Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#75: 01 Şubat 2017, 01:54:40
Hiç bilmiyordum abi. Sağolun.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • İleti: 2304
  • Hayat suda başladı...
    • Denizci Kahvesi
Ynt: KAYIKEVİ
#76: 01 Şubat 2017, 05:48:13
2008 yılında bir etkinlik serisine başladık: 'bize deniz ozanı gerek!'
Altı edebiyatçı seçtik, Yaşar Kemal, Sait Faik, Cevat Şakir, Orhan Veli, Cemal Süreya ve Can Yücel.

Benim için yaptığım en heyecan verici projeydi. Amaç basitti, soru netti; deniz olmasa olur muydu?



Sait Faik ve Yaşar Kemal kaldı hayata geçmemiş. Burgaz'da Sait Faik, Menekşe'de Yaşar Kemal.

Kimbilir, belki son ikisinde hep beraber oluruz.

Deniz olmasa onlar nasıl olurdu bilmiyorum ama onlar olmasa ben ben olmazdın, onu biliyorum...
  • IP logged
"Clouds and winds and oceans I choose my fate to be...  Whom the sea has taken Never shall be free."

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#77: 01 Şubat 2017, 14:39:38
Cevat Şakir KABAAĞAÇLI (1890-1973)

1890'da Girit'te doğdu. Babası tarihçi, yazar, vezir Mehmet Şakir Paşa'dır. Çocukluğu babasının elçilik yaptığı Atina'da geçti. İlk öğrenimini Büyükada Mahalle okulunda orta ve liseyi Robert Kolejinde 1907'de tamamladı. Yüksek öğrenimini İngiltere’de Oxford Üniversitesi Yeni Çağlar Tarihi Bölümü’nde tamamladı. 1913’te evlendi ve İtalyan eşiyle bir süre  İtalya’da yaşadılar. Bu sırada resim dersleri aldı, İtalyanca ve Latince öğrendi. 1914’te tabancasından çıkan bir kurşunla babasının ölümüne neden oldu. 14 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezasının yedi yılını çektikten sonra yakalandığı verem hastalığından ötürü affedilip tahliye edildi. İstanbul'da Resimli Ay ve İnci gibi dergilere yazılar yazdı; kapak resimleri, süslemeler, karikatürler çizdi. Zekariya Sertel ’in çıkardığı Resimli Hafta ’da Hüseyin Kenan takma adıyla yazdığı “Hapishane İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler” adlı öykü yüzünden Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve Bodrum’da 3 yıl sürgün cezasına çarptırıldı (1925). Bir buçuk yıl sonra cezası affa uğrayınca İstanbul’a dönmedi, çok sevdiği Bodrum’da kaldı. 1947'de İzmir Karataş'a yerleşerek hayatını gazetecilik ve turist rehberliğiyle kazandı. 1973'te kemik kanserinden İzmir'de öldü. Vasiyeti üzerine Bodrum'da gömüldü.

1926'dan sonra deniz hikâyeleriyle tanındı. Konularını Ege Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi kıyı ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan çıkardı. İçinde yaşadığı, en küçük ayrıntılarına kadar bildiği hür ve asi denizi, kaderleri denizin elinde olan balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını ve gemileri zengin bir terim ve mitologya hazinesinden güçlenerek, denize karşı sonsuz bir hayranlıktan gelen şiirli, yer yer aksayan, ama sürükleyip götüren bir anlatımla hikâye ve romana geçirdi. Cevat Şakir Bodrum'da yaşadığı dönemde arkadaşları ile ilk Mavi Yolculuk fikrini ve uygulamasını gerçekleştirmişlerdir. Bu mavi yolculuklarda yanlarına aldıkları şeyler: Peynir, su, istanköy peksimeti, tütün ve rakı idi. Mavi yolculukta gazete okumaz radyo dinlemezlerdi. Amaç dünyadan kaçmak ve medeniyetten uzak olarak kafayı dinlemektir. Haftalarca denizde kalınır sadece acil ihtiyaçları temin etmek için karaya çıkılırdı. Yazı ve düşünceleriyle Azra Erhat gibi döneminin önemli aydınlarını etkilemiş bir kişi olarak, çeşitli dillerden yüz kadar da kitap çevirmiş olan ve kendi eserlerinin sonraki baskıları yapıla gelen Halikarnas Balıkçısı'na Kültür Bakanlığınca 1971 Devlet Kültür Armağanı verilmiştir.

Yapıtları:

Öykü:
Ege Kıyılarından / 1939
Merhaba Akdeniz / 1947
Ege'nin Dibi / 1952
Yaşasın Deniz / 1954
Gülen Ada / 1957
Ege'den / 1972
Gençlik Denizlerinde / 1973
Parmak Damgası / 1986
Dalgıçlar / 1991
Gündüzünü Kaybeden Kuş deniz Gurbetçileri Aganta Burina Burinata / 1945
Ötelerin Çocuğu / 1956
Uluç Reis / 1962
Turgut Reis / 1966
Deniz Gurbetçileri / 1969
Anadolu Efsaneleri / 1954
Anadolu Tanrıları / 1955

Anı:
Mavi Sürgün / 1961

İnceleme:
Anadolu'nun Sesi / 1971
Hey Koca Yurt / 1972
Merhaba Anadolu / 1980
Düşün Yazıları / 1981
Altıncı Kıta Akdeniz / 1982
Sonsuzluk Sessiz Büyür / 1983
Çiçeklerin Düğünü / 1991
Arşipel / 1993



ALABANDADA

Saç maşası satan adam, güverte yolcularına ait sancak kıç omuzluğunun alabandasında dinelmiş, bağıra bağıra mallarını övüyordu.Günün son turuncu ışığı sönmek üzereydi.

