil bozkırlı olmaya devam ediyoruz
ÇETİN ALTAN
BOZKIRLI OLMAKTAN DENİZCİ OLMAYA GEÇME ZAMANI
Biz bin yıl içinde bozkır kökenli bir köylü toplumu olma koşullamasını kırabilseydik de, toplumsal bir değişimle, üstünde yaşadığımız yarımadanın olanaklarını yeterince kullanabilseydik, bugünkü düzeyimizle durumumuz ne olacaktı, biliyor musunuz?
En azından yüzmesini, kürek çekmesini, yelkenli ve deniz motoru kullanmasını bilmeyen gencimiz kalmayacaktı.
Yılda adam başına düşen iki kiloluk balık tüketimi en azından otuz kilo olacaktı. (Şimdi 2Kg altında da olabilir)
Kıyılarımız, uzunlukları on kilometreyi aşan iki düzine limanla donanacaktı.
Ve deniz ticaret filosu sıralamasında, bir karışlık kıyısı olan Polonya’nın da gerisine düşerek otuz beşinci değil, onuncu olacaktık…
Anadolu’yla, Trakya’nın, Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyıları, gemici yaşamlarının öyküleri, aşkları ve şarkılarıyla, yosun ve köpük kokulu rüzgârların şenliğini estirecekti.
Edebiyatımızda binlerce şiir ve deniz romanı, Frigya, Lidya, Roma uygarlıklarından beslenmiş bir anlatımı, çağın evrenselliği ile bütünleştirecekti.
Her köşe bucakta okyanuslara ilk açılmış, kutuplara ilk gitmiş gemilerle, gemicilerin anıtları yükselecekti…
Yaşamın her parçasında sade kerpiç renginin değil, mavilerin de ağırlığı görünecekti…(Mavi ve tonlarının ne kadar az kullanıldığına dikkat edin)
Ve Osmanlı İmparatorlarından en az yarısı ünlü amiraller arasında yer alacaktı…
Ne yazık ki hiçbiri Sultan Aziz’e kadar bir gemiye bile binmedi… On altıncı yüzyılın yürekli korsanları, bozkır kökenli değil, kıyı kökenliydiler ve değişik bir yorumla Kartaca’nın görünmez mirasından oldukça pay almışlardı. Ama bozkır koşullanması üstünde yeterli bir etki yapamadılar. Onların ad ve anılarını yaşatan bir köy bile yoktur bizim yarımadada…(Bir tane var: Turgut Reis)Kaptan-ı Deryalık payesi ise İstanbul’da başlayıp, İstanbul’da biten bir paye idi. Bin yıldır bir yarımadanın kıyılarında yaşayanlar yüzyıllar boyu bir kaptan-ı deryanın limana nasıl girdiğini hiç göremediler.
***
Kerpiç, tezek, kağnı, karasaban, at, kılıç, kalkana harcadığımız kuşakların bir bölümünü de, denizlerle bütünleştirebilseydik, bugün Türkiye dünyanın her köşe bucağını kendi evi gibi bilen, argosundan günlük eşyasına, türkülerinden yemeklerine kadar, yaşamının her kromozonunda, yüzlerce yıllık denizciliğin izlerini taşıyan çok kıvrak ve çok hızlı bir toplum olacaktı… Kıyılara bakan tepelerde denizlerde kaybolup gitmiş gemicilerin bir anı-taştan ibaret boş mezarlarında içli şiir dizeleri okunacaktı.
Bugün Türkiye denizlerinden dönmemişler için dikilmiş bir tek anı-taş bile yoktur.(Dumlupınar şehitleri için var) Bin yıldır bir yarımadada oturan bir toplum için dikkat çekecek bir gariplik değil mi bu?
Nasıl ki kıçtan takma motorlu, iki metrelik bir sandalın bile hâlâ daha ultralüks sayılması da ayrı bir garipliktir. En azından yüz deniz okulumuz olması gerekirken, bir tanesinin bile oldukça bakımsız ve ilgiden yoksun bırakılmasını, kimsenin kılını bile kıpırdatmaması gibi…(Ortaköy, denizcilik meslek lisesinden bahsediyor)
Artık açık seçik bilincimize kazımamız gerekir ki, çevresi dört denizle kaplı koskoca bir yarımadada oturmak, başlı başına bir mutluluktur. Bu mutluluk, kara bahtım, kör talihim iniltilerini şen kahkahalara bir türlü çevirememişse, bunun nedeni bozkır kökenli koşullanmasını bir türlü kırıp atamayışımızdandır. Bunu bin yıldır neden kıramadığımız ise çok ayrı bir inceleme konusudur. Ve ikinci bir örneği de yok gibidir.
