Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: KAYIKEVİ

  • *
  • İleti: 1541
  • Bilen bilir
Ynt: KAYIKEVİ
#60: 15 Ocak 2017, 18:32:02
Bu arada şu filmin yerini bilen veya görenler bir el verseler diyordum  ;)
  • IP logged
DeDe

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#61: 16 Ocak 2017, 00:02:58
Valla bilmiyorum abi... bulsam.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#62: 16 Ocak 2017, 15:21:36
DENİZ KIZLARI

Dünyadaki bilinen en eski deniz kızı hikayesi MÖ 1000 yılına dayanıyor, öyküye göre Semiramis adlı kraliçe, ölümlü bir çobana aşık olur ve sonunda çobanı öldürür, yaptığından utanır ve balık haline gelmek amacıyla kendisini göle atar ama sular onu balık yapamaz, Harika vücudu ve doğasını gizlemekmek için ona bir balık kuyuruğu ve su içinde nefes alabilme yetisi verir.
İlk Atargatis betimlemerli insan kafası vebackları olan balık şeklindedir. Yunanlılar Atargatis'i Derketo olarak tanımlar ve Afroditin yanında göstermişlerdir.
M.Ö. 546 dan önceleri Milat'lı filozof Anaximander, insanlığın suda yaşayan bir tür olduğunu sonradan karaya çıktığını ileri sürmüştür. Şimdi ki evrim teorilerine bakınca, acab boş atıp dolumu tuttu diyor insan doğrusu.

Bir Yunan efsanesine göre Büyük İskenderin kızkardeşi olan Thessalonike, öldükten sonra denizkızına dönüşür ve Ege'de yaşar. Her ne zaman balıkçılara görünse, "Kral İskender yaşıyor mu" diye sorduğu, cevap olarakta "evet, yaşıyor ve yönetiyor" denildiği, aksi durum da bir Gorgon'a dönüşüp tekneyi batıracağına ve denzicileriin ölümüne sebep olacağına inanılır.

İngiliz kültüründeyse, deniz kızlarından uğursuzluk getiren, ya da felaketleri önceden sezen, felaketleri kışkırtan, bazen de tam tersine insanlara yardım eden, iyileştiren yaratıklar olarak tasvir ediliyor. Deniz erkeklerinin ise deniz kızlarının aksine çirkin ve vahşi yaratıklar olduğu belirtilmiş. Ayrıca deniz erkekleri, insanların ilgisini deniz kızları kadar çekmemiş…
Karayip, Afrika, İrlanda, İskoçya, Rusya, Ukrayna, Japonya, Malezya ve daha pek çok ülkenin kültüründe deniz kızlarıyla ilgili efsaneler var. Örneğin, Karayip’lerde deniz kızlarına Aycayia denirmiş, Avrupa folklorundaki bir başka ünlü deniz kızı da Melusine, Japon’lar deniz kızı yiyen bir insanın ölümsüz olacağına inanıyorlarmış! Bazı Avrupa efsanelerine göreyse, deniz kızları insanların dileklerini yerine getirebiliyor.

 Güney Afrika’da, ‘Little Karoo’ isimli bölgede, deniz kızlarının çocukken oyun oynarken görüldüğüne dair iddialar var, aslında kurak olan bu bölge eskiden okyanusun bir parçasıymış, bölgede bulunan deniz kabuklarının fosilleri bunu gösteriyor, bu konuda o kadar çok hikaye anlatılmış ki, nesilden nesile geçmiş.
İlginç olan şeylerden biriside Rus televizyonlarından adını hatırlayamadığım bir kanalda Hazar denizin de bu konu ile ilgili çalışmalar yapıldığını, Astarinsky ve Lyankayaranks bölgelerinde bu hikayelerin çokça anlatıldığı hatta Denizkızı tavsirlerinin birbirinin aynısı şeklinde yapıldığını ve 1950'li yıllara kadar görülme! hikayelerinin çokça anlatıldığını söylüyorlardı.

Elbet bizden de hikayeler var,

Orak adası civarında mitolojik zamanlardan kalma İzmir’li şair Homeros’un Odessa eserinde yer alan Siren Kayalıkları bulunmaktadır.Efsanede anlatılan hikaye odur ki, kaptan olan Odysseus yigit savaşçıları yanında ve teknesiyle fırtınalı ve dalgalı bir havada buranın yakından geçmek durumunda kalmışlar,ancak Siren olarak bilinen deniz kızları bu bölgeden geçen denizcileri şarkı söyleyen güzel sesleriyle kendilerine aşık eder ve sonra onlara doğru gitmek isteyenleri, adı artık Siren olarak anılan kayalıklarda gemileri parçalanmış, kendileri de boğulmuş olarak efsane yaparlarmış. Odysseus akıllı ve kurnaz bir komutan olduğundan siren deniz kızlarının cazibesine hem kendisi hem gemicileri kapılmasın diye önce kendini geminin direğine bağlatmış sonra da herkesin kulaklarına balmumu ile kapatmalarını emretmiş ve böylece onlar azgın sulardan geçerken kendilerinden geçip parçalanmamışlar.

Homeros, sayıları ile ilgili bir şey söylemese de diğer hikayelerde hem sayıları hem de isimlerine değinmişler.
Genellikle, İki ile beş arasında görülürlermiş.

İsim olarak bazı hikayeler de Aglapheme,   Thelxiepeia,  bazılarında Peisinoe, Aglaope ve Thelxiepeia diye geçer. Bu güne kadar geçen ve gerçekliğine inanılan hikayelerde ise, Thelxiepeia-Thelxiope-Thelxisone, Molpe, Agloophonos-Aglaope, Pisinoe-Pisinioe, Parthenope, Ligeia, Leucosia, Raidne ve Teles'tir.

Bu isimler bazı kaptanlar tarafından standart "Mermaid" ismini kullanmak istemedikleri ve teknesinin özel olmasını istedikleri için kullanılırmış.
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#63: 17 Ocak 2017, 14:56:55
Nereden aklıma geldiyse artık... ;D


İmdat Sinyallerindeki Müjde

    Geçimini balıkçılıktan sağlayan Hollanda’nın ufak bir balıkçı köyü, denizde meydana gelebilecek acil durumlar için gönüllü çalışacak bir kurtarma ekibi kurarlar.