Denizin mavisi koyulaşmıştı. Dalga başlarında; çakmak çakılıyormuş gibi, turuncu kıvılcımlar uçuyordu. Ufkun üzerinde parıldayan akşam yıldızı; gökte bir gülüştü. Saç maşası satıcısının yüzünün yarısı turuncu, yarısı açık menekşeydi. Adam doğrusu, söz gücüyle satıyordu.

Sözler burgaçlanarak ve köpürerek, ağızdan çağlayan halinde akıyordu. Çevresinde halka olmuş çoğu erkekler, ağızlarını açmış dinliyorlardı. Satıcının anlattığına göre, gözü karda değildi.

"Kar" mı? Ne gezer efendim! Hatta zararına satıyordu. Kadınların en güzellerine saç maşası sağlamak üzere, işte, vapura binip diyar diyar gurbette geziyordu. Onları satmayacak, hediye edecekti.

Kendisi, abur cubur satan bir işportacı değildi. Haşa efendim! Ona, yüksekten gelen bir ses, "Yürü ya kulum! Git de maşaları bu güzellere sat!" diye seslenmişti. O da bu emir üzerine yola çıkmıştı. Maşaları, her birinde on kuruş zararla yirmi kuruşa hediye ediyordu. Zaten her isteyene hediye etmeyecekti. Çünkü elinde topu topu on beş tane kalmıştı. İsteyen alır, istemeyen almazdı. Yapacağı iş, sadece onlara almak fırsatını vermekti.

Satıcının dört yanında kalabalık halinde halka olmuş erkekler arasında, yalnız iki dişsiz ihtiyar kadın vardı. Adam konuştukça ara sıra birbirlerinin yüzüne bakıp gülümsüyorlardı. Erkeklerin bazıları alaylı alaylı bakıyordu, bazıları kaşları çatık, ciddiyetle dinliyorlardı.

Yalnız, halka dışında, gemi alabandasında, şiltelerini sererek bağdaş kurmuş kadınlar tepeden tırnağa göz kulak olmuşlardı. Adamın yanında toparlak yüzlü bir kadın oturuyordu. Oradan geçen bir Laz gemicinin deyimiyle, "kadının sancak tarafının saçları maşalarla kıvırcık kıvırcık edildiği için dalgalı; iskele tarafının saçları bonazza, yani dümdüz"dü.

Gezgin satıcı maşaların bu marifetine işaret ediyordu. Permanat için gidip boşu boşuna bir sürü para vermemelerini, çünkü o maşalarla saçların istenildiği gibi kıvırcık ve bukle edilebileceklerini söylüyordu.

Alabandada oturanlar arasında iki çift de vardı. Sabahtan beri birbirlerine "mahsullerinin" nasıl olduğunu, havayı, yağmuru, kurağı tekrar tekrar sorup cevaplandırdıktan sonra, artık söyleyecekleri sözleri kalmamıştı.

"Bukle" sözünü duyunca, bu sözcüğün "u"sunu "o" çevirerek gevrek gevrek gülüşüyorlardı.
Saçlarının yarısı kıvırcık, yarısı düz olan kadın, sözümona utanıyormuş gibi, başını bir eğiyor, bir de sağa sola çeviriyordu. Amacı saçlarını dört yana göstermekti.

Tezkere alarak köylerine dönmekte olan iki er, yavukluları için birer maşa aldılar.

Satıcı oradan ayrılınca, dört beş kadın da teker teker giderek birer maşa aldılar.

Alabandada şiltelerin üzerine bağdaş kurmuş da maşayla ilgilenmemiş olanlar arasında otuz beş yaşlarında, köy öğretmeni bir kadın vardı. Biraz önce annesinden fena halde dayak yemiş olan sekiz yaşlarında bir yaramaz oğlanı avutmaya uğraşıyordu. Çocuk, "Bu vapur on para etmez, babamın upuzun direkli yelkenli bir gemisi var," dedi. Bu sözlerinin öğretmen kadında ne etki yaptığını anlamak için, ona dikkatli dikkatli baktı.

Öğretmen, elinden geldiği kadar hayret ve hayranlıkla, "Ah, ne güzel," dedi.

Oğlan, "Onun sahici direği, beyaz yelkeni var; bu kara kara tüten pis baca gibi değil," diye ekledi.

Çocuk devamla, "Biz babamla Amerika'ya giderken balık tutarız. Bu vapur kadar balıklar!.."

Sözlerinin öğretmeni etkilediğini görünce heyecanlandı...

Öğretmen, çocuğun her söylediğine inanıyor gibi yapıyordu.

Oğlanın gözlerinde, şanlı işler görenlere özgü bir gurur parladı ve konuşmasını sürdürdü: "Gemi giderken biz hep rakı içeriz. Bardakla değil, doğrudan doğruya şişelerden içeriz. Şişeleri bir mil uzağa atarız. Şişeler batar, hiç çıkmaz..."

Öğretmen, "Aman ne güzel!" diyerek ellerini çırptı.

Bu kez çocuk, "Bu peri midir, melek mi?" diye düşünerek, öğretmene hayranlıkla baktı.

Kadın, cebinden bir avuç antepfıstığı çıkararak çocuğa verdi, "Rakım yok ama, bak, bunları ben tuzladım. Belki hoşuna gider," dedi.

Küçük, yarı çekingen yarı hayran, fıstıkları yemeye koyuldu.

