Tuzlu Su Sinemaları: Mediterraneo

Başlatan Çetin Kent, 11 Aralık 2025, 14:22:59

« önceki - sonraki »

Çetin Kent

Adadaki garip sessizlik devam etmekte, özellikle Çavuş Lorusso sıkıntıdan patlamaktadır. Rusya cephesinde savaşmak vardı şimdi diye şikayetçidir. Votkadan, yemekten, hanımlara kadar her türlü dünya nimeti orada varken tıkıldığımız yere bak şikayetleri.

Dağın başında yaşayan kardeşleri alarma geçiren ve peşinden gittikleri seslerin sebebi de keçiler çıkar. İki kardeş  sığındıkları yere geri döndüğünde onlar için asma yaprağına sarılmış peynirlerin bırakıldığını görürler. Etrafta kesin birileri vardır, o kesin ama bırakılmış lezzetli peynirleri götürmeyi de ihmal etmezler. O sırada çalılıkların ardından izlendiklerinden ise habersizdirler.

Adalılarla ilk temas eden ise emir eri Farina olur. Bir öğlen şekerlemesinden, çevresi bir sürü çocukla çevrili halde uyanır. Küçükler kahkaha ve çığlıklarla kaçarken Farina arkadaşlarına durumu haber vermiştir bile.

Filmin en akılda kalıcı sahnelerinden biri önümüzde akmaya başlar. Asılı bembeyaz çarşafların ardında köy halkı günlük hayatına kaldığı yerden devam etmektedir. Koşuşan çocuklar, yaşlılar, bol bağırış, çağırış ve elbet fonda filmin o bildik melodisi.



Garip olan ise köyde sadece yaşlılar, kadın ve çocuklar vardır. Çavuş Lorusso tecribesini konuşturur: Bu bir pusu olabilir, bir keresinde ben İspanyadayken benzer bir durum olmuştu...." Diğerleri sözünü tamamlamasına izin vermezler, "tabii tabii... kesin öyle olmuştur.... yine mi..." Çavuş biraz bozulur ama yapacak bir şey yoktur, sıkıldık be adam senin savaş anılarından!



Yaşlı bir teyzeye erkekler nerede diye sorarlar ama İtalyanca bilmeyen teyze onlara bir domates verir. Mantıklı?!?! Teğmen bildiği kadarıyla Yunancasıyla tekrar sorar, kadın kiliseyi göstererek "papas" der. Kiliseye giderlerken papas kelimesinde takılıp kalmıştır bizim Çavuş Lorusso. "Bu yaşta kadının babası sağ mıymış ya, çok ilginç"



Kiliseye büyük bir saygıyla girerler. İkonaları eskimiş, bakıma ihtiyaç duyan kilisenin papazını bulurlar. Yirmi sene İtalya'da yaşamış ve dillerini bilen papaz efendi bizim saftorikleri rahatlatır. Tüm ada sakinlerinin neden saklandıklarını sorduklarında, papaz onlardan önce Almanların geldiğini ve ada halkına kötü davrandığını,evleri, tekneleri yaktıklarını, erkekleri alıp götürdüklerini, esir ettiklerini anlatır. Gemiyle geldiklerinde bizimkileri de Alman sanmışlar. Her ikisi de düşman sonuçta ama İtalyan, gene ne de olsa Akdenizlidir, kötünü iyisi diye düşündüler herhalde.


Yaşayıp gidiyoruz.

Bülent Büyükdağ

Aklımda yanlış kalmadıysa, (ama kaynak nedir derseniz onu tamamen unuttum, sağlam kaynaktı bildiğim) Meis'in ilginç öyküsü de "unutulmuş" ada olmasıdır. Türkiye ve Yunanistan, Ege kayalıkları- adalar üzerine filan görüşürken, hiç Meis gündeme gelmez. Türkler zaten Yunan'ın, Yunanlılar da zaten Türkler'in diye düşünür. Aradan çok zaman geçer. Bakarlar ki ada ortada kalmış. Türkler bizimdir Yunanlılar bizimdir derken, yine yanlış anımsamıyorsam 1911 ya da 12 olması lazım Uşi antlşamasına bakarlar, ha derler bu İtalyanlarınmış. Eee, İtalyanlar adaları kime bırakmış, Yunan'a, o halde tamam demişler bu ada Yunan'ın. Aklımda kalan budur.
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

Çetin Kent

Şehir merkezindeki gelişmelerden haberdar olamayan dağdaki nöbetçi Munaro kardeşlere dönelim. Akdeniz güneşi altında birer beyaz "paçalı donla" nöbet tutan kafadarlar birden keçilerin çobanını görürler. En az kendileri kadar dağ köyleri doğallığında bir adalı kız! Korkup uzaklaşan kızın dikkatini çekmek için bin türlü şaklabanlıklarla kızı güldürürler.



