Ben kısaca kendi düşüncemi söyleyeyim. İki tane deniz kültürü vardır.
1-Kendimizi konuşlandırdığımız taraftan bakarak olmasını istediğimiz deniz kültürü. İyi, dürüst, mert, yardımsever, nazik, saygılı, çevreci vs., vs. olmak gibi.
2-Gerçek deniz kültürü. Hayatın her alanında olduğu gibi, içinde "iyilik"ide barındıran alabildiğince vahşi, kötü, terbiyesiz, acımasız ve çıkarcı.
Bazen bazı şeylere çok ulvi anlamlar yüklüyoruz, ama bu belki de yaşamın zorluklarına tahammül edebilmenin bir gereğidir, ya da baş edemediğimiz gerçeklerden bir kaçış.
Erdal reisim işin beşeri ilişkiler kısmı öyle, ve aynen tesbit ettiğiniz gibi arzu edilen ile yaygın hakikat arasında öyle zıt bir durum var.
Kendi açımdan durum şöyle: Şimdi deniz diye bir hakikat var ve orada olmak istiyorum. Bunun için bir kayık aldım güzel. E akşam oldu bu kayığı nereye koyacağım? 3 mt de olsa 30 mt de, bu meretleri cebimize veya arabamızın bagajına koyup eve getiremeyiz. kayığı denizde bırakmak isteyince iş bozuluyor. ben makul olduğu sürece vergisinde falan değilim. yani şehirdeki adam asfalt yol kullanıyor, köydeki ise stabilize yol. İkisi de farklı farklı vergi vermiyor ki, araç ne ise onun vergisini veriyor. Tamir edilecek bir durum olsa, gene aynı sorunlar.
Beşeri ilişkiler kısmında yersiz bir idealizm var. trafik sıkıştığında , tehlike şeridini ihlal eden araçların tek bir marka, silindir, yakıt tipi olmadığı gibi denizde de durum bu. kişi eğer bir edep tezgahından geçmedi ise, kullandığı tekne ona eksik olduğu edebi vermiyor. Serbestlik başıbozukluk değil, bilakis her insanın kabul edeceği, namusu bileceği, kendisi uygulamıyorsa dahi uygulayana saygı duyacağı kurallar bütününe uyarak davranmaktır. Maalesef günümüzde serbestlik serserilik ile karıştırılır oldu. serserilik o namus bilinen kurallara uymayarak başına buyruk yaşamak demek. Nasıl ki, karada trafik kuralları var, aynı şey denizde de var. Ama nasıl ki, milyonlarca araç sahibi o kuralları çoğunlukla bir başkasının yaşamı pahasına karada çiğniyorsa, görece onlardan çok daha az olan denizdekilerin durumu da farklı değil.
bütün bunlar toplum olarak bir ergenlik dönemi yaşamamızdan kaynaklanıyor gibi. durum kabaca bu.
Niye bunları dert ediniyorum diye kendi kendime sormuyor değilim. Sonuçta deniz benim babamdan gördüğüm bir şey değil. Ben köken olarak yörüğüm. Yani Türkmenlerin, hayatını hayvancılıkla kazandığı için mevsime göre yeni otlaklara YÖRÜMEK zorunda kalmış olanlarındanım. Birde Türkmenlerin geçimini tarım yaparak kazandığı için MANAV denenleri var. Bu karaya bağımlılığıma rağmen bu bölgedeki bütün denizlere ad vermiş de bir dilim var. Türkler yönleri renkler ile bildirirdi eskiden. Batı için "AK" derdik. O yüzden Kemal paşa "ordular ilk hedefiniz Ak Deniz" dediğinde , ordu İzmire geldi. Şimdiki Ege denizi dediğimiz yer bundan yüz yıl önce AK denizin içinde bir bölge olarak Adalar denizi diye bilinirdi. Güney yönüne "Kızıl" denirdi. "Red Sea" oradan gelme. Kuzey ise "Kara" dır . Kara deniz- Black Sea. Doğu ise bizim için "Gök" rengi ile anılır. Onun için doğudaki Türk devletlerinin bayraklarında mavi renk bulunur. "Gök" günümüz Türkçesinde "Mavi" renktir.
Yani denizlere ad vermişiz ama zamanınca denize çıkmayı tercih etmemişiz. O zaman için devlet politikası idi anladığım kadarıyla. Ama artık şartlar değişti. Türkler zamanınca bulunduğu yeri korumak için "gemilerini yakmış" bir milleti. Bu sebeple babamdan denizi öğrenemedim.
Şimdi kişisel anlamda niye yönümü denize çevirdim: Denizin mavisini, dalgaların köpüklenmesini, rüzgarın iyot kokusunu, suyun altına şnorkel ile dalıp oradaki yaşamı izlemeyi, yazın tenimin bronzlaşmasını, vücudumdaki tüylerin güneşten sararmasını, hayatın normal akışından dışarı çıkmayı seviyorum. Orada olmak, geceyi sakin bir koyda alargada geçirmek , sabah yüzümü yıkama işini denize dalarak yapmak yapmak istiyorum.
Ha bunları Anadoluda değilde Norveçde olsaydım da ister miydim? İstemesem de yapmak zorunda kalırdım. Yaşamak için başka şansım olmazdı o topraklarda. O yüzden Norveçli denizde nasıl başının çaresine bakacağını babasından öğrendi. Benim babam gençliğine kadar çobanlık yapmış. Ne zaman kurban pazarına gitsek, bizim nasibimiz olan koç babamın ayağına gelirdi. Ve ilginçtir, aynı koç pazardan eve kadar ipe falan gerek duymadan, bağlamadan eve kadar babamın peşinden yürüyerek giderdi. Biz ne yaparsak yapalım bizim peşimizden değil babamın peşinden giderdi. Babam askerden sonra memur olup köyden ayrılmış. Dolayısıyla biz şehirde büyüdük. Şehirde yaşayacağımız için ne babam bize çobanlığın inceliklerini öğretti ne de biz işimize yaramayacağı için, ve ancak kurbandan kurbana fark ettiğimiz için çobanlığı merak edip ona sorduk.
Yukarıda anlattığım hikaye Türkiyenin kahır ekserisinde az çok aynıdır. Bizler bu işi babamızdan öğrenmedik o yüzden denizciliğin acemisiyiz. Bu doğal bir şey. Beşeri sıkıntıların sebebi denizcilikle-denizle alakalı değil zaten. Beşerin içindeki eksikliği yaptığı işte his ettirmesi sadece. Denizde olsa aynı, karada olsa aynı. Tekneni boyatsan aynı, evini boyatsan aynı.