Oğlan, doğrusu pek erken yaşında, kadın kısmının entrika ve tuzaklarına uğruyordu. Fıstıkları çiğnerken göz ucuyla kadına baktı. İşte bu kadın, o akşamın pembeleşen ışığında gül gibiydi; gülümsüyordu. Annesi gibi çatık kaşlı ve yaygaracı değildi.

Oğlan kadına, "Sen evli misin?" diye sordu.

Öğretmen, "Hayır," karşılığını verdi.

Oğlan memnun oldu, "Ben büyüdüğüm zaman," dedi.

Kadın elini sallayarak, "Ona daha çok vakit var," dedi.

Çocuk, "İyi ya! Ben büyüdüğüm zaman seninle evleneceğim," dedi.

Öğretmen, güle güle çocuğa sarılarak öptü.

"Aman çok hoş olur. Aman seni sözüne bağlı tutmayayım bari. Belki o zamana kadar fikir değiştirirsin," dedi.

Çocuk, "Ben büyüdüğüm zaman çok param olacak. Bir beygirim olacak, bir de tüfeğim... Aslan kaplan avlayacağım. Sabahtan akşama kadar dondurma, elmaşekeri ve kurabiye yiyeceğim," dedi.

Öğretmen, "Hiç korkma, onları ben yaparım," diye cevapladı.

Öteki, "Elbette yaparsın, birlikte yiyeceğiz... Kırk tane oğlum olacak. Onlarla birlikte oynayacağım. Ama bak kız çocuk istemem!"

Bunlar böyle konuşurken, iki üç adım ötelerinde Denizci Davut alabandaya dayanmış, bir denize bakıyor ve sonra gözlerini yukarıda, birinci mevki güvertesinin parmaklığına göğsünü yaslayarak ihtiyar ikinci kaptanla görüşen genç kıza çeviriyordu. Delikanlı öylesine hayranlıkla bakıyordu ki; kızı dönüp kendisine bakmaya zorluyordu.

Kız ona bakınca göz göze geliyorlardı...

Davut, gözbağıymış gibi, kızın bakışını tutuyordu.

Gözler birbirine bağlanıyordu.

İkinci kaptan, önemli bir şeyin olmakta olduğunu anladı.

Denizcinin gözünde ne merhamet, ne de arzu vardı. Fakat bunlardan çok daha derin ve engin bir şey vardı. Davut kızı, kendisini kabul etmeye zorluyordu. Bir güverte yolcusu, bir fukara olduğu için değil, fakat o kız gibi bir insan olduğu için, denizcinin bakışının kızın en önemli tellerini titretmekte olduğunu yaşlı kaptan sezdi ve bir bahane ile kızın yanından ayrıldı. Kısa bir an için de olsa, bu iki insan, aynı türden iki yaratık olduklarını anladılar. İki kuş gibi, ayrı dallarda oturup birbirlerine bakıyorlardı.

Deniz seyahati her insanı az çok, görenek zincirinden ve her günkü hayat çemberinden dışarı fırlatır ve insan gönülleri arasında sempati akıntısı dolaştırır.

İnsanlar gemiye, birbirlerinin yabancısı olarak binerler. Aradan bir iki gün geçince, yabancılık duygusunun çoğu ortadan kaybolur. Şehirde ise birkaç es dost dışında insanlar yabancı olarak doğdukları gibi, yabancı olarak yaşar ve yabancı olarak da ölürler...

Birdenbire Davut gülümsedi. Kız da gülümsedi.

Bu, yabancılığı bir kenara atmak, tanışmak ve birbirini kabul etmekti.

Belki de, aralarında geçen şeyde cinsellik farkının -yani birisinin erkek ve ötekinin dişi olmasının- payı vardı.

Aralarında, gözle görülmez kudretli bir bağ oluşmuştu. Bu bağ sınıf, zenginlik, fukaralık gibi yeryüzünün bir sürü engellerini aşıyordu.

Bir an için Davut'un gözü kızın dudaklarına ve göğsüne indi.

Kadının, farkına varmadan göğsünü kabartışı, bir "kendini veriş"ti...

Yaşlı ikinci kaptan, salonun merdivenlerinden inerken, gemi katibine rastgeldi. Nedenini bilmeden ona, "İnsan ne anlaşılmaz şey yahu!" deyip geçti.

Katip, "Acaba bizim moruk aklını mı oynattı?" diye düşünerek başını sallayıp işine gitti.

Tezkere alıp köye dönerken yavuklularına saç maşası almış olan erler, çocuğa bir avuç antepfıstığı vermiş olan köy öğretmeni kadın, Denizci Davut ve birinci mevkideki kız, artık ölünceye kadar, gelip geçen o kısacık anı unutamayacaklardı.

Ciddi ve önemli saydıkları bir anıyla dolu olan varlıklarına, bu ufak tefek şeyler, sanki cennetteki meleklerin geçer ayak gönüllerine düşürmüş olduğu gülümsemelerdi...   

Cevat Şakir KABAAĞAÇLI
  • IP logged
« Son Düzenleme: 01 Şubat 2017, 14:41:59 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

  • *
  • İleti: 1343
Ynt: KAYIKEVİ
#78: 01 Şubat 2017, 22:37:12
Hazır konusu açılmışken pek te bilinmeyen bir kitabı hatırlatmak istedim.Çok özel edebi anlamlar yüklemese de Ahmet Mithat efendinin " Sayyadane Bir Cevelan" adlı kitabı bize tekne ile yapılan ve Beykozdan başlayan ve İzmitte sonlanan 4 günlük bir hikayeyi anlatır.
Okumamış olanların bilgisine sunarken kitabın tanıtım notunu da ekleyeyim.
 