Bu filmin televizyonlarda filan pek fazla oynatılmama sebeplerine yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Efendim filmin ikinci yarısında biraz cinsellik var, biraz "tüttürülen bitki" kullanımı var, biraz da Türkleri negatif gösterme var. İlk yarısında ne güzel gidiyorduk, ikinci yarıda film çoluk çocukla izlenemeyebilir kategorisine geçiş yapıyor maalesef.

Bu arada tepedeki kalede yatıp kalkan bizim askerler, papazın tavsiyesiyle kasabadaki boş bir eve yerleşirler. Hayat güzelleşiyor! Taşınmaya yardım eden köylülere karşı bizim Çavuş Lorusso arkadaşlarını uyarır, yerel halkla yakınlaşmayı yasaklayan düzenlemelerden kurallardan bahseder ama kimse onu takmaz. "Kadına, tavuğa, horoza ilk dokunan askeri mahkemeye çıkacaktır" diye tehdit de eder, de kimin umurunda. Sürekli bağıran çavuş eskisi kadar etkili bir askeri korku yaratmamaktadır. Adamlar zaten askerliğe, savaşa uzak adamlardı, biraz rahat yüzü görünce iyice yumuşadılar.

Teğmen ise kendini iyice resme, şiire, okumaya, sanata vermiştir. Yerel halktan adamların portrelerini çalışır, hatta yanına gelen papaza der ki: "Evden ayrıldığımdan beri ilk defa bu kadar iyi hissediyorum kendimi" Teğmenin çizimlerini beğenen papaz ise bir teklifle gelir. Kilisenin durumu malumdur, duvar resimlerinin tekrar çizilmesi gerekmektedir. Tabii herhangi bir ücret ödenmesi sözkonusu değildir.



Bu arada Strazzabosco da, hani şu katırını kaybeden, adada Silvana'ya benzeyen bir eşek bulur. Eşeğini kaybedip buldurma hikayesinin bir versiyonunu yaşıyor kerata. Ayrıca aynı Strazzabosco'nun aslında ne yere bakan yürek yakan bir adam olduğunu da anlarız. Zira kasabadaki kadınlardan biriyle  gizli gizli bakışmalarını yakaladık! Ah Strazzabosco ah, bizden kaçar mı!



Bu arada telsiz operatörü asker Colasanti, telsizi kırıldığından beri boşluktadır. İyi bir aşçı olan Colasantinin elinden berberlik dahil her iş gelmektedir. Ordudaki en büyük idolu de Çavuş Lorusso'dur. Onun gözüne girmek için elinden geleni yapar.

Çavuş Lorusso'nun bir fırlamalığını daha görürüz. Şu sürekli evini ve hamile eşini özleyen asker vardı ya. Garibim eşine yazdığı mektupları postaya versin diye Çavuş Lorusso'ya getiriyormuş, Bir sahnede görürüz ki Lorusso'nun çekmecesi adamcağızın mektuplarıyla dolu, hiçbirini yollamamış!
Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Bu arada film Youtube'da var. Türkçe ve İngilizce altyazı olmadığı için sadece İtalyanca bilenlere, bir de bu güzel dilin melodisiyle güzel görüntüleri seyretmek isteyen sinema delilerine linkini bırakayım.

https://www.youtube.com/watch?v=Pw7eI7BtSJA&t=198s

Youtube, filmin forum sayfasına konmasına izin vermedi, linki tıklayarak gidebilirsiniz.


Dünya çapında çok sevilmiş bir film. Filmdeki sanatçıların günümüzdeki hallerini gösteren bir video da var, onu da aşağıya ekleyeyim, konu başlığımız renklensin. Bakalım bu video forum sayfasından direkt izlenecek mi.

Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Uyarı: 45. Dakikadan sonra film bir yetişkin filmi haline geldiğinden Adile Teyzenin kuzucuklarının artık uyuma vakti.