    Bir gece çok şiddetli bir fırtına çıkar ve bir balıkçı teknesi denizde mahsur kalır. Teknenin tayfaları çaresiz kalıp, çevreye SOS sinyalleri gönderirler.

    Köyün gönüllü kurtarma ekibi sinyalleri alır ve denize açılmak için hemen hazırlıklara girişirler.

    Tüm köyy halkı ellerinde fenerlerle heyecan içinde deniz kenarında toplanmış, mahsur kalan balıkçıların kurtarılmasını beklemektedirler. Kurtarma ekibi, hazırlıklarını tamamlayarak teknelerini denize indirip dalgalarla boğuşa boğuşa denize açılırlar.

    Bir saat sonra kurtarma ekibi sisin içinden gözüktüğünde köy halkının neşeli haykırışlarıyla karşılanır.

    Kurtarma ekibi bitkin vaziyette sahile vardığında, kaptan, denizdeki kazazedelerin tümünü, teknenin alabora olma tehlikesinden dolayı alamadıklarını ve bir kişiyi denizde bırakmak zorunda kaldıklarını anlatır.

    Kaptan, çaresizlik içinde geride bıraktıkları kişiyi kurtarmak için bir başka teknenin hemen gitmesi gerektiğini söyler. Bu sözler üzerine köyün on altı yaşındaki delikanlısı Hans, kaptana doğru ilerlemeye başlayınca annesi oğlunun elini yakalayıp oğluna yalvarmaya başlar:

    “Oğlum, lütfen gitme. Baban bundan on yıl önce bir deniz kazasında öldü,ağabeyin Paul ise üç haftadır denizden dönmedi, kayıp. Hans, senden başka kimsem yok, gitme oğlum.”

    Hans annesinin yaşlı gözlerine bakarak şöyle der:

    “Anne, gitmem gerek. Herkes, ‘Ben gidemem, bir başkası gitsin’ derse ne olur? Anne, bu kez görev sırası bende. Sıra geldiğinde herkes üstüne düşeni yapmak zorundadır.”

    Hans, gözü yaşlı anasına sarılır ve gecenin karanlığından gözden kaybolur.

    Bir saat kadar bir süre geçer, ama geçen bu süre acılı anneye bir asır gibi gelir.Sonunda tekne sisten çıkıp sahilden gözükmeye başladığında sahildekiler heyecanla tekneye seslenirler:

    – “Kayıp denizciyi buldunuz mu?”

    Cesur delikanlı heyecanla karadakilere seslenir:

    – “Evet, bulduk. Anneme müjde verin. Kayıp denizci ağabeyim Paulmuş!”
  • IP logged
« Son Düzenleme: 17 Ocak 2017, 14:59:35 Gönderen: Tan Kaan Özkan »

E

ERDEMCAKIR

Ynt: KAYIKEVİ
#64: 22 Ocak 2017, 12:28:00
The Net, 6 ocakta girmiş vizyona. İstanbul,Bursa,Ankara ve İzmir'de gösterimde sadece.

Seans bilgileri için: http://www.baskasinema.com/filmler/the-net
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#65: 23 Ocak 2017, 19:25:25
Deniz kızlarından bahsettikten sonra Homeros'un Odysseia Destanında Sirenleri anlatmasını es geçmemek lazım ;

Ulu Kirke dinledi beni, sonra şu sözleri söyledi bana:                                     
-Demek her şey böyle böyle oldu bitti, şimdi kulak ver sen benim diyeceklerime, hep hatırlatsın bir tanrı sana bu dediklerimi:
Seirenlere varacaksın sen en önce, onlar büyüler yakınlarına gelen bütün insanları, kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse onları, yandı, bir daha evinde onu ne karısı karşılar ne çocukları.
Seirenler onu çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler, çayırın çevresinde kemikler vardır, öbek öbek, bunlar kemikleridir etleri çürüyen insanların, büzük büzük durur kemiklerin üstünde deriler.
Durma orada yürü, arkadaşlarının da tıka kulaklarını, tatlı balmumuyla tıka ki, onların sesini dinlemesinler, istersen dinle sen, ama bağlasınlar ayakta seni,                                 
hızlı geminin içinde iplerle bağlasınlar kollarından bacaklarından orta direğe, ondan sonra dinle Sirenleri doya doya.
Ama dostlarına yalvarır da, dersen ki ne olur iplerimi çözün, bağlasınlar onlar senin bağlarını bir kat daha sıkı. O böyle dedi, der demez altın tahtlı şafak göründü, ve Kirke, ulu tanrıça, yollandı adasının içine doğru.
Gemiye gittim ben de, uyardım arkadaşlarımı, haydi binin dedim gemiye, çözün palamarları. Onlar da hemen bindiler ve oturdular sıralara, başladılar kürekleriyle dövmeye kırçıl denizi.
Yelken şişiren bir yel saldı bize, iyi bir yoldaş, lacivert geminin ardından, güzel belikli Kirke, yaman tanrıça, insan sesli, bütün avadanlıkları yerli yerine koyduk ve oturduk,
rüzgarla dümenciler yönelttiler gemiyi.
O sıra seslendim arkadaşlara yüreğim acı içinde:
-Yalnız biriniz ya da ikiniz bilmiş, ne çıkar, ulu tanrıça Kirke’nin bana dediklerini,dostlar, bir bir anlatayım size, bilesiniz siz de her şeyi,
bakalım ölecek miyiz, yoksa kurtulacak mıyız kara kaderden.
Ne yapın yapın, tanrısal Seirenlerden sakının, dedi bana o, büyüleyen seslerinden sakının, dedi ve çiçekli çayırlarından, sen dinle dedi istersen, ama bağlasınlar ayakta seni,     hızlı geminin içinde iplerle bağlasınlar kollarından bacaklarından, dedi, orta direğe, size yalvarır da, çözün iplerimi ne olur dersem, bağlayacaksınız beni o zaman bir kat daha sıkı.
Böyle dedim ve uyardım arkadaşlarımı.



