Taş toprak ve fellukalar

Başlatan Çetin Kent, 24 Ekim 2025, 16:10:16

« önceki - sonraki »

Çetin Kent

20 sene öncesinden yolculuk karalamaları. O zamanlar daha neşeliymişiz sanki.
Gelin haydi....



Yavaş yavaş Hasan Şaş (Bir Mısır atasözü)
---------------
23 Nisan 2006. Neşe doluyor insan. Ruhumuz ve zekamız çocuk bayramını kutlamaya müsait. Haftasonu tatili ve çocuk bayramı birbirine geçmiş, akıl gene bir yerlere gitme ihtiyacında. Bu gitmeler zaten, bizi bitiren. Aynı yerde durası olmayan, olamayan, bir garip adem bu beden. Tayland'tan döneli bir ay olmamış, koca seyahat yetmemiş, içimdeki kurtlar hadi hadi diye bas bas bağırmakta. Karar verilmiş, takmışız içinden nehir geçen şehirlere. Bangkok sonrası bir "nehirli şehir" daha bulmamız lazım. Güneyde, uzaklarda bir yerden Kahire göz kırpmakta. Hava ve zemin futbol oynamaya müsait, zaman 23 nisan zamanları, gönül çocuklar gibi şen, ver şu elini Kahire. Nil üzerinde felluka gezisi yapıp döneceğiz gene İzmir çöplüğümüze. Toparlanın gidiyoruz!
---------------

Bu günlerde Kahire'ye İzmir'den direkt uçuşlar başladı ama geçen sene tam bir işkenceydi. Sabiha Gökçen'e İzmir'den tek uçak var. Gece yarısı varıyorsunuz, alanda sabahı bekleyip Kahire uçağına biniyorsunuz. Atatürk Havalimanını kullansanız Sabiha Gökçen'e gelmek için uçaktan fazla taksi parası ödeyeceksiniz. Atla Pasaporttan körfeze, paşa paşa yüzerek Akdenizi geç, İskenderiyeden karaya çık, deve sırtında Kahire'ye git işte, uçakmış zeplinmiş şeytan icadı bunlar.

Kendi kendimize kavga ederekten Kahire'ye vardık.

Vizeyi oraya varınca yaptırırsınız demişlerdi, bir kenarda vize nereden yapılıyor diye beklerken, yeşil gözlü bir dudağı yerde bir dudağı gökte dev bir arap amcamız geldi, iki tane pulu şlap şlap şlopss yalayıp, pasaportlara yapıştırdı. İyyy bu ne demeye kalmadan, vizemizin yapıldığını anladık. Eli çok hafif bir vizeciydi, hissetmedik bile?!

Alanda koca bir inşaat başlamış, otele transfer için otobüsleri beklerken daldım şantiyeye, açılın açılın ben inşaatçıyım diyorum bir yandan da. Öğle tatiliymiş, şantiye bomboştu, hevesim kursağımda kös kös döndüm geri. Otobüse bindik en önde kravatlı takım elbiseli bir Mısırlı oturuyor. Sonradan fark ettik ki teröre karşı bir önlemmiş. Her turist otobüsüne, kafileye, sivil giyimli silahlı bir asker eşlik ediyor.

Benim gözüm Nil nehrini arıyor, etrafta bırak nehri bir su damlası işareti bile yok. Koca koca yapılar hep aynı gri renge boyanmış, nasıl iş bu derken, gerçeği fark ediyorum: Çölün tozu tüm renkleri eşitlemiş. Burada her yer kum rengi! Daha doğrusu her şeyin üzerini kum kaplamış!
Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent



Nil Nehri

Sonunda, otobüsün ön camında bütün ihtişamıyla Nil görünüyor! İster istemez hemen Bangkok ve Chao Phraya geliyor aklıma. O gün ve sonraki günlerde gözlemlediğim kadarıyla, Chao Phraya, ne kadar son damlasına kadar kullanılıyorsa, karşımdaki kardeşi Nil de o kadar boşa akmakta. O, kanallarla şehrin en ücra köşelerine kadar uzanıyorsa, her damlasının üzerine bir kazıklı ev, bir köprücük konduruluyorsa, kardeşi Nil sanki çevresinden bağımsız öylece tek başına akmakta. Nil kıyıları şehrin en cafcaflı yerinde bile sazlıklarla ayrılıyor dibindeki şehirden. Yani kimsenin umurunda değil Nil, yokmuş gibi, orda değilmiş gibi, aksın gitsin bize ne der gibi sırt çevrilmiş. Aslında ne kadar da mavi ve temiz gözüküyor. Chao Phraya gibi çamur rengi, pis bir görüntüsü de yok. Yahu adamlar, ne yaptı size bu zavallı Nil? Her gördüğümde, "benden faydalanın, yüzüme bakın, haydi bir şeyler yapalım" der gibi yalvaran gözlere sahip, koca bir adama bakar gibiyim. Firavunları, koca bir medeniyeti, eski zamanlarda bile milyonlarca nüfusu böylesine bolluk ve zenginlik içinde yaşatan, bereketli asırlar geçirmiş, koca bir ülke ve nehir, arada ne oldu da bu hale geldi anlamak mümkün değil. Bir kopukluk var. Nereye elinizi atsanız tarih fışkıran, heybetli yapıları, sanat eserleriyle dopdolu bir medeniyetin izlerine ev sahipliği yapan bugünkü Kahire'liler, o eski medeniyetlerin torunları değil mi yoksa? İnsanlarda, yani taksicisinde,  rehberinde, dükkan sahibinde öyle bir tavır var ki, sanki piramitler, o heykeller, o anıtlar, o mumyalama kültürleri ve daha bir çok geçmişe ait şey onların geçmişi değil, sadece para kazanmak için kullandıkları, dışarıdan gelen birkaç turistin ilgisini çeken taş parçaları! Ataları arasında Mehmet Ali Paşa'yı, tüm Osmanlıyı sayıyorlar, bizlere aslında kardeşiz gözüyle bakıyorlar da, o Sfenks'i, dikilitaşları, hiyeroglifi, mezarları, papirüsleri ve benzeri herşeyi yapanları ataları olarak görmüyorlar. Arada ne oldu ki? Milyonlarca insan birden gitti ve yerine gene milyonlarca alakasız insan mı geliverdi? Aslında benzer şeyler ülkemizde de var. Behramkale ve çevre yerleşimlerde dolaşırken de benzer düşüncelere kapılmıştım. Yarısı toprağa gömülmüş, henüz kazısı bile yapılmamış ama bir kenarından kendini gösteren anfi tiyatro parçaları. Sahnesiyle, oturma yerleriyle köyün bir köşesinde yarısı toprak altında, yarısı dışında öylece durmakta. Çevresinde zevksiz evler, evlerin kapısının önünde eşik olarak konulmuş sütun başları, oynayan çocuklar, hayvan pislikleri, toz toprak. Onlar nereye gittiler, ya da şimdikiler nereden geldi?
Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Otele yerleşene dek akşam oldu. Gece Nil üzerinde bir yüzen restorana gidelim dedik. Bakalım eğlence anlayışı nasıl bu ülkede. Kaldığım otel Zoser diye bir yer. İlk piramiti yaptıran firavunun ismiymiş. Kat kat basamak şeklindeki bu piramitin mimarı ise İmhotep ismindeki bir meslektaşımızmış. İsmi bilinen en eski inşaatçı bu Imhotep beyefendi herhalde. ITU mezunu diyorlar ama sanmam, öyle olsa görürdük kantinde filan. O zamana dek klasik mezar tipi olan "mastaba" ları beğenmeyen Zoser, İmhotep'i çağırıp "Imhotep efendi Imhotep efendi, yetti gari, daha janjanlı bi mezar olsa daha iyi olma mı be iki gözüm" diye azarlar. Imhotep de hakedişi ödemez işveren korkusuyla mastabaların üzerine birkaç kat daha çıkar. Olur size ilk basamaklı piramit! Şımarık işveren, hakedişi ödenmeme korkusuyla ne denirse yapan müteahhit, kaçak kat çıkmanın ilk örneği gibi özelliklere sahip bu olay, taa Mısır tarihinden günümüze gelen pek bildik bir uygulamadır. Ha, kaçak çıkılan katlar binlerce senedir yerinde durduğuna göre düşünün artık Kahire Büyükşehir Belediyesi'nin kaçak inşaatlar karşısındaki acizliğini. Koskoca Mısır tarihinden özür dileyerek gezimize devam edelim.

Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Dediğim gibi gece yüzer restorana gitme gafletinde bulunduk. Hep duyduğum, "derviş" dedikleri bir gösteri varmış gemide. Bol darbukalı, bitmeyen yalelli ritmiyle çalmaya başlayan müzisyenler, yalellinin hakkını vererek, gece yatağımda uyurken bile kulaklarımda çınlayan kalıcı hasar bırakıyorlar. Derviş dedikleri renkli ve kocaman bir eteği olan, sürekli etekle dönme ve zaman zaman da eteği eline alıp döndürme hareketleri yapan, bir erkek dansçı. Müşterilere çeşitli şakalar ve takılmalarla devam eden gösterisi, yardımcısı cüce bir dervişin de katılımıyla bir saat kadar sürüyor. Ardından gelen dansöz ve çeşitli animasyon numaralarından sonra yemeğimizi yiyip "e bu muymuş derviş derviş dedikleri" diyerek oradan ayrılıyoruz. Nil üzerinde açık havada bir gezinti yanımıza kâr kalıyor. Yerli halk da bu gösteri için gelmiş, masalarda uyuyan bebekleriyle ve sürekli çıtlattıkları çekirdekleriyle biraz bizden birilerini çağrıştırıyorlar. Zoser abinin ve müteahhidi Imhotep abimizin gölgeleri eşliğinde ilk gece uykuya dalıyorum. Uykuya dalmak lafın gelişi. Nerede gidenler ve de kimlerdir gelenler soruları kafamda uçuşuyor.