Teğmen kilisede fresk boyama işine kendini kaptırmış ortalarda yokken, karargaha bir kadın gelir. Tüm müfrezenin feleği şaşar, zira gelen kadın bir afettir. Önce emir eri Farina dağılır, sonra Çavuş Lorusso ve diğerleri. Büyük bir saygı çerçevesinde Vasilissa isimli kadının neden komutanla görüşmek istediğini anlamaya çalışırlar. Vasilissa  kendini tanıtır, açık sözlü mert bir kadındır fakat bizim askerlerin Yunancayla alakası olmadığından biraz yanlış anlamalar olur. Burayı dikkatli izlemek gerekir, altyazı düzgün değilse sahnedeki espri kaçırılabilir. Vasilissa Çavuşa yarı İtalyanca yarı yunanca "duliamo" için konuşmaya geldiğini söyler. Çavuşun "Duliamo" diye anladığı çalışma anlamındaki "δουλεύουμε" gibi yunanca bir kelime. Lorusso'nun cevabı kesindir: Duliamo diye birini tanımıyorum?!?! Kadın derdini anlatacak kelimeyi bulamaz, sonra Ergasiya (muhtemelen Εργασία) gibi bir şey der. Yunanca "iş" veya "çalışmak" demek istiyor kadıncağız. Lorusso'nun cevabı hala net ve açıklayıcıdır: "Yok, Duliamo Ergassa diye bir adamı tanımıyorum" Askerlere döner tanıyor muyuz diye sorar, onlar da tanımıyorlardır. Sonunda İtalyanca kelimeyi hatırlar Vasilissa, lavoro deyince iş çözülür. Kadın "iş" konuşmaya gelmiştir!



Lorusso ne iş yaptığını sorunca Vasilissa'nın cevabı "πούτα" yım olur. Puta. İtalyanca'da buna benzer bir kelime vardır ama Lorusso konduramaz, Yunanca ne demek bu puta diye askerlere sorar, telsizci Colasanti atılır: "Fahişe demek!"

Çavuş ve diğer askerler Colasanti'ye çok kızarlar, bir hanıma karşı ne biçim bir terbiyesizliktir bu gibilerden ama Vasilissa duruma el koyar: Evet doğru söylüyor, benim işim bu?!?!?!?!
Çavuş biraz önce üzerine yürüdüğü Colasanti'ye aferin der, takdir eder. Neticede iletişimi sağlamıştır, ne de olsa telsiz operatörü adam!



Vasilissi iş konuşmaya gelmiştir sonuçta, devam eder: "İlginizi çeker mi?" Odadaki askerler çavuştan önce onay verirler. Çavuş sorumlu bir yönetici ve bir asker olarak, biraz da utanarak şöyle der: "Yönetmeliklere bir göz atmam lazım...ama ilgileniriz yani" Askerlerdeki memnuniyetin yanında, evini özleyen askerin muhtemelen halen yazmakta olduğu mektubunu gömlek cebinden alıp daha görünmez bir cebe sakladığını görürüz.

Dağda bıraktıkları kardeşler ve kilisede fresk boyayan teğmen haricinde kalan askerler için hayat daha güzel hale gelmiştir. Deniz kenarındaki mavi ev konusundaki detayları anlatmaya gerek yok. Fakat dağdaki askerler bu durumdan habersiz olsalar da , hayatlarından şikayetçi değildirler. Tanıştıkları çoban kızla nöbetçi Munaro kardeşler arasında  "pastoral" bir şeyler dönmektedir. Rtük sınırlarını ihlal etmeden diğer sahnelere geçelim.

Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Adaya geldiklerinden beri teğmenden aldığı kitapları okumaya başlayan emir eri Farina, Vasilissa Hanım'a karşı diğerlerinden farklı duygular beslemektedir. İlerleyen bölümlerde Vasilissa'nın da Farina'ya karşı boş olmadığını görürüz.



Adada hayat kendi ritmiyle akarken, deniz kenarında yaptıkları bir futbol maçı sırasında tuhaf bir şey olur. Gözcü Munaro kardeşler bir işaret fişeği atmıştır. Maç anında durur. Savaşla, askerlikle artık bağları kopmuş gibi yaşayan müfreze bir anda şaşkınlığa düşer. Alarm verilir, siviller evlerine gönderilir. Teğmene haber verilmelidir: Düşman gelmektedir!
Bu sırada Munaro kardeşler de şehre iner. Kırmızı bayraklı bir geminin yaklaştığını söylerler. Teğmen ile Çavuş hemen akıl yürütür:
"İngilizler değilse... e Ruslar mı yoksa?"
Munaro kardeşler devam eder:
"Rus değil ama... daha çok Türk bayrağına benziyordu!"