"Keyfim" Kız Kulesi'nden Marmara'ya doğru açılır açılmaz denizin gözlerimizin önünde seriliveren genişliği ile içimizi dolduran zevki sessizlikle geçirmek mümkün müdür? Gerek romanlarımızda, gerek seyahatlerimizde böyle İstanbul'dan Marmara'ya çıkışı, birçok defa tasvir etmiş isek de her defasında başka türlü gözlemler ve bu yüzden de başka türlü duygular ortaya çıktığından bu defaki tasvirler daha öncekilere benzetilemez.

Evet! Boğaziçi de pek güzeldir. Bunu kim inkar edebilir? Hele Boğaziçi'ni ilk defa görenler şaşkınlıklarından bayılacak derecelere gelirler. İstanbullulardan bile uzun süre Boğaziçi'ni görmemiş olanlar, ona kavuşuverince solumaya başladıkları o serin ve temiz havaya doyamıyorlarmış gibi sık sık, büyük büyük, bol bol nefes almaya başlarlar.

Tanzimat'tan sonra başlayan halkı eğitme, halkın kültür düzeyini yükseltme uğraşının en önemli sanatçılarından biri olan Ahmet Mithat Efendi, Sayyadane Bir Cevelan'da gezi edebiyatımızın ilk ve önemli örneklerinden birini vermiştir.

Ahmet Mithat Efendi, dostları İzzet Paşa, Müfit Paşa, Nahit ve Eşref beylerle birlikte, Beykoz'dan başlayarak İzmit Körfezi'ne kadar uzanan bir deniz seyahati için Keyfim adlı kotrayla yola çıkarlar. Tavşancıl taraflarında karaya çıkarak keklik ve bıldırcın avlayacak, bu seyahat için bazı külfetleri göze alacaklardır.

Dört gün süren bu yolculuk, bütün ayrıntılarıyla ve eğlenceli bir dille anlatılırken, tarihi bilgilerle, efsanelerle süslenerek ilgi çekici bir üslupla aktarılmıştır.
(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın bir yerinde yüklü bir iş yelkenlisiyle takışıp yarışmaları anlatılır.Ayrıca dönüşte Beykoz'a nasıl volta volta çıkılabileceğiyle ilgili çok güzel açıklamalar var.Bulabilirseniz geçmişten çok güzel kesitler sunan bir kitap.
  • IP logged
BABA TUNCA /YEŞİLKÖY

  • *
  • İleti: 18
Ynt: KAYIKEVİ
#79: 02 Şubat 2017, 16:35:20
Verdiğiniz emek için  çok teşekkürler. :)xx
  • IP logged

  • *
  • İleti: 3573
Ynt: KAYIKEVİ
#80: 02 Şubat 2017, 21:53:21
Şu hali ile bu forumdan çok keyifli bir kitap çıkar..

Aklımda şöyle bir proje var.. Bir sayısal kitap düşünün. Ancak sayfa numarası, indeksi , içindekiler bölümü yok.. Her açtığınızda deniz ile ilgili başka bir konu çıkıyor. Kimi zaman bir hikaye, kimi zaman bir seyir anısı kimiz zaman denizcilik için önemli birşeyler.. Okuduğunuz sayfalar ayrıca kayıtta tutuluyor. Her açtığınızda yeni bir sayfa.. Ta ki bitene dek.. Nasıl fikir?
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Ynt: KAYIKEVİ
#81: 02 Şubat 2017, 22:17:00
Kaan Abi,

“ Sayyadane bir cevelan” kitabını sayenizde öğrendim. Kitabı sipariş ettim cumartesi alıp okuyacağım hemen. Çok teşekkürler. Diğer Reislerin bahsettiği yazarlara ilaveten; Cem Gür’ün de sözünü ettiği öykücü Zeyyat Selimoğlu, özellikle profesyonel gemici portrelerini ve denizi o kadar güzel anlatmış ki okurken müthiş keyif veriyor. Hele şu aşağıdaki hikaye “Kayıkevi” konusunda çok güzel gider diye düşünüyorum. Hikaye “Kıçüstünde Toplantı” kitabından. “Davlumbazda” isminde.


 Haliç’i bu saatte görmemişiz hiç. Sabah şafak vakti ya da biraz daha sonra. Köprü dubalarının açıldığı saat. Biz dubaların arasından geçip uzun bir süre İstanbul’u göremeyeceğiz. Başka yerleri görmek isteğinin içimizde çöreklendiği günler. Yolculuk delisi Ermeni arkadaşım Ohannes ile geminin davlumbazında sırtlarımız küpeşteye dayalı, kalafat yerine sıralanmış, gemileri gözden geçiriyoruz. Kömür kokuları doluyor burnumuza. Bacadan fırlayarak çıkıp savrulan, döne döne havada dağılıp giden, külhanlarda yanmaktan nasılsa kurtulmuş ufak tanelerden yayılan koku bu. Güzel bir koku. Sabahın bu ıslak serin saatinde daha bir etkili oluyor. Yıldızlardan bir kaçı sönmekten kurtulmuş gibi, göğün ötesinde berisinde henüz. Sinsi bir komandolar gemisi miyiz ne?  Öylesine sessiz ilerlememiz. Aslında sessiz olan bütün Haliç. Bütün İstanbul bu saatte.

