Wolfgang Borchert diye bir Alman yaşamış bir zamanlar. Ne yazık, 26 yaşındayken ölmüş, Alman Faşizmi henüz yenilmişken. Öldüğünde ardında onlarca kısa öykü, bir yığın şiir bırakamış.
Şiirlerinden bir tutamı, Behçet Necatigil Çevirmiş."Fener, Gece ve Yıldızlar".
Paylaştığın yazıyı okuduğumda, onun "Düşlerde Fener Olmak" şiiri aklıma geldi, şöyle diyor, yazınla örtüşerek.
"Ben ölünce,
hiç değilse
bir fener olsam;
kapında dursam,
soluk donuk geceyi
aydınlığa boğsam
Veya limanda
gemilerin uyuduğu zamanda,
gülüşürken kızlar,
uyumusam
dar kirli bir kanalda
bir yalnıza gör kırpsam
(....)
Ya da şöyle bir fener;
gözleri büyümüş bir çocuğun yaktığı,
duyup da korkunca çevresinde yalnzılığı
dışarıda camlarda
fırtınanın ıslığı
kâbuslar, görüntüler,cinler.
Evet, hiç değilse
ben ölünce
bir fener olsam;
tek başına geceleri,
uykulardayken dünya,
gökte ayla senli benli
sohbete dalsam
Bu Fener dediğimiz şeyler garip. Her nedense tarihi değeri olmayanları yıkıp yeni, teknolojik insana ihtiyaç duymayan fenerler koyuyorlar. O kadar çirkin o kadar çirkinler ki, böyle garip garip... sanki Rüzgarın zamanı geçti, şimdi ne varsa motorlarda var, hangi dünyada yaşıyorsunzu siz der gibiler.
Oysa herhalde insanın olmadığı yerde gerçekte hiç bir şey yoktur. Hiç unutmuyorum Karataş burnu fenerini. Onu da yıktılar şimdi. Oysa ne oyunlar çevirmiş neler etmiştim ahbaplık kurmak için benden beter yabani fenercisi ile.
Yazı, bana yukarıda bir kısmını verdiğim şiirin son dörtlüğünü ve Karataş Fenerinin görevlisini anımsattı.
Herhalde, bu gibi "şeylerle" kurduğumuz derin bağ, gittikçe köreliyor ve kala kala, böyle metinlere kalıyoruz. Denizlerle aşina olmanın en iyi yanı denizin, kent yaşantısının metrolara sıkışmış cahilane yaşamından farklı olarak ,halen böyle imgelerle oynaşmamıza yeter kadar malzeme vermesi. Buna da şükür.
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.