Herkes bir an durur; Türklerle savaşta olup olmadıklarını düşünürler. Munaro kardeşler ayrıntı vermeyi sürdürür. Meğer gelen şey bir balıkçı sandalıdır! "Gemi demiştin, dememiştin" tartışması sürerken kıyıya yaklaşan Türk balıkçısı Aziz'i görürüz. Gayet barışçıl, el sallayarak ve bağırarak gelmektedir:
"İtalyanlar ve Türkler! Una faccia, una razza!"
(Aynı yüz, aynı ırk!)
Aziz işi bilir; adamları hemen çözer. Kilisede papazla ilk tanıştıklarında da papaz askerlere aynı cümleyi kurmuştu:
"İtalyanlar ve Yunanlar! Una faccia, una razza!"
Akşam sofra kurulur. İtalyan "kardeşlerimiz" Aziz'in getirdiği tütünü pek beğenir. Teğmen dâhil herkes keyifli bir gece geçirir. Teğmen, sigara dumanlarıyla Odysseia destanı arasında bir bağ kurar; buna "unutuluşun dumanı" adını verir.
Aziz'in dünyadan haberi yoktur. Savaş, Mussolini, Hitler onun için hiçbir anlam taşımaz.
"Kaş, Antalya, Fethiye... no war!"
Çavuş Lorusso, Aziz'in bu kayıtsızlığına adeta çıldırır.



Aziz'in balıkçı kayığına el koyup Rodos'a gitmeyi ve cephelere geri dönmeyi oylamaya sunarlar. Lorusso el kaldırır; onun baskısıyla telsizci Colasanti ve eşini özleyen asker de katılır. Adada kalmak isteyenler ise Munaro kardeşler, emir eri Farina ve katırcı Strazzabosco'dur. Teğmen, komutan olarak oy kullanmasının doğru olmadığını söyleyerek tarafsız kalır.
Dört oya karşı üç oyla adada kalınır.
Farina mutludur.
"Unutulmanın adasında kalıyoruz. Çek bir unutulma dumanı," diye Çavuş Lorusso'ya takılır.
Lorusso, "Aksiyondan niye uzak kalıyoruz, hileli oylama yaptınız," diye son bir serzenişte bulunur ve çaresizce çubuğunu tüttürür.
Bir süre sonra tüm birlik çakırkeyiftir; abuk sabuk her şeye gülmektedirler. Teğmen ve Çavuş dâhil herkes iyice uçmuştur. "İtalya'da bu meret niye yasak?" sorusuna katırcı Strazzabosco bilgece cevap verir:
"Faşizmde iyi olan her şey yasaktır."
Çavuş Lorusso kafayı buldukça Mussolini taklidi yapar; diktatörün acayip duruşuyla balkon konuşmalarını ti'ye alır. "Hani tekneye binip gidecektin?" diye takılsalar da, o oylamaya saygı duyduğunu ve kalacağını söyler. Gece ilerledikçe, başta adadan gitmeyi ve cephelere dönmeyi savunan "asker" Lorusso'nun, birkaç lokma ve birkaç nefes sonra ortama ayak uyduran "rahat" Lorusso'ya dönüşmesini izleriz.

Buradaki unutma, unutulma metaforu, Odysseia'ya göndermeler filan biraz üzerinde durmaya değer bir nokta dostlar. Bizim kafadarların sığındıkları adaya aslında bir çeşit "lotus yiyenler adası" denilebilir.
Biraz açıklayalım. Truva'dan dönüş yolunda Odysseus ve adamları, rüzgârların savurduğu gemilerle yabancı bir kıyıya çıkar. Burası Lotus Yiyenler'in yaşadığı adadır. Muhtemelen Kuzey afrika kıyılarına sürüklendiler.
Ada halkı düşmanca değildir; ne kılıç kuşanırlar ne de tuzak kurarlar. Aksine, gelenlere lotus meyvesi ikram ederler.