Çıt çıkmıyor kalafat yerinden. Ortalık uykuda. Kaldırıp ağır bir şey atsak suyun içine, sanki çıkardığı sesten bütün İstanbul ayaklanacak. Bütün gün kıyılarda sac levhalara, demirlere kıyasıya inen çekiçler, varyozlar, havada asılı kalmış sanki. Başlamak için emir bekliyor gibiler. Yan yana sıralanmış şileplerin bir ikisinin bacasından ince ak bir duman çıkıyor. Uykulu bir duman bu, gözlerini oğuşturur gibi çıkıyor bacalardan. Gemileri yürüten türden bir duman değil. Olmasa da olur sanki. Daha ötelerde kıyı boyunca sıra sıra mavnalar, kara, dolgun etli balinalar gibi. Doklar da uykuda. Bir numara, iki numara, üç numara… Bütün havuzlar sessizlik içinde. Kaynak makinelerinin parıltıları gemi bordaların yalazlamıyor henüz.

Ohannes o çok sevdiğim düşünür edeasıyla konuşuyor:

-   Gözünü sevdiğimin, sevmek gerek böyle şeyleri. Bu katran kömür kokularını, denizlerin kenarını, mavnaların ziftli bordalarını, geceden sabaha geçişi. Yoksa bunları sevmekten başka ne kalır adamın elinde? Şimdi şu alaca karanlığı göremeyen, yataklarında sırtüstü, ağzı açık horuldamakta olan adamlara ne acıyorum bilsen. Birini omuzundan silkip uyandırsam , ulan desem, Haliç’te sabah nasıl olur bilir misin? Gök, karadan laciverte, lacivertten maviye, maviden açık maviye nasıl geçer, hiç gördün mü bakıp da? Yoksa böyle ha babam horuldadın mı yatalak herif? Yaşamak bunları sevmek değil mi gözünü sevdiğim? 

  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#82: 03 Şubat 2017, 12:30:57
Harika, katkılar.
Lütfen, devam ediniz. Ruhumuz daha bir aç.
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#83: 03 Şubat 2017, 12:32:07

SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR


Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine
çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin
nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat
etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki
ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden
yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!...

Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:

Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut
kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri
öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi
rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.

Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük
çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.

Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde
ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.

Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda
donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.

Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.

Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak
ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,
ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş
bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak,
ufalanacak.

Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız
ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları
ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç
soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar
arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,
duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.

Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
HAYIR demezseniz!...

Wolfgang BORCHERT
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Ynt: KAYIKEVİ
#84: 25 Şubat 2017, 21:57:04
19. Yüzyılın sonlarında Osmanlı’da  doktorluk yapmış Şerafettin Mağmumi’nin seyahat anılarını içeren “Anadolu ve Suriye’de Seyahat Hatıraları” kitabından (Cedit Neşriyat 2010) bir kesit paylaşmak istiyorum. Dr. Şerafettin,  Bandırma’da geçirdiği on üç günü anlattığı bölümde kısa bir deniz yolculuğu da anlatılıyor. Bandırma’ya 1894 yılının teşrin-i saninin ( Kasımın) yirmi yedisinde bir Çarşamba günü geliyor.  4-5  gün sonra bu deniz yolculuğuna çıkıyor. Sanki pastırma yazı gibi bir dönemi tarif ediyor. 

“…

Bandırma’da geçirdiğim on üç günün bir haftasının yaz bakiyesi denecek kadar mutedil ve müsait olduğunu yukarıda söylemiştim. İşte bu güzel haftanın en güzel bir gününde idi ki, tahrir ( tapu kadastro)  memuru Hamdi Efendi ile gazinoda otururken, arkadaşımız Doktor Sami Bey gelerek ermeni köyüne gitmekliği teklif etti ve bu vesileyle bir de cevelan ( seyahat) yapılmış olacağını söyledi. Büyük bir barka ( bir tür yelkenli tekne bilgisi olan varsa paylaşabilir) kiralayarak Bandırma’dan açıldık. Yelken şişirmek değil cigara kağıdını kımıldatacak kadar bile rüzgar olmadığından iki kayıkçı kürek çekiyor ve ağır bir yolla gidiyoruz. Tamam iki saatte Ermeni Karyesine (köy)  çıktık. İki dağ arasındaki dereye sokulmuş karyeyi gezdik. Arazi kamilen ( bütünüyle) granit taşından ibaret olup bir çok ocaklar mevcuttu. Binlerce parke taşı deniz kıyısına yığılmış hazır duruyordu. Köy kahyası ile vuku bulan muhaveremizde ( karşılıklı konuşma) İstanbul, Selanik, Romanya ve Bulgaristan’a mikdar-ı külli ( yüksek miktar) kaldırımlık parke taşı ihraç edildiği anlaşıldı. Beher taşın kıymet-i mahaliyesi 10-20 paraymış. ( 3 akçe= 1 para ya da 1/40 kuruş)

Köy halkı hemen bu granit yüzünden geçinmekte olup arazinin müsadesizliğinden dolayı ziraat pek az derecededir.
Kamilen sarı kumdan ibaret sahili dolaşıp, Bandırmaca meşhur olan çeşmeyi ziyaret ettik. Beraberce getirmiş olduğumuz boş çıkıları dahi doldurduk ve saat on buçuğa kadar gezip dolaşarak avdet etmek üzere sandala bindik. Hava yine geldiğimiz gibi. Yelken açtılarsa da buruşuk bir halde duruyordu. Yalnız havanın bulutlanması batı cihetinin kararması nazarı dikkatimi celb ediyordu. Hala sandalcıların her kürekte başlarını  çevirip karartılı cihete bakarak yek diğerine Rumca bir takım sözler söylemesi beni kuşkulandırmakta idi. Binaenaleyh kimseye renk vermeksizin zuhur edecek hadiseyi düşünmeye, beklemeye başladım.

