Bir yerde deniz kültürüne örnek olarak şu paragrafı vermiştim:
"Vendee Globe[1] yarışı sırasında uzunca bir süre bir albatros eşlik eder Isabelle Autissier’e[2]. Ona taktığı ad Bernard’tır. Albatros Bernard Moitissier’den[3] alır ismini; dünyanın belki de en ilham verici deniz gezgininden. Moitissier okyanusların Shakespeare’idir. Sayısız denizciye ilham kaynağı olmuştur öyküsü ve yazdıkları… Moitissier’in teknesinin adı Joshua’dır. Joshua kimdir derseniz…
Bir ihtiyar adamdır Joshua, Joshua Slocum[4]. Büyük yelkenlilerin çağı geride kalırken ıskartaya çıkan bir deniz ihtiyarı. 1895 Nisan’ında çözer palamarı, bırakır kendini tek başına okyanusların koynuna. 1898’de geri döndüğünde amatör denizciliğin başyapıtını yayınlar: “Tek Başına “Yelkenle Dünya Turu”.[5]
Ve bu eser ancak 113 yıl sonra buluşabilir Türk okuyucusuyla. Ve bir büyük deniz tutkunu yazar önsözünü; Sadun Boro. “Hoş geldin Slocum” diyerek başladığı önsöz şu satırlarla biter: “Aramıza gelişi yüzyılı geçmiş de olsa hoş geldin koca Kaptan Joshua Slocum, hoş geldin evimize, teknemize.”
Sadun Boro’nun Pupa Yelkeni[6] olmasa o sayı 14 bile olamazdı belki. Slocum gibi bir ilham kaynağı oldu Sadun Boro’da kendini okyanuslara bırakan Türk denizcilerine."
Başından beri Bülent'in bahsettiği anlamda bir amatör denizcilik kavramından bahsedebilmek için mutlaka deniz kültürünün izlerini aramak gerektiğine inandım her daim. Günlük yaşamda, edebiyatta, resimde, yontuda...
Bakın bir bozkır çocuğu olsa böyle mi anlatırdı Haliç'i Prokopios:
"Dalgalar gürültüyle yükselip taşlara çarpmazlar ve denizde olduğu gibi gürüldeyerek köpüklere bölünmezler; su, alçakgönüllülükle ilerler, sessizce karaya dokunur ve dinginlikle geriye çekilir.”
Hemen her açıdan mirası tartışılır Osmanlı'ya bakalım:


Bir tablo vardı, gözümün önünden hiç gitmiyor, bulamadım, Osmanlı döneminde sandalda tek başına balık tutan bir kadın...
Daha önceki yorumda da uzun uzun bahsettim, ben bir memur çocuğuyum. Bütün çocukluğum ciddi bir ekonomik imkansızlık içinde geçti. Ama bugün hala hatırladığım şeyler arasında babamın Kurbağalıdere'den sandal kiralayarak balığa çıkması, Dereağzı'nda beni denize atması var. Daha 10 yaşına gelmeden kendi çaparilerimi yapıp balık tutacağım diye İstanbul'un tüm kıyılarını arşınlayışım, okulu kırıp eski Kadıköy Evlendirme Dairesi önündeki mendirekten beyaz donumla denize girişim, biraz palazlanınca sandal kiralayıp saatlerce kürek çekmekten aldığım haz...
3 yıl önce Gümüşlük'te atmış demiri dışarıda hava sakinlesin diye beklerken İngiliz, Fransız bayraklı göt kadar fiber yelkenlileri ile seyir yapan çocuklu aileleri gördükçe önce kendimden ve tırhandilimden utandım. Sonra düşündükçe şunu farkettim kendi adıma; ulan yelken vardı da biz mi yapmadık. Adamlar el kadarken yelkenle başlıyorlar hayata, oysa bizim kürekle başladı deniz serüvenimiz. Ama asıl önemli olan kısmı şuydu; yaşadığım coğrafyaydı beni denize iten ya da denizci yapan.
2005 yaşantımda önemli bir dönüm noktası oldu. STH (Sualtı Temizlik Hareketi) deneyimi sayesinde deniz, denizcilik, deniz kültürü gibi kavramlar ister istemez yaşantımın merkezine yerleşti. Sualtından çöp toplayarak başlayan çaba sadece birinci yılın sonunda basit bir olguyu koydu karşımıza; deniz kültürü. Denizin insan yaşamındaki konumu, deniz kültürünün toplum içindeki yeri doğal olarak kentin, ülkenin insanının denizle ilişkisini, denizciliği, amatör denizciyi ve amatör denizcilik kavramını şekillendirecekti.