Bu meyveyi yiyenler evlerini, sevdiklerini, geçmişlerini hatta dönüş arzusunu unutur.
Lotus yiyen Odysseus'un adamları artık İthaka'ya dönmek istemez, yolculuğu anlamsız bulur, sadece adada kalıp huzur içinde yaşamak ister.
Buradaki unutma bir bayılma ya da delilik değil, tatlı, gönüllü, yumuşak bir vazgeçiştir.
Lotus Yiyenler Adası savaş sonrası yorgunluğun, travmadan kaçışın, sorumluluktan vazgeçmenin, "hiçbir şey umurunda olmasın" arzusunun mitolojik karşılığıdır. Lotus afyonu, sarhoşluğu, unutuluşu, dumanı hatırlatır.
Bu yüzden ada, Odysseia'daki büyük bir ahlaki sınavdır: Eve dönmek mi, unutup kalmak mı?



Ortamda hâlâ ciddi ve ayık kalan iki kişi vardır: Balıkçı Aziz ve eşini özleyen asker!!!!!
Sabah olur.

Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Sabah bizim birlik sızmış halde sere serpe yatarken, Aziz tüfekten, kol saatlerine, cüzdanlara kadar üstlerinde başlarında ne varsa alıp sandalına doldurur. Fakat kayığında bir kaçak yolcu vardır. Evet. Eşini özleyen asker! Yaka paça adamı tekneden çıkarmaya uğraşırken asker onu da götürmesi için yalvarmakta, hatta İtalya ve Türkiye için "una faccia una razza!" diye bağırmaktadır.

Herkes uyanıp durumu anlayınca papaza alay konusu olurlar. Çavuş "şimdi biz adayı nasıl ele geçireceğiz silahsız falan" diye aptalca sorunca papaz da köylülerin sakladığı silahların olduğu yere götürür bizimkileri. Bir sürü silah ve cephane. Bir anlamı yoktur ki artık, dost olmuşlardır.



Bu arada emir eri Farina ve Vasilissa arasındaki bağlar gittikçe kuvvetlenmektedir. Tanıştıklarından beri Vasilissa'ya elini sürmeyen Farina'nın, kadın bu işi sorguladığında, aslında o yaşa kadar hiç kimseye elini sürmediği, aşık olduğu insanı beklediği ortaya çıkar. Ne dedikodu yaptık arkadaş!



Filmin en bilinen ve etkileyici sahnelerinden biri Lorusso'nun masaj sahnesidir. Masör kim mi? Elinden her iş gelen telsizi bozuk operatör Colasanti! Çavuş hayatı ve kendini sorgularken artık o asker Lorusso'dan eser kalmadığına iyice emin oluruz. "Hayat yetmiyor" der Çavuş, "bir tek hayat bana yeterli gelmiyor. Günler de yetmiyor.Yapacak çok şey var ve bir sürü düşünce. Her gün batımında üzülüyorum bir gün daha geçti gitti diye. Sonra duygulanıyorum çünkü yalnızım, evrende minicik bir nokta. Gün batımlarını annemle seyretmek isterdim ya da sevebileceğim bir kadınla..." diye konuşurken birden "Türk giderken sigara bıraktı mı" diye sorar. Kalanlardan birini tüttürürken gene diyeceğini der: "Silahları gene alsaydı da şu tütünden biraz daha bırakaydı keşke ya, daha iyi yaşardık!"

Bu arada dağdaki nöbetçi Munaro kardeşler ve çoban kız arasındaki pek değişik pastoral yaşama hiç değinmeyelim.



Adadaki günlerin hatta senelerin (!) nasıl geçtiğini ekrandan akan tablo gibi görüntülerle izleriz. O elde silah adaya çıkan savaşçıların yerinde yeller esmektedir. Mutlulukla danseden adalılara dönüşmüşlerdir artık. Denizin güneşin tadını çıkaran, kitap okuyan, kilise duvarlarını boyayan, futbol oynayan, dertsiz, tasasız, mutlu insanlar. Katırcı Strazzabosco da yukarıda bakışırken yakaladığımız hanımla iyice romantizmin dibine vurmuştur.



Kumsalda bir futbol maçı daha! Her zaman olduğu gibi penaltıydı değildi, yok sen atarsın ben atarım kavgası sonucu Lorusso kaleye geçer. Birkaç saniye sonra arkasında bir uçak belirir! Yine düşman zannederek kaçışırlar fakat arızalanmış ve mecburi iniş yapmış bir İtalyan uçağıdır. Pilot, Şener Şen'in Vecihi karakteri gibi girer filme.





Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent



Pilot Carmelo onuruna akşam sofrası kurulur. O da en az bizimkiler kadar karikatür bir tip. Savaşın ve dünyanın son durumuyla ilgili haberleri verir, bir yandan da etleri rakıları götürmekte. Dış dünyayı en çok merak edip dikkatle dinleyen de kim olabilir? Elbette eşini özleyip sürekli adadan gitmeye çalışan garibim asker, hadi adını söyleyelim, Noventa! Adamcağızdan sürekli eşini özleyen asker diye bahsetmişiz.



Pilot Carmelo'nun kafayı çekerken gayet normal anlattığı şeylerde bir gariplik vardır. Uçağın arızası, teknik sıkıntılar, Girit'e gidiyormuş, orada tümeni İngilizlerle birleşmiş filan... Uçakları çok iyiymiş, Amerikalıların uçakları da öyle... İngilizlerle mi? Dili sürçtü herhalde. İngilizler düşman değil miydi?

"Yoksa teslim mi olduk?" diye sorar Teğmen. Şaşırma sırası pilota gelmiştir. "Nasıl ya, 8 Eylül'den de mi haberiniz yok?" Yoktur. Hiçbir şeyden haberleri yoktur!

Pilot ne zamandır buradasınız diye sorunca Çavuş Lorusso "Hazirandan beri" der.
Hangi yılın haziranı?
1941
Pilot parmak hesabı yapar, "3 yıldır mı buradasınız!!!?????" Masada bir sessizlik. "Radyonuz da mı yok!"

Mussolini devrilmiş, İtalya ikiye bölünmüş, kuzeyde Almanlar ve faşistler, güneyde Amerikan ve İngilizler, kurtuluş komitesi, partizanlar ve iç savaş!

Bizimkilerin hiçbirşeyden haberi yok! Dostlar düşman olmuş, düşmanlar dost. Çok fırsatlar doğdu, çok zengin olabiliriz, dünya çok değişti filan der Pilot Carmelo.

Kısa süre içinde arıza giderilir, vedalaşılır, uçak havalanmak üzere kumsalda hızlanır, sonra bir ara durur, Pilot içerideki "kaçak yolcuyu" kumsala atar, "ben de geleyim beni de götür!" haykırışlarının kimden geldiği malumdur. Uçak adayı terkeder. Pilot karargaha haber verecektir, yakında bir gemi gelip bizimkileri alacaktır.





Önce Farina'ya dönmenin derdi düşer, Vasilissa'dan ayrılma korkusu ağır gelmeye başlar. Alır eline bir tüfek kıyıdaki mavi boyalı eve gelenlere ateş açar. Telsizci Colasanti'yi yaralar. "Artık Vasilissa'nın evine gelmek yok, yakarım hepinizi, bizi rahat bırakın!"



Teğmen, Çavuş ve diğer askerler konuyu tam anlamamışlardır, hani bu profesyonel bir anlaşmaydı, iş olarak bir hizmet olarak... diyeceklerken tüfek atışı tekrar başlar! " Vasilissa'yı seviyorum ben, bundan sonra kimse gelmeyecek bu eve!" Farina ciddidir.
Teğmen "peki Vasilissa ne düşünüyor" deyince olay artık anlaşılır. Vasilissa da Farina ile aynı fikirdedir.

Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent



Kilisedeki bir nikah merasiminden açılırız. Papazın okuduğu duaları duyarken bir yandan da Teğmenin boyadığı duvarlardaki azizlere gözümüz kayar. Tüm fresklerdeki insan yüzleri bizim müfrezenin askerlerinin kopyasıdır. Kıytırık müfrezemiz kilise duvarlarında ölümsüzleşmiştir iyi mi!





Ha bu arada kilisede evlenen çifti söylemeyi unuttuk: Farina ve Vasilissa!



Köy meydanında mezeler ve içkiler su gibi tüketilirken tek bir asker eğlencede yoktur. Evet tahmininiz doğru, Akdeniz açıklarında minik bir sandalda yalnız başına kürek çeken ve özlediği eşine gitmek üzere kaçan bir askerden bahsediyorum. El bombasıyla balık tutarken, patlamayla köylünün silahları gizlediği minik deniz mağarasında saklanan sandal ipinden kurtulup Noventa'nın karşısına çıkmıştı. Şans diye buna derim! 3 senede beceremediğini tam bir geminin gelip onları alacağı zamanlarda başardı!







