HALİL CİBRAN
Elvis Presley ölmeden önce onu okuyordu. Herkes onu "Doğu'nun Nietzsche"si olarak adlandırdı. Rodin, onun "20. yüzyılın William Blake'i" olduğunu ilan etti. Kitapları gençliği zehirlendiği gerekçesiyle memleketinde kilise tarafından aforoz edildi. 60 ve 70'li yılların savaş karşıtı ve çiçek gençliğinin olduğu kadar duvar yazılarının da idolüydü. Büyük şair Adonis, ki o da Lübnanlıdır; Cibran'ın "edebiyat güneşinin yörüngesinin dışında kendi evrensel anlamıyla yalnız gezen bir göktaşı" olduğunu söyler. Başyapıtlarından bir kabul edilen "Ermiş" (The Prophet) bugün bütün dünya tarafından 20. yüzyılın en kült birkaç kitabından birisi olarak kabul edilmektedir. Kırktan fazla dile çevirilmiş olan "Ermiş" ilk yayınlandığı 1923 yılından bu yana yüzlerce milyon kopya satmıştır. Bu eser hakkında sayısız tez ve makale yayınlanmıştır.
BİRİNCİ CİLT
Asi Ruhlar, Ermiş, Ermişin Bahçesi, Kaçık(Meczup), Kum ve Köpük, Lazarus ve Sevdiği, Şeytan, Yeryüzü Tanrıları,
İKİNCİ CİLT
Bir Damla Yaş ve Bir Gülümseyiş, Gezgin, Haberci, İnsanoğlu İsa, Musiki, Sus Kalbim, Vadiler Perisi
Birinci cilt içinde ki Ermiş kitabından bir bölüm ;
Gemiyi Beklerken
Kendi çağının şafağı, seçilmişi ve sevgilisi El Mustafa, Orphalese kentinde on iki yıldır kendisini doğduğu adaya götürecek gemisini bekliyordu.
Derken, on ikinci yılda, hasat ayı Eylül’ün yedinci günü, kent surlarının dışındaki bir tepeye tırmanıp denize baktı; sis bulutları içinde gemisinin yaklaşmakta olduğunu gördü.
İşte o zaman yüreğinin kapıları ardına kadar açıldı ve sevinci engin denizlere doğru uçtu. Sonra, gözlerini kapayıp ruhunun sessizliğinde duaya başladı.
Ne var ki tepeden inerken içini bir hüzün sardı ve kalbinden bir düşünce geçti:
Nasıl terk edeceğim bu kenti, huzur içinde ve acı duymadan? Hayır, ruhum sızlamadan ayrılmayacağım buradan.
Uzundu surları içinde geçirdiğim acılı günler, uzundu yalnızlık geceleri. Peki, kim ayrılabilir acısından ve yalnızlığından, içinde bir pişmanlık duymadan?
Çoktur bütün bu sokaklara saçtığım ruhumun parçaları, çoktur özlemimin şu tepelerde çırılçıplak gezinen çocukları; nasıl bırakayım onları bir sorumluluk duymadan, yüreğim yanmadan?
Bu çıkarıp atacağım bir giysi değil, kendi ellerimle paraladığım bir ten. Hayır, benim ardımda bıraktığım, uçup giden bir düşünce de değil, açlıktan ve susuzluktan olgunlaşmış
bir yürek. Ancak, oyalanamam daha fazla. Her şeyi kendisine çağıran deniz çağırıyor beni de, gitmeliyim. Kalırsam, saatler gecede yanıp tükenirken, donup billûrlaşacağım, bir kalıba tıkılıp kalacağım.
Ah! Buradaki her şeyi yanıma alabilseydim keşke.
Ama nasıl alayım?
Ses onu kanatlandıran dili ve dudakları taşıyamaz.
O tek başına boşluğa haykırmahdır.
Yuvasından kurtulan bir kartalın güneşin önünde yalnız uçması gibi. Ve El Mustafa tepenin eteğine vardığında, yeniden denize doğru baktı ve limana yaklaşan gemisini gördü. Pruvadakiler memleketinin çocuklarıydı. Ruhunun sevgiyle eridiğini hissetti ve şöyle dedi:
Ey kadim anamın oğulları, ey dalgaların süvarileri, Kaç kez yelken açtınız düşlerimde! Ve şimdi ben uyanıkken geliyorsunuz, benim en derin düşüm olan bu uyanma vaktinde.
Hazırım gitmeye, arzum fora etmiş yelkenlerini, rüzgâr beklemekte.
Bu durgun havada içime çekeceğim son bir soluktur bu, son bir kez dönüp bakacağım arkama sevgiyle, Ve sonra, sizden biri, gemiciler arasında bir gemici olacağım.