Deniz çarşaf gibi tabir ve teşbihine müstehak olacak kadar durgundu. Soldaki kayalıkların önümüzdeki Bandırma’nın tepe taklak olmuş gölgelerini bulutların aks-ı hayalini denizde temaşa ediyorduk. Kapıdağı şibh-i ceziresinin ( yarım adasının) gayet dar ve müstevi ( engebesiz, düz) dilini, ötesindeki körfezi, seyr ile geçip yolun dörtte üçünü kat etmiş ve Bandırma’ya kürekle hemen yarım saatlik mesafemiz kalmıştı ki ansızın yağmur hem de şiddetle inmeğe başladı. Muşammalaımızı giyerek bundan muhafaza olunduk. Fakat nokta-i muzlimenin ( karanlık nokta) koyuluğu arttıkça artmış dairenin genişliği yayıldıkça yayılmıştı. Sandalcıların kürekleri bırakarak, biri dümene geçip, diğerinin yelken ipini yedeğe alması ve batıya doğru nasbi nazar etmeleri fırtına çıktığını ilam etti. Sath-ı bahirde gölge gibi bir düzlük bize yaklaşıyordu. Birkaç saniye sonra yarım açılmış yelken şişmekle sandal bir tarafa eğilerek ileri doğru süratle kaymağa başladı. Kuvveti ve şiddeti sabit bir cereyan-ı hava olsa yalnız ona göre tanzim edilir ve gidilirdi. Halbuki fırtınanın sağanak halinde gelmesi ziyade tedbirli davranmağa, ihtiyatlı bulunmağı icap ettiriyor ve ufak bir kayıtsızlığın büyük bir tehlike arasedeceği hatta sandalı kapatacağı muhakkak bulunuyordu. Telaşa kapılarak kaptanlarımızı şaşırtmamak için kımıldamamağa hatta ses çıkarmamağa gayret ettik. Kendimi bilmem ama arkadaşların heyecan-ı asabiyeden damarları büzülmüş bet benizleri kaçmıştı. Dümenci dümeni mütemadiyen hareket ettirip, rüzgara tabiyette, yedek ipini tutan sağanak gelirken yelkeni kısıp geçince bir miktar indirmekte kusur etmiyordu. Yarım saatlik yeri, bizi fevkalade ürküten kuvveti sayesinde ve ancak on dakikada kat ile Bandırma’ya girdik. Sağanak kamilen geçmiş. Yağmur kesilmiş, ortalık yine sütliman olmuştu. Karaya ayak basınca birbirimizi cidden tebrik ettik. “



Bu hikayede sandalcılar sanki biraz bahşiş koparmak için bizim doktor ve arkadaşlarını korkutmuşlar gibi geldi. Doktor çaktırmamış ama korktuğu belli. Hikayenin başlangıcındaki sandalcılar, fırtına çıkınca “kaptanlarımız” olmuş. Yüz yirmi beş sene önce geçmiş bu anıyı sizlerle paylaşmak istedim.

1894’ün  Anadolu’sunu anlatan kitabı da tavsiye ederim. Uludağ’ın eski adının “Keşiş Dağı” olduğunu bu kitaptan öğrendim. Sonraki araştırmamda kesin olmamakla birlikte güney doğudan esen “keşişleme rüzgarının” isminin de buradan gelmiş olabileceği bilgisine ulaştım.  Bu bilgiyi teyit edebilecek ya da doğrusunu bilen biri varsa dinleyebiliriz. Ahmet Kabaalioğlu, Can Hoca , Özgür Ökten  ya da Tan Kaan Reislerden birisi bu muammayı çözer bence :)
  • IP logged
« Son Düzenleme: 25 Şubat 2017, 21:59:55 Gönderen: Mücahit Karabaş »

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#85: 26 Şubat 2017, 00:10:55
Güzelmiş. Okumak lazım, teşekkürler.

Bildiğim, evet Uludağ'ın adı keşiş dağıdır. İstanbul'un ve Marmara denizinin güneydoğusunda olmasından dolayı, o yönden esen rüzgara keşişleme denmiş.
Bu arada yaygın kullanımından dolayı bu isimle anıyoruz asıl adı samyeli'dir diye biliyorum.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 26 Şubat 2017, 00:12:55 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#86: 27 Şubat 2017, 15:19:21
BUNLARI BİLİYORMUYDUNUZ ?

GEMİLERDE KULLANILMAKTA OLAN FLANDRANIN TARİHİ GEÇMİŞİ NEDİR?
( Flandra - Genellikle ince bezden yapılmış, uçkurluk bölümü dar, kurdele biçiminde bayrak )

Günümüzde dünya bahriyelerinde kullanılan flandranın geçmişi üç asır öncesine dayanmaktadır. Flandra kullanım geleneğinin başlangıcı ile ilgili İngilizler tarafından ortaya atılan rivayete göre; 1652-1654 yılları arasındaki İngiliz-Hollanda deniz savaşlarında Hollandalı Amiral Maarten Tromp İngilizleri denizden süpüreceğini ima etmek için gemi direğine süpürge asmıştır. İngiliz Amiral Robert Blake ise Hollanda donanmasını mağlup etme kararlılığını göstermek için gemi direğine iki parçalı antrenör kamçısı asmıştır. Savaşı İngiliz Amiral kazanmış ve zaferinin anısına yapılan törende, ince ve uzun formundan dolayı antrenör kamçı flandra (bayrak) olarak adlandırılan flandra, zaman içerisinde donanma gemileri için ayırt edici bir simge haline gelmiştir.