Bu arada gemimiz Seirenlerin adasına varmıştı bile, çünkü itici bir rüzgar esiyordu arkamızdan. Derken rüzgar düştü, deniz oldu çarşaf gibi, bir tanrı bütün dalgaları dindirmişti.
Yoldaşlarım kalkıp geminin yelkenlerini topladılar ve koydular koca karınlı geminin ambarına, sonra da cilalı kürekleriyle döve döve köpürttüler denizi.
O zaman ben tunç kılıcımla, iri bir mum peteğini parçaladım ufak ufak ve ezdim güçlü ellerimle, mum elimin altında yumuşayıverdi o saat, ve Yücelerin oğlu Güneş’in ışınlarıyla yumuşayıverdi.
Sırayla sürdüm mumu arkadaşlarımın kulaklarına, onlar da bağladılar kollarımdan bacaklarımdan  beni sarıp orta direğe ayakta iplerle. Sonra oturup vurdular kürekleriyle kırçıl denize.                                                       
Geldiğimiz zaman yakına, sesin duyulacağı kadar, bi sıvışsak göz açıp kapayıncaya kadar şurdan, dedik, ama gözlerinden kaçmadı yalından geçen hızlı gemi, çınlayan sesleriyle hemen başladılar ezgiye:
-Gel buraya dillere destan Odysseus, Akhaların şanı şerefi, durdur gemini de duy bizim sesimizi.
Hiçbir vakit bir kara gemi buradan geçemedi durup dinlemeden ağzımızdan çıkan tatlı ezgileri, dinlerler doya doya, daha çok şey öğrenir öyle giderler.
Biliriz biz engin Troia’da olup biten her şeyi, Argoslularla  Troyalılara tanrıların ne acılar çektirdiğini, biliriz biz ne olur ne biter bereketli toprak üstünde.
Güzelim sesleriyle onlar böyle diyorlardı işte ve dinlemek istiyordu onları benim gönlüm, kaşlarımla işmar verdim arkadaşlara, çözün dedim beni, onlarsa ha bire kürek çekiyorlardı, iki büklüm.
Perimedes’la Eurylokhos hemen kalktılar ayağa ve bir kat daha sıkı bağladılar bağlarımı. Az sonra epey uzaklaşmıştık Seirenlerden, artık duymaz olmuştuk onların sesini ve ezgilerini, o zaman çıkardılar kulaklarından balmumlarını yoldaşlarım, ve sonra geldiler çözdüler benim bağlarımı.
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#66: 27 Ocak 2017, 13:57:08
AMİRALİN SORDUĞU SUAL

Yakışıklı uniformaları içinde, donanma icin pek lüzumlu olduğu muhakkak olan Amiraller, bazen emretme ve neticeleri babında pek basit olmaktadırlar. Buna U. S. Donanmasında bir hadise dolayısıyla yakinen şahit oldum.

1916 senesi 29 Ağustosunda U.S. Menphis’te gemici idim. Güzel bir gündü. Ve gemimiz San Domingo körfezinde demirli olarak yatıyordu. Deniz sakin ve çarşaf gibi idi.
Guneş ve gemimizin akisleri denizde gayet parlak br şekilde görünüyordu. Herhalde denizin bu dayanılmaz cazibesi sebebiyle olacak ki, bazı arkadaşlar filika yarışına çıkmayı
teklif ettiler.
Takriben oğleden sonra üç sıralarında idi ki yarış başladı. O kadar heyecanlanmıştık ki, pek az sonra hepten unutmuştuk. Gemidekiler de coşkun seslerle yarışanları teşci ediyordu.
Bir anda deniz, hic belli etmeden bütün kuvveti ile kükremeye başladı. Dalgalar o kadar büyümüştü ki, filikalar devrilmeye başladı. Gemiciler sanki oyuncaktanmiş gibi sulara
dökülüyorlardı. Bizi bu hale getiren bir med dalgası olmuştu. O kadar ani olarak bastırmıştı ki, kimse ne tedbir alabilmiş; ne de mücadele edebilecek durumu elde edebilmişti.

Biraz evvelki neş’e ve huzurumuza mukabil, şimdi ortalık karışmış ve darmadağınık olmuştu. Ben, birkaç arkadaşımla birlikte Menphis’ten bir can filikası mayna etmiş ve kükremiş
denizden arkadaşlarımızı kurtarmaya çabalıyordum. Tam bu esnada gemi bizi geriye çağırmaya başladı.
Fakat ne mumkun...
Dalgalar o kadar korkunçlaşmıştı ki, gemiye dönmemiz imkansızlaşmıştı. Filikada bulunan mes’ul zabit bize açık denize doğru kürek çekmemiz icin emir verdi. Böylelikle azgın dalgalarla boğuşmanın mümkün olabileceğini sanmıştı.

Dört saat bu şekilde fırtına ile boğuşmakla geçti. Sonra fenere doğru gidebildiğimiz takdirde, sahile ulaşabileceğimizi düşündük. Fakat ilerlemek mümkün olmuyordu.
Gece olmuştu. Karanlık bütün korkunçluğu ile üzerimize çullanmıştı.
Birdenbire havayı delercesine filikalarımızdan imdat sesleri geldi. Yardım edememenin korkunçluğu karşısında, ölürcesine olduğumuz yere çakılı kaldık.
Bu arkadaşlarımız icin bir kurtuluş yolu olmadığını bilmek, çok berbat bir şeydi. Deniz hakkını alıyordu. Buna kimse mani olamazdı. Benim hissettiğim gibi, bütün herkes şu
anda bir farenin nafakasını temin icin, aslanla mücadele ederken duyduğunu, hissettiğine eminim.

Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Fakat şurası muhakkak ki, bu korkunc hadisenin tesiri ile herkes daha fazla bir kuvvetle küreklere asılmaya başlamıştı. Sahile ulaşmak arzusu
içimizde, denizin korkunçluğuna rağmen, daha fazla büyümüş ve son haddine ulaşmıştı.
Fakat korkunç bir dalga bu arzuyu kursağımızda bırakmaya azmetmiş gibi filikalarımızı devirdi. Ve bizi denizin kucağına attı. Allaha çok şükür olsun ki can yeleklerimiz vardı.
Tabii dört elle bu kurtarıcıya sarıldım.
Saatlerce böyle su üstünde kaldım. Etrafımı karanlıktan göremiyordum. Ses seda da gelmiyordu. Etrafta öyle bir sessizlik vardı ki,
Allah kimseye bilmeyi nasip etmesin.
Ses yalnız denizden geliyordu. Hem de ne ses ?
Kükrüyor, homurdanıyordu. Sanki doymamış gibi idi. Bu arada uniformamı üzerimden çıkardım. Üzerimde yalnız donum ve kurtarıcım olan can yeleğim kalmıştı. Tabii deniz de
bu vaziyette pek cazip değildi. Zira deniz kopek balıkları ile dolu olup, nereye gittiğimi de bilmiyordum. Tamamiyle denizin merhametine sığınarak, Allahtan yardım icin dua etmeye başladım.
Eminim ki “O” beni gorecek ve kurtaracaktı. Fakat saatler gectiği halde ne bir kara görünüyor ve ne de bir kurtarıcı yaklaşıyordu. Ümidim kaybolmaya başladı. Hayatım icin
mücadeleye başlıyor, fakat kuvvetimi çok geçmeden kaybediyordum.
Ölüm mukadderdi. Bu ara babamın sesi kulaklarımda çınladı. “Hayat olan yerde ümid de vardır.” O anda sanki bu ses uzaklardan ve denizin dibinden geliyor gibi geldi bana.
Bu sözü defalarca tekrarladım. Annem de sanki beni cağırıyordu. Halbuki şu anda benden 2.000 mil uzakta idi. Sonra öğrendimi ki tam o anda annem de kızkardeşime, “Sanki William beni çağırıyor, onu işitiyorum” demiş.
Bu hadisenin bugün izahı belki güçtur. Amma ayniyle vaki olmuş ve belki de denizin olagelmiş binlerce garip hadisesinden birini teşkil etmiştir.
Sanki günler geçmiş gibi idi. Henuz sabah olmamıştı ki, vücudum bir kara parçasına değdi gibi geldi bana.
Karaya ulaştım zanniyle kalbim hopladı. Kafam “acaba” diyordu. “Yanılmış olmayasın.” Her halde hayaldi bu. Fakat ellerim, evet ellerim bana ilk hakiki müjdeyi verdi.
Bu bir mercan kayası idi. Nihayet bir adaya varabilmiştim.
Alıştıkça, buranın bir hayli yuksek bir ada olduğunu gordum. Tırmanmak çok güçtü. Fakat insan boyle zamanlarda nelere muktedir olamıyor ki! Çalışıp çabalayıp nihayet
adaya tırmanmaya muvaffak olabildim. Yorgunluktan bitmiştim. Biraz dinlenip, yola tekrar revan oldum.
Nerede idim? Bilinmiyen bir istikamete doğru yürüyordum. Fakat hislerimin beni doğru olan yola doğru götürdüğüne emindim. Halen etrafta hayattan eser görünmüyordu.
Sanki çok uzun zamandan beri yalnız yaşıyordum. Ağır ağır ilerliyebiliyordum. Zira bir hayli yorulmuş ve yaralanmıştım.
Nihayet uzaktan bir ev görmek nasip olunca, ona doğru yoneldim. Bu bir kulübe idi. Eve iyice yaklaştığımda, adımlarım da sıkışıyordu. Sanki korkunc bir geceyi bir an evvel
bitirmek istiyordum. Kapıyı yumruklarcasına vurup bekledim. Gece hala karanlıktı, içerden bir kadın sesi geldi. Kapı açıldığında kadının yüzünde korkunçluk taşıyan bir ifade olduğunu gördüm. Vucudum yağla kaplanmış; oramda buramda yosunlar vardı. Tabii ki hala can yeleğim de sırtımda idi. Donum ise bir hayli çirkinlik arzediyordu.

Ona, bana yardım etmesini soylediğimde, başını sallayıp, ispanyolca bir iki kelime söyleyip, kapıyı yüzüme kapadı. O ingilizce ben de ispanyolca bilmiyorduk. Dışarda
kalmıştım. Tabii ki bu halimle kadını korkutmuştum. Geriye dönüp başka bir yol bulmaya calışmaktan başka bir şey kalmıyordu. Sendeleyerek, nereye gideceğimi bilmeden yürümeye başladım. Çok geçmeden bir fayton gördüm. Faytonu süren iyi bir adamdı. Bana, San Domingo adasında olduğumu ve şehre para almadan götüreceğini soyledi.

Faytonun içine şöyle bir uzanıp gozlerimi kapatınca, kendimi Cennetin eşiğinde sandım. Biraz sonra adam, sıcak bir şey isteyip istemediğimi sordu. Ancak başımı sallayacak
kadar kuvvetim vardı. Beni bir eve götürdü. Orada bir kadın çabucak bir kahve hazırladı. Allahım o ne lezzetli, nefis bir kahve idi. Sanki ab-ı hayattı. Bir kaç dakika sonra adam
beni “San Domingo City” deniz hastahanesine götürdü.
Orada “Menphis”in yarı harap olmuş vaziyette kayalara bindiğini oğrendim. Aynı zamanda donla, başka kimsenin giremediği bu ihtilalci memlekette bütün gece yürüdüğümü gene burada oğrendim. Diğer taraftan zehirli deniz kirpilerinin üzerinde yürümüş, bir şey olmamıştım. Zira bunları görmüş ve ellerimle ayaklarımdan dikenlerini söküp atmıştım.
Ben hastahaneye gidince, Amiral de orada idi. Üstumde hala can yeleği vardı. Amiral beni gorunce, şöyle bir süzdükten sonra “Hangi cehennemin dibinden geliyorsun” demez mi?
Dedik ya Amiraller bazen pek basit oluyorlar. Ben ona şu şekilde bir cevap mı vermeliydim, dersiniz ;

“Donanmaya dünyayı gürmek için girdiğimden, şöyle bir dolaşayım dedim, efendim! Ancak bu seferkini gemisiz yapmak mecburiyeti hasıl oldu.”