Bol bol deniz okulları açmak ve buralara parasız yatılı öğrenciler almak bile aklımıza hiç gelmemiştir. Gerek deniz araçları yapımında, gerek deniz işletmeciliğinde, gerek deniz taşımacılığında iyi yetişmişlerin, dünyanın hiçbir yerinde aç kalmayacaklarını belirtmek dahi bu okulların tıklım tıklım dolmasına yeterdi. Nerelerde çalıştıracağımızı bilmediğimiz binlerce lise diplomalısının yerine, dünyanın tüm denizlerinde bayrak dolaştıran binlerce denizcimiz olurdu bugün
***
Tanzimat “çağdaşlaşma” deyimi yerine, “Batılılaşma” deyimi kullanma yanılgısına düştü. Bu yanılgı ise hâlâ daha sürüp giden, sonu gelmez tartışmalara yol açtı. Kimi “Batı”yı şu veya bu gerekçe ile tümden yadsıdı, kimi Batı hayranlığının şapşallığına yuvarlandı. Ve kimsenin aklına “bozkırcılık”tan “denizciliğe” geçme gelmedi.
Oysa “denizcileşme” batılılaşmayı da çağdaşlaşmayı da içeren ve bizim yarımadanın durumuna çok uygun düşen bir değişim olacaktı. Batıyı tanıdığımızı sandığımız kadar dahi denizciliği tanımadığımız için, toplumsal reformun böyle bir rotadan da geçirilebileceğini hayal bile edemedik. Denizciliği genel bir kalkınmanın dinamosu olarak değil, yan bir parçası olarak değerlendirdik hep. Kalkınmış toplumlarda denizciliğin nasıl bir rol oynamış olduğu üstüne de hemen hiç durmadık. Son elli yıllık siyasal edebiyata bir göz atın, deniz üzerine söylenmiş elli cümle bulamazsınız. …( Ancak 21.yüzyılın başında Cem GÜRDENİZ Mavi Uygarlık kitabı ile neredeyse ilk defa denizciliğin kalkınmanın ve uygar olmanın dinamosu olduğunu anlatmaya çabaladı) Bir yarımada üzerinde bozkırlı kalmış olmanın bu kadar koyusuna da doğrusu az rastlanır.
“ Yavuz geliyor, Yavuz, denizi yara yara, kız ben seni alacam başına vura vura” türküsü bile denizci türküsü değil, bozkırlı derebeyi türküsüdür. Çünkü hiçbir denizci, başına vura vura almaz kadını… Zaten kadınlar da denizkızlarına benzer bir yan vardır. Kendiliklerinden âşık olurlar denizcilere…
Denizciliğe karşı imrenmeyi biraz daha körükleyelim mi? – gerçekten büyük gerek var buna- denizciler, bozkırlılar kadar trafik kazası yapmaz. Türkiye denizcilik aşamasını tamamlamış olsaydı, trafik kazalarında ölenlerin sayısı günde hiçbir zaman otuza kadar çıkmazdı.
Kara adamı denize;
“ Deniz engin bir sudur, tuzlu, yeşil, dalgalı. Kıyılarını süsler bazen beyaz bir yalı” diye bakar
Denizci ise:
“ Mavi aynasında suların, boy verip görünmek istiyorum. Denize dönmek istiyorum, denize dönmek istiyorum” diye bakar.
Yüzyıllardır Anadolu’nun öksüz bırakılmış olmasının nedeni, denizlerin öksüz bırakılmış olmasıdır.

İletiyi düzenle

Teşekkürler paylaşım ve hatırlatma için. 50 sene sonra bile yazı güncel, tespitler hala çok doğru. Bu hafta sonu çok benzer konuların üzerinde duranbir sunum izledim.Savaş Karakaş'ın "Sudaki İzler" isimli sunumuydu. Bize Dumlupınar ve Atılay Denizaltılarına dair duygu dolu anlar yaşattı. Fakat sunum başlangıcında yukarıdaki konulara çokca değindi. Bir tespiti çok dikkatimi çekti. "Beşiktaş'taki Barbaros Heykelinin bile denize bakmadığından bahsetti. Heykel denize yan duruyordu. Evet aynen öyle heykel bile otobüs duraklarına bakıyordu. Yüzümüzü denize dönemeyen durumumuzu güzel özetliyordu.
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

 
Yukarı git