Ve sen, engin deniz, benim uykusuz anam, Irmaklar ve nehirler için, tek sensin huzur ve özgürlük, Son bir kez daha kıvrılacak bu ırmak ve son bir çağıltı daha çağlayacak bu çayırda, Sana gelmeden önce, sonsuz bir okyanusta sonsuz bir damla olarak.
El Mustafa yürürken, uzaktan erkeklerin ve kadınların bağlarını, bahçelerini bırakarak, hızla kent kapılarına doğru geldiklerini gördü. İnsanlar onun adıyla seslenerek, tarladan tarlaya bağırıp gemisinin geldiği haberini birbirlerine ulaştırıyorlardı. İşte o zaman, şöyle düşündü:
Ayrılık günü, aynı zamanda bir toplanma günü mü olacak? Akşamımın, gerçekte, benim şafağım olduğu mu söylenecek?
Sabanını karığından çekip bırakana ya da üzüm cenderesinin çarkını durdurana ne vereceğim ben?
Meyvelerini devşirip onlara verebileceğim yüklü bir ağaç mı olacak yüreğim?
Arzularım taşıp köpürecek mi pınar gibi, kadehlerini dolmak için?
Ben bir harp mıyım sonsuz olanın dokunduğu, ya da bir ney mi onun soluğuyla canlanan?
Sessizlikleri arayan ben, sessizliklerde güvenle sunabileceğim hangi hâzineyi keşfettim?
Bu gün benim hasat günümse eğer, hangi tarlalara ve hangi unutulmuş mevsimlerde, bir tohum ekmişim?
Fenerimi yukarı kaldırma fırsatı bana verilmişse gerçekten, içinde yanan benim alevim olmayacak.
Boş ve karanlık olacak benim fenerim, Ve gecenin bekçisi yağ doldurup ateşleyecek onu.
Söze döktükleri bunlardı işte. Ama yüreğindeki çok şey söylenmeden kaldı. Çünkü daha derindeki gizini kendisi de dile getiremezdi. Ve kente girdiğinde, herkes onu karşılamaya geldi ve hep bir ağızdan ona sesleniyorlardı. Kentin yaşlıları öne çıkıp şöyle dediler:
Bizi bu kadar erken bırakıp gitme.
Öğle güneşi oldun sen alacakaranlığımızda, senin gençliğin göreceğimiz düşleri bağışladı bize.
Sen aramızda ne bir yabancı, ne de bir konuksun, sen bizim oğlumuz ve sevgilimizsin.
Gözlerimiz şimdiden yüzüne hasret kalmasın.
Rahipler ve rahibeler de ona seslendi:
Denizin dalgaları bizi şimdi ayırmasın, aramızda geçirdiğin yıllar bir anıya dönüşmesin.
Aramızda bir can gibi yaşıyordun ve gölgen bir ışıktı yüzümüze düşen.
Biz seni çok sevdik, ama suskundu ve bir tül ardında saklıydı sevgimiz.
Oysa şimdi yüksek sesle yalvarıyor sana ve örtüsünü açıyor önünde.
Ve hep böyle olmuştur ezelden beri, ayrılık vakti gelip çatıncaya kadar, sevgi kendi derinliklerini bilmez.
Başkaları da gelip yalvardılar ona. Ama o hiç cevap vermedi. Sadece başını eğdi; yanındakiler gözyaşlarının göğsüne aktığını gördüler.
El Mustafa, kalabalıkla birlikte, tapmağın önündeki meydana doğru yöneldi. Ve tapınaktan bir kadın çıktı, adı El Mitra’ydı.
Biliciydi bu kadın.
El Mustafa derin bir muhabbetle baktı ona.
Çünkü ilk o peşine düşmüş ve ilk o inanmıştı kendisine, kente gelişi henüz bir gün olmuşken üstelik.
Kadın onu şöyle selamladı:
Ey Tanrı’nın Elçisi, ey Mutlak olanın ardına düşen, ne zamandır ufukları gözlersin, yolunu beklersin geminin.
Ve gemin geldi işte, gitmelisin. Anılarının toprağına, daha büyük arzularının yurduna duyduğun özlem derin; ne sevgimiz bağlayacak seni, ne de sana olan ihtiyacımız tutabilecek.
Ama, bizi terk etmeye hazırlanırken, bizimle konuşmanı ve bize hakikatinden vermeni diliyoruz senden.
Ve biz de onu, zamanı gelince, çocuklarımıza aktaralım, onlar da çocuklarına ve böylece sürsün ve hiç yok olmasın bu hakikat.
Yalnızlığının içinde günlerimizi izledin ve uykusuzluğunun içinde uykumuzun ağlayışlarını ve gülüşlerini dinledin.
Bu yüzden, şimdi, bizi bize anlat ve doğumdan ölüme ne varsa sana gösterilen, öğret bize.
Ve o cevap verdi:
Ey Orphalese halkı, neden söz edebilirim size, şu anda bile ruhlarınızda kıpırdayıp duran şeyden başka...