( Mart 1958 Deniz dergisi William SWANSON’dan ceviri )
  • IP logged

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#67: 31 Ocak 2017, 19:22:52
Bir denizcilik forumunda bahsedilmesi gereken isimlerden biridir, Sait Faik Abasıyanık. Edebiyat olmadan herşey bir eksik. Okuyalım, hatırlayalım, öğrenelim.


SAİT FAİK ABASIYANIK'TA DENİZ İMGESİ...


Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı Türk öykücülüğünün en tanınmış sanatçılarındandır. Öykülerinde konu ve olay önemli yer tutmaz. “Çehov tarzı” denen durum/kesit öyküsünün temsilcisidir. Kendine özgü şiirsel bir anlatımı vardır. İstanbul öykücüsü olarak tanınmıştır, öykülerinde İstanbul’u,
denizi, kıyıları, balıkçıları, kenar mahalleri ve doğasıyla işlemiştir. İstanbul’un değişik yerlerinde; kalabalıklar içinde,köprü altlarında, balıkçılar arasında; kısacası halkla birlikte yaşamıştır.
Kahramanlarının duygu, düşünce ve hayallerini verirken kendi bohem yaşamını, yalnızlığını anlatmış, yaşama sevincini işlemiştir.Öykülerinde çocukluk ve gençlik dönemi İzlenimlerini yaşatan Sait Faik‘in,
yalın bir dili vardır.
1906-1954 yılları arasında yaşamıştır. İlk ve orta öğrenimini Adapazarı’nda ve İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki eğitimini yarıda bırakarak
isviçre’ye ekonomi öğrenmeye gitmiştir. Bir süre Fransa’da da kaldıktan sonra Türkiye’ye geri dönmüştür. Azınlık okulunda öğretmenlik, zahire ticareti gibi işlerde bulunduktan sonra babasının geliri ile Burgaz
Adası’ndaki köşklerinde yaşamıştır. (Bu köşk, şu anda Sait Faik Müzesi’dir.) Sait Faik Abasıyanık' ın basılan ilk yazısı "Uçurtmalar"dır.Onun Bursa gözlemlerini yansıtır.Bundan sonra yayımladığı "Yağma", ilk yazıdaki
gözlemlerinin devamıdır... Ona ün kazandıran hikayelerini Varlık Dergisi' nde yayımlamıştır. Sait Faik Abasıyanık, çok başarılı bir İstanbul hikayecisidir. Abasıyanık, hikayelerine kendi sıkıntı ve avarelikleri ile birleşen kadere küskün insanları konu edinmiştir. Ada ve deniz, balıkçılar, kırlar, hayvanlar, annesine olan sevgisi, çocuklara, kadınlara olan sevgisi, meyhaneler, kıyılar, sahil çalışanları, kıyı manzaraları hikâyelerinde büyük yer tutar.

ESERLERİ: Semaver, Sarnıç, Şahmerdan, Lüzumsuz Adam, Son Kuşlar, Havada Bulut, Havuz Başı,
Alemdağda Var Bir Yılan, Mahalle Kahvesi, Az Şekerli ( öykü ),Medar-ı Maişet Motoru, Kayıp Aranıyor(roman ),
Şimdi Sevişme Vakti ( şiir)...(1)


Kendisi hakkında çoğunlukla konuşmamıştır Sait Faik. Balıkçılar, Ada, balık türleri, deniz kıyıları, limanlar, kıyı işçileri, kuşlar, kıyı manzaraları,sohbetler ve küçük küçük anılar (özellikle siroz oluşu ve ölene kadar yaşadığı sıkıntısını az az hissettirmesi) Sait Faik otoportresini tamamlar niteliktedir. Neden Burgaz'a yerleşmiş ve ölene kadar daha çok da konularını (gerçek-hayali) neden buranın deniz manzaralarından üretmiştir? Siroz olup insanlardan kaçması, kimi hikayelerinde "insanlardan nefret ettiğini" söylemesi, kimilerinde de "bayrakları değil insanları sevdiğini" belirtmesi, onun paradoksu mudur, fiziksel hastalığının ruh yapısına da sirayet etmesi midir?
1954 yılında kendisiyle son röportajlardan birisini yapmış olan Gülen Erdal ile arasında geçen konuşmaya bakmamız gerekir...
Gülen Erdal: "Umumiyetle nerede ve nasıl yazarsınız?"
Sait Faik: "Hikaye yazmak için oturduğum hiç vaki değildir. Hikaye yazmak içimden gelmeli ve sonra oturup yazmalıyım. Hikayelerimi ekseri herkesin arasında, bir balıkçı kahvesinde ve evimde gece yarısından sonra
annem uyurken yazarım."
Gülen Erdal: "Niçin hep denizden ve balıkçılardan bahsedersiniz?"
Sait Faik: "Adada oturuyorum. Denizi pek çok severim, balıkçıları da öylesine. Balıkçı kahvesine gider
otururum.Oraya çeşitli balıkçılar gelir, ben onlarla ahbaplık eder, kayıklarıyla denize çıkar, onları avlamağa
çalışırım." (2)