2011 yılına kadar patlıcanın bakanıyla levreğin bakanı aynıydı güzel memleketimde. Hala da bir şey değişmedi aslında; adı denizcilik olan ama deniz ticareti dışında vizyonu olmayan bir bakan bakıyor şimdi de. Çünkü hala altı tarafı denizlerler çevrili bu tuhaf ülkede ne devletin, ne de çoğunluğu topraksoylu halkının denize dair ne stratejisi, ne fikri, ne zikri... hiç bir şeyi yok. İstanbul'a bakın yeter. Tarihin en muhteşem deniz kentini yüzyılda ne hale getirdiğimize bakın. Hala altından tünel oyup, üstünden köprüler kurararak aşmaya çalışıyoruz Boğaz'ı.
Çok kolay dağılıp, zor toparlıyorum. Nedense sevdiğim bir konu olunca neredeyse panik halde yazıyorum.
Şimdi, İstanbul'da yaşarken en çok kıl olduğum mevzu 35 metrelik motoryat sahibi sonradan görmeyle aynı kefeye konulmaktı. Devletin gözünde birdik, halkın gözünde bir. Zaten marinada da komşuyduk. Bir barınağa kaçmamın en temel sebeplerinden biridir aslında bu. Bir marinaya ait değilim, bir marinada mutlu değilim.
Ve ne yaptım, tası tarağı toplayıp bir barınağa geldim. Çevremde deniz emekçileriyle yaşıyorum artık. İşte tam da bu noktadan sonra yepyeni bir dönem başladı hayatımda.
Her daim sevdiğim, gıpta ettiğim küçük balıkçı sadece bir kaç ay içinde düşman belledi. Neden mi, denizi temizlemeye çalışıyor, onları "kirletici" gibi gösterdiğimi düşündükleri için. Gel gör adamların bas bas bağırdıkları balıkçılık yasağının kalkması için çalışan da bir tek ben varım Kaş'ta.
Tur tekneleri apayrı alem. Adamın teknesi kıçını vuruyordu iskeleye. Sahibini tanımadığım için Liman Başkanı'nı aradım. 10 dakika sonra geldi ve ne yaptı biliyor musunuz, bana posta koydu, neden Liman Başkanı'nı aradın diye.
Geçenlerde şenlik kapsamında çocuklara denizcilik eğitimi verdim ve en çok neyi anlatmakta zorlandım biliyor musunuz, dalış ya da tur teknesi olmayan Yengeç'in ne işe yaradığını.
Uzun lafın kısası, Bülent, bugün ister denizcilikte, ister günlük yaşamda... hayatın hemen her alanında en önemli sorunumuz eğitim ve kültür seviyelerimiz arasındaki inanılmaz uçurum. Balıkçıya selam vermekten vazgeçmeyin, ama karşılığını da beklemeyin. 200 kadar tekne, bir o kadar kaptan ve balıkçısı olan ama bir tane bile denizcisi olmayan bir barınak hayal edin; işte size Kaş barınağı. Eminim tablonun biraz daha farklı olacağı noktalar vardır ama buraya varana kadar gördüğüm tablo neredeyse aynı.
Yani kalantoru da, emekçisi de bir benim gözümde. İnsanın insan olamadığı bir coğrafya da ne denizci olur, ne amatör denizci. Azınlık kavramının bile bol geldiği bir avuç kendini bilmez olarak tırmalar gider, en fazla bir kaç çocuğun aklını çelebilirsek umudumuzu tazeler, o gece biraz daha keyifli uyuruz belki. Ama ne kısa, ne de orta vadede daha fazlası zor görünüyor.
[1] Vendee Globe, tek başına, durmaksızın ve yardım almaksızın düzenlenen dünyanın en zorlu yelken yarışı.
[2] Isabelle Autissier, Vendee Globe 1996-1997
[3] Bernard Moitissier, 1968 Sunday Times Golden Globe Race’i kazanmak yerine yolculuğa devam etmeyi seçen, ardında bir çok denizciye ilham kaynağı olan eserler bırakan Fransız denizci, yelkenci, yazar.
[4] Joshua Slocum, Spray adlı teknesiyle tek başına dünya turu yapan ilk denizci.
[5] İlk Defa Tek Başına ‘Yelkenle Dünya Turu’, Kaptan Joshua Slocum (Naviga Yayınları)
[6] Pupa Yelken, Sadun Boro, [Hürriyet Yayınları (1969), Ege Yayınları (2004)]