Geminin onları almaya gelecek olması sanki biraz adadaki büyüyü bozmuştur. Düğündeki eğlence,  yerini yavaş yavaş hüzne bırakır. Yemekler içkiler bitip insanlar meydandan dağılırken, sarhoş ihtiyarlar son danslarını ederken, Katırcı Strazzabosco  yerli dul hanıma kalbini açarken, Çavuş Lorusso da meşhur iç dökmelerinden birini yapmaktadır. Sarhoş kafası işte. Gemi geliyor, tatil bitiyor, okula geri dönüyoruz gibi bir hismiş. Kader, sevgi, birine bağlanmak diye dereden tepeden bir sürü konuyu telsizci Colasanti'ye anlatırken, birden telsizi bozuk Colasanti Çavuş Lorusso'ya açılıverir! Uzun süredir Çavuşa hayrandır, seviyordur, cesaretini toplayıp işte sonunda söyleyebilmiştir!



Bu film çok başka yerlere gitti azizim. Filmde her türlü "uç" var, bunun sebebi biraz da yapımcılar sanırım. Çekildiği senelerde yapımcıları tanımıyorduk ama sonra sonra birden dünyanın bildiği politikacılar olarak karşımıza açıktılar. Cecchi Gori ve Silvio Berlusconi'den bahsediyorum. İtalya'nın medya devleri oldular, ses getiren filmleri var, biri Milan kulübünün başkanlığını yaptı,  diğeri Fiorentina'nın sahibi. Biri başbakan oldu, diğeri senatörlük yaptı. Berlusconi biraz değişikti hatırlarsınız, ölünün ardından konuşulmaz ama o kafadaki iki adamdan bu kafada bir film çıkması da normal. Arkalarında finansal suçlardan, rüşvete, seks skandallarına kadar bir çok hikaye bıraktılar. Gori hala yaşıyor sanırım. Gori'nin Postacı ve Hayat Güzeldir gibi filmlerin yapımcısı olduğuna da belirtelim.

Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Gemi gelir!

Bir İngiliz gemisidir. Adaya geldiklerinde düşman oldukları ve onları getiren gemiyi batıran İngilizler, bugün onları almak üzere adaya ulaşmışlardır.



Limana gelen jilet gibi İngiliz subaylar bizimkilerin hallerine şöyle bir bakarlar. Gayet adalı olmuşlardır artık, askerlikle alakaları yoktur.



Köylülerde bir hareket olur, sevinçle gemiden gelen başka bir filikaya doğru koşmaya başlarlar. Almanların esir ettiği, götürdüğü adalı erkekler İngilizlerin gemisiyle geri gelmiştir. Aileler tekrar erkeklerine kavuşurken dul sandığımız hanımın eşi de çıkagelir. Katırcı Strazzabosco ve kadının son bir bakışmalarına şahit oluruz. Film boyunca tek bir kelime konuşmayan kadınla, Katırcı Strazzabosco'nun hikayesi de sessiz sedasız biçimde son bulur.



İngilizler gemiye eşek almak istemez, bizim Strazzabosco ile İngiliz subayları arasında kısa süreli bir tartışma yaşanır.



Herkes gemiye gitmek üzere hazırlık yaparken emir eri Farina ortalarda yoktur. Çavuş onu saklandığı yerde, Vasilissa'nın bodrumundaki bir fıçının içinde bulur. Farina gitmek istememektedir. ÇAvuş yeni İtalya'yı inşa etmekten, yeni sorumluluklardan, İtalya'ya karşı görevlerinden, ideallerden bahseder. Farina ise geçmişte konuştuğumuz "unutulma" dan dem vurur. "Bizi unuttular ben de onları unutmak istiyorum"



Çavuş: "Issız bir adada bir zeytin fıçısı içinde mi yaşayacaksın?"
Farina: "Anlamıyorsun, ben ilk defa kendimi burada yaşıyor hissediyorum. Hem Vasilissa bir restoran açmak istiyor. Bana ihtiyacı var!"

Çavuş bunun bir suç, askerlikten firar olduğunu biliyorsun değil mi der, o kadar.

Ada sakinleri kıyıda toplanır ve büyük bir coşkuyla el sallayarak senelerdir yanlarında kalan bizim kafadarları gemiye uğurlarlar. Munaro kardeşlerle dağda "pastoral" bir yaşam süren çoban kız da uğurlamalarda askerleri yolcu etmektedir. Karnı burnundadır tabi. Film sonrası en çok yapılan şamatalardan biri buradan çıkar: Baba, Munaro kardeşlerden hangisi?