Burada dikkat edilirse, onları (balıkçıları) avlamağa çalıştığını, yani konu malzemesi topladığını açıkça belirtiyor. O, deniz insanlarını yakından tanımış, ruh ve fizik yapılarını içine sindirmiş, sonrasında çevre izlenimleri arasında, kendi düşleri ve düşünceleriyle örerek; deniz ve denizle ilgili olan birçok şeyi, çok fazla da olay örgüsühavasında olmayan bir izlenim/durum/kesit aktarımı içinde kaleme almıştır...
İlk kitabı"Semaver-Sarnıç"ın ilk öyküsü "Semaver"de, sisli bir kış Haliç'ini, sandal iskelesini, anasının ölümü ve semaver/salep kazanı etrafında anlatır. (3) Bu ilk kitabıyla başlayan denizi veona ait/bağlıkelime/kavram/olay/durum/şahıs/mesleki çalışma alanlarını/denzi araçlarını/balıkları/kuşları ve adaları anlatma tutkusu daima sürmüştür...Semaver-Sarnıç'ta yer alan "Stelyanos Hrisopulos Gemisi" adlı öyküde, tuhaf kuşlar, ada rüzgarları, misina-çapari takımları, deniz gırgırları, balık ağı tamiri etrafında, Trifon ve dedesi Stelyanos'un
oyuncak gemi yapması anlatılır. Trifon, dedesinin kendine yaptığı gemiye, ölmüş ninesinin adını verecektir, ama dedesi duygulanıp ağlamasın diye, yapma geminin gövdesine, dedesinin kendi adını yazmasını ister.
Bu üç fülokalı gemi denize indirildiği gün, onaltı yaramaz çocuk tarafından taşlanarak batırılır.(4)
"Bir Kıyının Dört Hikayesi" adlı hikayede, ada sahiline yanaşan soğancı kayıklarını ve bunların çalışanlarını, sahildeki kedileri ve çocukları anlatır...Barbunyaların, isparilerin, balıkçı ağlarını parçalayan,
dalyanları bozan, yaşlı balıkçıları yutan bir ejderhanın ve bir balıkçı ölüsüne ilişkin anlatımların hikayede yer aldığını görürüz...(5) Aynı şekilde yaz tatilcileri,sahil kenarı kahveleri, garsonları ve yaşananlar (Garson adlı hikaye); fiyordlar, kanallar, limanlar, gece olduğundaki sakin deniz görüntüleri ve hayali olarak dolaşılan dünya denizleri şiirsel bir dille aktarılır (Robenson adlı hikaye): "Anlaşıldı, ben bayrakları değil,
insanları seviyorum. Öyle ise, yuvarlak dünyanın üstünden akıp geçen yıldızlara bakan vapurlarda ömrüm geçecek." dedirtir, Robenson hikayesinin yazar/kahramanına...
"Beyaz Altın" (6) adlı hikayede, kendisi gibi başka zenginleri tuzağa düşürüp malına mülküne el koyan
Eskicizade adlı bir şahsın portesini aktarır. Vurgun parasıyla su kenarlarında eğlence yapmayı seven bu adama,göl/dere manzaraları etrafında yer verir Sait Faik. Su kıyılarındaki eğlence yerlerinde yemeyi, içmeyi, eğlenmeyi
seven bu adam ölmeden önce beyaz altın adlı bir madenden takma diş yaptırır. Öldükten sonra gömüldüğü mezardan çıkartıldığında (çünkü mezar yerini değiştirmek gerekmiştir), ölüsü bulunamaz. Mezarlık, dişleri için açılmış,ceset çalınmıştır; kemikleri bile bulunamaz. Eskicizade, su kenarı köyünün sakinlerinin, kendi çevirdiği dolaplardan haberi olmadığını düşünmesinin cezasını böylece öder. Ama Sait Faik'in, burada yaşananlara bile, bir su kenarı kondurması, onun denizlerin parçası olan sulardan kopamadığını duyumsatır okuruna...
"Ormanda Uyku"da Kaşıkadası'nın değişik yönlerdenanlatılmasını, "Kim Kime"de, ölmüş kocasına yardım edilmeyen bir kadının, Kadıköy Vapuru'na kaçak binerek, sessiz ve trajik şekilde intihar etmesini
okuruz...(7-8) Plaj İnsanları, bir süre yaşadığı Granouble, Marsilya Limanı, deniz imgesi yönlü olarak bu hikayelere malzeme oluşturur.(9)
"Şahmerdan/Lüzumsuz Adam" (10) adlı kitabının, "Şahmerdan", Medar-ı Maişet Motoru'ndan (11) alınma "Kaşıkadası'nda"adlı bölünmüş/hikayelenmiş kısım, "Alt Kamara", "Bizim Köy Bir Balıkçı Köyüdür" adlı hikayeleri de,
Sait Faik'in yakından tanıdığı, gözlemleme olanağı bulduğu liman işçileri, tersaneciler, dalgıç eskileri ve bunların yokluk/işsizlik dönemlerinde çalışma ortamlarında yaşananlar, vapurların alt kamaralarında yolculuk eden
yoksul, silik, sessiz insanlar ve trajedik yaşamları, Kaşıkadası'nın balıkçı, tatilci,yazlıkçılarına ve balıkçılıkla uğraşan emek insanlarının başından geçenlere ilişkin aktarımları, sade bir dil ve Sait Faik'le özdeşleşen durumların resmedercesine anlatıldığı şekliyle okuruz...Şahmerdan'da demir portel, oksijen kaynakları, hamlacılar, denizciliğe
ait terimlerden "vira", "bando" gibi sözcükler eşlik eder manzaraya. Çalışmayan, arkadaşlarına şahmerdan'la yük çekme
sırasında destek olmayan iş savuşturucu Salih'in, komşusu ve daima savunucusu olmuş Abdurrahman'ın tekmesiyle denize
uçması, sinematografik bir aktarım ve gerilimle verilir...Deniz işçilerinin yaşam kesitleridir bunlar...
"Hişt Hişt"ten (13) bize seslenen kimbilir kimdir veya nedir? Deniz mi, çalılar mı, güneş mi, Ada mı, balıklar mı ya da gönlümüzün-ruhumuzun sesi mi? "Dülger Balığı"nda anlatılan canavar balık, çevremizdeki insanlar
olmasın sakın? Sait Faik'in yazdığı gibi: "Bir kere suyumuza alışmayagörsün. Onu canavar haline getirmek için hiçbirfırsatı kaçırmayacak" (14) mıyız sahi?
"Havuz Başı/Son Kuşlar" (15) kitabında, balıkçısını Bulan Olta" adlı bir öyküsü var. Bu öykünün adı,
bana Kafka'nın "Taşrada Düğün Hazırlıkları" adlı kitabından şu cümleyi hatırlattı: "Bir kuş, bir gün kafesini aramaya çıktı.." Aynı kitabında Sait faik, "Sivriada Geceleri"ni, "Barba Antimos"u anlatır bizlere,
denize dair meseller olarak.
Sait Faik, günlük konuşmalarında, elbette ki dost sohbetlerinde veya kısmen yazdığı yazılar veya kendisiyle yapılan röportajlarda, deniz tutkusunu hep söylemiştir. Bu dile getirme, onun yaşadığı hastalığı sonucu
gidip sığınmak zorunda kaldığı, ondan iyileşmeyi umduğu Burgazadası'nın, ona kazandırdıkları, yaşattıklarıdır. Belki Burgazadası yaşantısı olmasa bu kadar eser bırakamayacaktı, çünkü bütün bir varlığıyla, denizi ve ona ait imgeleri kuramayacak, yaşantı biçimi olarak özümseyemeyecekti! Günlük yaşantısından izlenim olarak, "Deniz Müzesinde"(16)
yazısını yazmış, hayata olan tutkusuyla denize olan tutkusunun bireşimini sergilemiştir...