Profesyonel devlet donanmaları 17'nci yüzyılın sonlarına doğru oluşmaya ve şekillenmeye başlamıştır. O zamanlar bütün gemiler (savaş ve ticaret gemileri) yelkenli olduğundan hangi geminin savaş, hangi geminin ticari gemi olduğunu ayırt etmek oldukça güçtü ve bu sebeple donanmalar gemilerini ticaret gemilerinden ayırmak maksadıyla gemi direk başına toka edilen ince uzun formdaki flandraları kullanmaya başlamışlardır.

20'nci yüzyılın ilk yıllarına kadar kullanılan flandralar o zamanlardaki kullanım amaçlarına uygun olarak günümüz flandralarından oldukça büyüktü. Ancak savaş gemilerinin ticaret gemileri ile karıştırılmayacak ayırt edici özelliklere sahip olmaya başlamasıyla flandraların boyutları da küçülmeye başlamış, bu küçülme 20'nci yüzyılda elektronik haberleşmenin gelişmesiyle daha da artmıştır. Flandraların ve benzeri bayrakların kullanımı çok eski zamanlardan beri uluslararası bir gelenek olarak ülkeler tarafından devlete ait gemilerle sınırlandırılmıştır ve günümüzde flandralar çoğu donanma gemileri için karakteristik bir amblem halini almıştır.

Osmanlı Bahriyesinde flandraya ilişkin ilk bilgiler Katip Çelebi'nin 1656 Girit Harbi esnasında yazmış olduğu Tuhfetü'l-Kibar Fi Esfari'l Bihar" isimli meşhur bahriye tarihi kitabının "Flandra ve Bayrak" maddesinde geçmekte ve kitapta; "flandra ve kıç bayrakları yel bayrağına varınca, Paşa baştardasına (gemisine) ve kethüda (buyruğunda) gemisine miriden (devletten) verilir. Sair (diğer) gemilere sarılı kırmızılı birer kıç bayrağı yel bayrağına varınca miriden (devletten) verilir. Sair (diğer) bayrakları ve flandraları reisler kendi malından ederler. Bir geminin flandrası ve bayrağı harir (ipek) olursa iki yüz kuruşa ancak olur" şeklinde belirtilmekte ancak ayrıntıya girilmemektedir. Tarihçiler, o zamanki bahriye usullerimize dair çok değerli bilgiler veren Katip Çelebi'nin ayrıntıya girmemesini o tarihte henüz bayrak ve sancaklarımız hakkında kesin kaideler olmamasına bağlamaktadır.

Osmanlı Tarih deyimleri ve terimler sözlüğünde flandra; "harp gemilerinin ve bilumum beylik (devlete ait) gemilerinin grandi direklerine çekilen ensiz ve uzun sancakların adıdır" diye tanımlanmakta ve "pek eskiden kaptan paşalara mahsus dört köşe sancaklar altına ayrıca iki çatal flandra çekilirdi" şeklinde açıklanmaktadır.

Tarihi resimlerde, Osmanlı bahriyesinde Kaptan Paşa gemilerinde grandi direğinde sancak altında ve diğer gemilerde, özellikle kalyonlarda çatal uçlu flandraların kullanıldığı gözlemlenmektedir (Kılburun Harekatı (1787), İstanbul Limanında Harp Gemileri (1790), Mahmudiye Kalyonu (1840), Kırım Harbi (1853) tablolarında).

1840 Yılında Mehmet Ali Paşa'nın kaptanlığı esnasında basılmış olan donanma işaret kitabının baş tarafına resmedilmiş olan Mahmudiye Kalyonu'nun sancağının altında da çatal uçlu flandra görülmektedir.

1857 Yılında tanzim edilmiş olan levhada kaptanı deryaya mahsus sancak altında çatal uçlu düz kırmızı flandra görülmektedir, ancak üzerinde henüz ay ve yıldız mevcut değildir.

II. Abdülhamid zamanında 1904 yılında flandranın günümüz komutanlık flandraları biçimini aldığı, uçkurluk tarafında beyaz ay ve yıldız olduğu ve artık çatal uçlu olmadığı görülmektedir. Ayrıca kaptan paşalara ait forsun altında çatal uçlu flandra mevcuttur.

Bandiera-şamme-insegne adlı İtalyan eserinde 1911 yılında Osmanlı bahriyesinde kullanılan flandranın uçkurluk kısmının 50 cm boyunun ise 14 m olduğu gösterilmektedir.

Meşrutiyet devrinde 1912 yılında Bahriye Nezareti tarafından Bahriye Matbaasında bastırılan "Devleti Aliyei Osmaniye Sancakları ile Düveli Ecnebiye Bandıralarını Havi Albüm" de flandra 1904 tarihinde olduğu gibi gösterilmiş ve "Harp gemilerinin grandi direklerine çekilen flandradır" şeklinde belirtilmiştir. Cumhuriyet idaresinin kurulmasından ve halifeliğin kaldırılmasından sonra Bahriye Vekaleti Celilesi (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı) tarafından 3 MART 1925 tarihinde önerilen ve 25 MART 1925 tarihinde kabul edilen kararnameye ilişkin çıkarılan "Milli ve Zata Mahsus Sancaklar Talimatnamesi" ile harp ve ticaret gemileri hakkında muayyen esaslar kabul edilmiştir. Bu talimatname milli bayrağın şeklini temsil etmekle beraber daha ziyade donanmanın ihtiyaçlarına göre yapılmış ve harp gemilerinde kullanılan flandranın boyutları günümüzde kullanılan ve aynen aşağıda belirtilen şekli ile belirlenmiştir.