Filmin "ahlaka mugayir" sahneleri doğal olarak televizyonlarda kesiliyor, yine de kalan kısımları  enfes. :)
Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Gemiye dönüşte Teğmen emir eri Farina'nın gelmemesine takılır, dağlara kaçtı herhalde, bulamadın mı diye Çavuşa sorar. Çavuş Lorusso arkadaşını ele vermez. "Büyük İtalya'yı baştan inşa edeceğiz, göreceksin Farina geri gelecek o İtalya'ya" diye yine ideallerini konuşturur.

1940'lardaki hikaye burada bitiyor.

Arada neler oluyor bilmiyoruz, ama önümüzde yeni bir sahne açılıyor, günümüzdeyiz! Meis adasına bir turistik gemi yanaşıyor.



O da ne! Beyaz saçlı, yaşlı başlı bir adam bize bakıyor, Teğmen Raffaele bu!



Kalabalık turist grubunun ve rıhtımdaki yatların arasından kiliseye gider, eski günlerden sesler kulaklarında çınlar. Sonra bir mezarlık ziyareti. Mezarlardan birinin üzerindeki haçta minik bir fotoğraf. Vasilissa!



Vasilissa'nın adını taşıyan bir restoranın önüne geldiğimizde kadının hayalini gerçekleştirdiğini anlarız.



Filmin en güzel sahneleri bence bu sonuna yaklaştığımız anlar. Farina, teğmene mektup göndermiş, Vasilissa'nın vefatını haber vermiş. Adresten de çok emin değilmiş, teğmeni görünce şaşırır. Teğmen "hep burada mı yaşadın" diye sorar, hiç görüşmemişler demek.



Farina teğmeni arka tarafa götürür, bir sürprizi vardır. İki ihtiyar bastonlu mastonlu titreyerek evin arkasına gelirler ki ne görelim! İhtiyar bir koca adam oturmakta. Tahmin doğru. Çavuş Lorusso zor gören gözleri ve bembeyaz saçlarıyla teğmeni süzüyor, çıkartamıyor! "Kim bu?"





Üçü birden önce kahkahalara boğuluyorlar sonra öksürüklere. Sizi gidi ihtiyarlar!

İdealist Lorusso'nun İtalya'ya döndüğündeki hayal kırıklıklarını dinleriz. Hayat hiç kolay olmamıştır, hiçbir şeyin değişmesine izin vermemişlerdir. Çavuş ideallerini gerçekleştiremeyeceğini anlayınca yenilgiyi kabullenmiş ve "kazandınız!" demiş, "ama ben yokum" Adaya geri dönmüş! "Dünyayı değiştirmemize izin vermediler, biz de kendimizi değiştirdik."



Teğmene "peki sen ne yapıyorsun?" diye sorar Çavuş, o da der ki "sana yardım edeyim", ceketi çıkarır ve üçü birden patlıcan soymaya başlarlar!!!



Rakı masasındaki üç ihtiyar patlıcan soymaya, sohbete, bazen uyuklamaya bazen de arkalarındaki güzelim Akdeniz manzarasını seyretmeye geçtiğinde onlardan uzaklaşır gideriz.



Filmin sonunda ekranda gözüken cümle ise kendini, filmi ve seyredenleri bir kaç kadeh boyu sorgulatır.



"Kaçmakta olan herkese adanmıştır" gibi basitçe de çevirebilirsiniz. Fakat İtalyanca aslındaki "stanno scappando" ifadesi şimdiki zamanı (süregelen bir eylemi) belirtiyormuş. Yani bu kaçış bitmiş bir eylem değil, bir yaşam biçimidir. Bu yüzden çeviride "hâlâ" veya "etmekte olan" gibi süreklilik bildiren ifadeler, o duygusal boşluğu daha iyi dolduruyor.

Hayatın dayattığı rollerden kaçıp kendi içsel huzurunu arayan tüm dostlarımla birlikte filmi seyrettik. Sevgili dostum Mehmet Atay'ın yıllardır rica ettiği bir yazıyı buraya eklediğim için de çok mutluyum. Ayaküstü olmaması gereken, emek harcamak gereken bir film seyretmecesiydi. Biraz uzun sürmüş olabilir. (35 sene kadar?!?!?!?!!??!)

"Seyrettiğiniz" için teşekkürler. Yüreği firarda olan herkese selamlar.
Yaşayıp gidiyoruz.