Bütün bu hikayelerde Ali, Hrisopulos,Karahisarlı, Kravokiri, Abdurrahman, Salih, Reis, Mücahit, Odisya, Yakup,"Plajdaki Ayna"yı kıran deli aynacı ile "Karanfiller ve Domates Suyu"nun Adalı Kör Mustafa'sı,(12)
alt kamara mahkumları, adı bilinen bilinmeyen tiplemeler, Sait Faik'in, bu insanların çoğunu yakından tanıdığını anlatımlarda bize kanıtlıyor.Çünkü bu insanlar, hala aramızda yaşayan, salınan, gezinen, dolaşan, yiyen, içen,
evlenen, başları derde giren, kederlenen ve mutsuz olan, çoğu zaman kaderleri gülmeyen, "mutsuz çoğunluğu" anımsatıyor bize...
Bu tiplemeler, yine çoğunlukla, kıyı yerleşimlerinde, limanlarda, vapurlarda gözlemlenmiş gerçek kişilerdir. Başka canlı varlık türleri; deniz altı ve kıyı kenar otları, yeşillik ve çiçekleri olarak manzarayı tamamlar.
Kıyılardaki kedi ve köpekler, balıkçı nimetlerinden pay bekleyen yaratıklardır. Nimetler ise, her türlü deniz varlığı olarak yan tip aktarımı şeklinde sıralanır...Kuşlar, türlü türlü kuşlar manzarayı tamamlamakta geç kalmaz.


Sait Faik, çeviriler yapmış,şiir de yazmıştır. Bunlar, "Şimdi Sevişme Vakti" (17) adlı kitabında biraraya getirilmiştir.
Yalnız, bu şiirlerini kendisi fazla önemsememiştir. "Hikayeleri şiirleştireceğime, şiirin hikayesini yazarım,"
dediği bilinmektedir, yakın çevresine. Böyle bile olsa, biz onun şiirlerinde geçen deniz imgelerine bakalım:
"Seni seviyor
Bu Adriyatik dalgalarına,
Gemilerin yelkenlerine sardığım kalb." diyor, "Sicilya Ormanları" (18) adlı şiirinde. Adeta denize olan tutkusunu, hayalinde canlanan aşkıyla özdeşleştirerek...
"Ceylan-ı Bahri" şiiri, olduğu gibi, deniz üstüne bir güzellemedir:
"Neremden geliyor bu sevinç?
Sana baktıkça çocuğum:
Maviliklerin, badem ağaçlarının,
metruk havuzların, kurbağa seslerinin
Güzelliğinim
İskele çımacısının altın yüreğini...
Gelecek bir sabah vakti, güneşten;
-Derin elemlere rüzgar-
Bastonunda kış armutları asılı
Küpeştesinde ekmek ayvaları,
Kirli yelkenine fırtınalar sarılı
Kavunlarda sulh ve sükun
Halatlarında mesut sahillerle
Bir ceylan-ı bahri."


"Şimdi Sevişme Vakti" adlı şiir kitabında, sait Faik'in denizle ilgili şu imgeleri de çokça görülüyor:
"akıntı, kayıklar ve gelip geçen"; "Büyük bir sandal/-Akıntının içinden çekip-"; "Sana koşuyorum bir vapurun içinden/
Ölmemek, delirmemekl için..."; "Napoli, beyaz şehir,/Venedik' te gondollar geziyor../../Napoli, güzel balıkçı"; "Vapurun dümen yerinde çaldığım ıslık/Yağmurlu güvertedeki Türküm,/Sana yaklaşmaya vesiledir/ Yoksa canım, seni unutmak için değil."
"Senden bahis açılmadıkça susmak isterim./Senden bahis açmaya vesiledir/Kınalıada, vapur, deniz, yunus.";
"Ben hikaye yazarken
Kafamdaki insanlar
Balığa çıkarlardı" demesi bile, ne denli deniz tutkunu olduğunu, görmemize yeter sanırım...
 