29 MAYIS 1936 tarih ve 2994 sayılı Bayrak Kanununun uygulama usulünü göstermek maksadıyla 25 TEMMUZ 1937 tarihinde onaylanan kararname ile kabul edilen Türk Bayrağı Nizamnamesi (Türk Bayrağı tüzüğü)'nde flandra "Boyu eninin en az on sekiz misli olan ve Türk Bayrağı unsur ve nispetlerine uygun ay yıldızı bulunan bayraklara (flandra) denir. Bunlar ancak harp ve muavin (yardımcı) gemileri tanıma alameti olmak üzere yalnız denizde kullanılır" şeklinde belirtilmiştir.

22 EYLÜL 1983 tarih ve 2896 sayılı Bayrak Kanununun uygulanmasına ilişkin esasları belirlemek üzere 25 OCAK 1985 tarihinde Türk Bayrağı Tüzüğü'nde flandra; boyu eninin 18 katı olan bayraktır. Bu bayraklar savaş gemileriyle yardımcı gemilerde, tanıtma işareti olmak üzere, yalnız denizde kullanılır" şeklinde yeniden tanımlanmıştır. Geçmişte harp gemilerini diğer gemilerden ayırt etmek için kullanılan flandralar günümüzde gemi Komutanlarının simgesi haline gelmiştir ve Gemi Komutanı flandrası olarak adlandırılmaktadır.


Kaynak : http://www.dzkk.tsk.tr
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#87: 27 Şubat 2017, 15:20:17
"KNOT" NEDİR?

Eski zamanlarda gemi süratini ölçmenin tek yolu, suya bir tahta parçası atarak gemiden ne kadar hızla uzaklaştığını gözlemlemek idi. Bu çok kaba ölçme yöntemi, "Chip log" yönteminin bulunduğu 1500-1600 yıllarına kadar kullanıldı. (Her iki yöntem de muhtemelen Hollandalı denizciler tarafından bulunmuştur.)

"Chip Log" aparatı, bir makaraya sarılı olan ipe irtibatlı, küçük ağırlık parçası olan ahşap bir panel ve bir zaman ölçer'den (30 sn.lik kum saati) oluşmakta ve Chip Log ipi boyunca eşit aralıklarla (7 kulaç/42 ft.) düğümler bulunmakta idi. (Kum saati bitene kadar 10 düğüm geçtiyse gemi sürati 10 Knot'tur.)

Denizciler ahşap paneli geminin kıçından suya attıklarında, üzerinde düğümler olan ip makaradan akmaya başlamakta ve gemi ileri doğru daha hızlı hareket ettikçe ip te daha hızlı akmakta idi. Kum saati ile ölçülen belirli bir zaman aralığında geçen düğüm adedinin sayılması ile geminin süratini söyleyebiliyorlardı. Bu yöntem denizdeki sürat birimi olan "Knot"un başlangıcıdır. İngilizce de "Knot" Türkçede "düğüm" demektir. Yani geminin bir saate aldığı yolun deniz mili cinsinden ifadesi "Knot" olarak tanımlanır.

  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#88: 27 Şubat 2017, 15:20:40
"S.O.S" NEDİR?

Çok kişi SOS kelimesinin anlamını "Save our ship" "Gemimizi kurtar"; "Save our soul" "Ruhumuzu kurtar"; "Stop Other Signals" "Diğer sinyalleri durdur" sözcüklerinin kısaltılmışı sanır. Oysa hiçbiri değildir. Tamamen telgraf zamanından kalma mors alfabesiyle ilgilidir. İmdat çağrısının çok kolay akılda tutulabilmesi için 1908 de üç nokta, üç çizgi, üç nokta olan S.O.S seçildi.
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#89: 27 Şubat 2017, 15:21:19
Denizler Hakkında Bunları Biliyor Musunuz?

• Yerkürenin yaklaşık dörtte üçü deniz sularıyla kaplıdır. Bunun önemli bir bölümünün Güney Yarım küre'de yer aldığını,
• Kıtaların arasında Büyük Okyanus, Atlas Okyanusu ve Hint Okyanusu bulunduğunu ve bunların kıtaların içine girmiş ya da arasında kalmış uzantılarına da "kıtalararası deniz" dendiğini,
• Dünyadaki suyun % 97'sinin okyanus ve denizlerde bulunduğunu,
• Atmosferdeki oksijenin %75'ini denizlerdeki bitkilerin ve planktonların (suda sürüklenen küçük canlıların) ürettiğini,
• Denizin altında çok geniş düzlüklerin, derin vadilerin, büyük yanardağların, çok derin çukurların bulunduğunu ve dünyanın en derin denizaltı çukurunun Büyük Okyanus'taki 11 km derinliğindeki "Mariana Çukuru" olduğunu,
• Deniz suyunun, yaklaşık % 0,86 oranında sodyum klorür, daha bilinen adıyla sofra tuzu içerdiği gibi az miktarda altın, gümüş ve hatta -arsenik gibi daha birçok kimyasal madde içerdiğini,
• Bir yandan çok büyük bir besin gücü, öte yandan zengin mineral maddeleri ve enerji kaynağını bünyesinde barındıran denizlerin, ekonomik yönden giderek önem kazanmakta olduğunu,
• Dünya petrolünün yaklaşık üçte birinin ve doğalgazın büyük bir bölümünün açık deniz sahalanndan çıkarıldığını,
• Mercanların, kanser gibi hastalıklar için önemli bir ilaç ham maddesi sağladığını ve mercanların yok olmasının dünyamız için çok büyük tehlikelere yol açabileceğini,
• ilk teknelerin en az 20.000 yıl önce okyanuslara açıldığını denizlerin ticaret ve ulaşım için çok kullanıldığını biliyor musunuz?
  • IP logged

 
Yukarı git