KAYNAKLAR*:
     Yılmaz Arslan çalışması
1.) Sait Faik, "Sait Faik Kaynakçası/Bitmemiş Senfoni"; Bütün Eserleri-15, Bilgi Yay.*
2.) Sait Faik, "Balıkçının Ölümü/Yaşasın edebiyat", Bütün Eserleri-9, s.269-270
3.) Sait Faik, "Semaver/sarnıç", Bütün Eserleri-1, s.9-13
4.) age, s.14-23
5.) age, s.29-35
6.) age, s.141-156
7-8)age, s.177-192
9.) age, 193-229
10.)Sait Faik, "Şahmerdan/Lüzumsuz Adam", Bütün Eserleri-2
11.)Sait Faik, "Medar-ı Maişet Motoru", Bütün Eserleri-3
12.)Sait Faik, "Mahalle Kahvesi/Havada Bulut", Bütün Eserleri-4, s.15-23 ve 46-49
13.)Sait Faik, "Alemdağ'da Var Bir Yılan/Az Şekerli", Bütün Eserleri-7, s.71-74
14.)age, s.75-79
15.)Sait Faik, "Havuz Başı/Son Kuşlar", Bütün Eserleri-6,s.166-169,170-174,183-195
16.)Sait Faik, "Açık Hava Oteli/Konuşmalar Mektuplar", Bütün Eserleri-10,s.58-61
17-18.) Sait Faik,"Şimdi Sevişme Vakti", Şiirler, Bütün Eserleri-13, muhtelif sayfa ve şiirlerden alıntı...
* BİLGİ YAYINLARI, Bütün Eserleri...
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1343
Ynt: KAYIKEVİ
#68: 31 Ocak 2017, 20:47:26
Sait Faik Abasıyanık ve Cevat Şakir Kabaağaçlı denize olan ilgimi farketmemi sağlayan,Bütün eserlerini okuduğum yazarlar.Çok guzel bir derleme olmuş.Teşekkür ederim.

Bursa Erkek Lisesinde okuduğunu zannediyordum.?
  • IP logged
BABA TUNCA /YEŞİLKÖY

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#69: 31 Ocak 2017, 20:53:31
Haklısınız, o kısım eksik kalmış, bildiğim kadarı ile, İstanbul Erkek Lisesinden atılmış lise eğitimini Bursa Erkek lisesinde tamamlamış.
  • IP logged

  • *
  • İleti: 3573
Ynt: KAYIKEVİ
#70: 31 Ocak 2017, 20:54:35
Kaan, çok teşekkürler.. Keyifle okudum..
  • IP logged

  • *
  • İleti: 1547
    • Classicboats Turkiye
Ynt: KAYIKEVİ
#71: 31 Ocak 2017, 23:03:22
Cevat Şakir- Zeyyat Selimoğlu- İhsan Oktay Anar ve Sait Faik bu ülkenin "sivil" deniz insanlarını anlatır. Zanaatkârlar, emekçiler, düşünürler ve sokaktaki insanlar. Sait Faik'in diğerlerinden fazlası ve cezbedici olan tarafı anlattığı İstanbul ve Adalardır. Barış içinde bir ortak yaşam vurgusu ile deniz sevdası bir arada içine çeker okuyanı.

Her nedense Sait Faik- George Moustaki- Dallaras- Panait İstarti- Amin Malouf  hep bir aradalarmış gibi gelir bana. Sanki hepsi ve her biri aynı hikayeyi anlatırlar.
  • IP logged
“İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına bakmaya bile değmez… İlerleme dediğin, ütopyaların gerçekleşmesidir” diyordu Oscar Wilde.

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4253
Ynt: KAYIKEVİ
#72: 01 Şubat 2017, 00:36:30
Bence İhsan Oktay Anar'ı saymamak lazım abi. Çok beğendiğim bir yazar olmasına karşın ve muhakkak denize çok hakim biri olmasına karşın, edebiyatı açısından pek onlarla bir sayılamaz gibi geliyor bana.
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

T
  • *
  • İleti: 2171
Ynt: KAYIKEVİ
#73: 01 Şubat 2017, 00:54:51
Yelken-tekne işiyle benzeştiririm hep.

Ah mine'l-aşk ve mine'l-garaib
  • IP logged

  • *
  • İleti: 492
Ynt: KAYIKEVİ
#74: 01 Şubat 2017, 01:50:49
Hazır konusu açılmışken pek te bilinmeyen bir kitabı hatırlatmak istedim.Çok özel edebi anlamlar yüklemese de Ahmet Mithat efendinin " Sayyadane Bir Cevelan" adlı kitabı bize tekne ile yapılan ve Beykozdan başlayan ve İzmitte sonlanan 4 günlük bir hikayeyi anlatır.
Okumamış olanların bilgisine sunarken kitabın tanıtım notunu da ekleyeyim.
 
"Keyfim" Kız Kulesi'nden Marmara'ya doğru açılır açılmaz denizin gözlerimizin önünde seriliveren genişliği ile içimizi dolduran zevki sessizlikle geçirmek mümkün müdür? Gerek romanlarımızda, gerek seyahatlerimizde böyle İstanbul'dan Marmara'ya çıkışı, birçok defa tasvir etmiş isek de her defasında başka türlü gözlemler ve bu yüzden de başka türlü duygular ortaya çıktığından bu defaki tasvirler daha öncekilere benzetilemez.

Evet! Boğaziçi de pek güzeldir. Bunu kim inkar edebilir? Hele Boğaziçi'ni ilk defa görenler şaşkınlıklarından bayılacak derecelere gelirler. İstanbullulardan bile uzun süre Boğaziçi'ni görmemiş olanlar, ona kavuşuverince solumaya başladıkları o serin ve temiz havaya doyamıyorlarmış gibi sık sık, büyük büyük, bol bol nefes almaya başlarlar.

Tanzimat'tan sonra başlayan halkı eğitme, halkın kültür düzeyini yükseltme uğraşının en önemli sanatçılarından biri olan Ahmet Mithat Efendi, Sayyadane Bir Cevelan'da gezi edebiyatımızın ilk ve önemli örneklerinden birini vermiştir.

Ahmet Mithat Efendi, dostları İzzet Paşa, Müfit Paşa, Nahit ve Eşref beylerle birlikte, Beykoz'dan başlayarak İzmit Körfezi'ne kadar uzanan bir deniz seyahati için Keyfim adlı kotrayla yola çıkarlar. Tavşancıl taraflarında karaya çıkarak keklik ve bıldırcın avlayacak, bu seyahat için bazı külfetleri göze alacaklardır.

Dört gün süren bu yolculuk, bütün ayrıntılarıyla ve eğlenceli bir dille anlatılırken, tarihi bilgilerle, efsanelerle süslenerek ilgi çekici bir üslupla aktarılmıştır.
(Tanıtım Bülteninden)
  • IP logged
Saygı, Sevgi ve Selametle. Netsel Marina - Marmaris Dimple Y/Y

 
Yukarı git