O sonsuz çölü ilk gördüğümde aklıma denizler gelmedi de değil hani. Saatlerce oturup o boşluğu seyretmek, bu taş toprak kum arasında, beş bin sene öncesinden bana selam çakan insanları çölden esen bir esintide hissedivermek, içimi ürpertiyor, aklım karışıyor. O tonlarca ağırlıktaki taşları nereden getirdiniz be adamım? Nil bu taşıma işinde size yardım etti değil mi? Nil'i kullandınız, bereketin kaynağına şükrettiniz değil mi? Şimdi Nil boyunca değil de, neden Nil'den uzaklaşarak büyüyor bu kent, siz kimdiniz şimdikiler kim, siz biliyordunuz da şimdikiler neden reddetmişler Nil'i? Bana da ne oluyorsa? Boşa akıyor yazık yazık diye kendi kendime sıkıntı yaptım iyi mi?
Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Trafikte başımıza bir iş gelmezse, fellukalara kadar yürüyebilirsek, Nil üzerinde yelken deneyimi yaşayacağız ama bu sahiden de çok zor. Çünkü burada trafik yok! Evet evet, trafik denen bir şey yok. Işık, şerit, sola sağa dönüş, sinyal verme, yayaya saygı gibi bir düzen yok. Arabaya binersin gaza basarsın, çarpana kadar ya da gideceğin yere varana dek gazdan ayağını çekmezsin. El de sürekli kornada olacak ve hiç çekilmeyecek. Bilmeniz gereken ana trafik kuralları bunlar ve araç kullanmak için yeterli. Karşıdan karşıya geçmek için dakikalarca beklediğimi biliyorum. Hava kararınca daha ilginç bir şey oluyor. Arabalar, sıkı durun, farlarını yakmıyorlar. Taksiciye nedenini sordum akü bitmesin diye dedi. Caddelerde gece farlarını yakmadan dolaşan ve çılgın gibi hızlı giden arabalar. İlginç bir yer şu Kahire azizim.



Nil üzerinde bir çok ada var. Kimisi ada bile denemeyecek kadar minik, ama bazıları da var ki üzerine kuleler, saraylar, oteller yapılacak kadar büyük. Kahire kulesinin yer aldığı ada onlardan biri mesela. O kadar büyük ki, kıyıdan baktığımda adayı değil de karşı kıyıyı gördüğümü sandım uzun süre, haritaya bakınca ayıldım. Bu en göz alıcı adanın ismi Zamalek. Lüks bir semt görünümündeki adada tüm Kahire'yi seyredebileceğiniz 200 metreye yakın yükseklikteki Kahire Kulesi, Mariott oteli başta olmak üzere diğer lüks oteller, özel okullar, spor kulüpleri yer almakta.

Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Şu Hasan Şaş meselesi

Genelde Mısır'da diyaloglar şöyle gelişiyor:
-Nerelisin
-Türkiye
-Yavaş yavaş Hasan Şaş. Eheheheheh?!?
İlk başta sevimli gelse de sonra bir kabusa dönüşüyor. Mısır'da herkesin ağzında bu tekerleme. Yavaş yavaş Hasan Şaş. Dünya kupasında Hasan Brezilya'ya gol attıktan sonra yerleşmiş bir laf diyorlar. Koca bir ulusun ağzına aynı anda bir tekerleme hem de bu kadar anlamsız bir tekerleme yapışır mı arkadaş yahu, ama yapışmış işte.  Dükkan sahibinden, taksiciye, dervişinden otelcisine herkesin ağzında. Çıldırmak işten değil.

Hala fellukaya binemedik!

O zamana kadar yavaş yavaş Hasan Şaş. ?!?!?!?!?!?!!?

Yaşayıp gidiyoruz.

Ersin Böke

En keyifli yerinde kaldı ama. Ben bu yazıyı kaçırmışım. Nerede yayınlanmıştı?

Ersin Böke

Bu Felluka'lar Doğu Karadeniz'de de kullanılmış zamanında. Ahmet bir baksana senin arşive.

Çetin Kent

#8
2006 filan olmalı Ersin, Naviga'da yayınlanmıştı.

Trafikte başımıza bir iş gelmezse, fellukalara kadar yürüyebilirsek demiştik. Neyse ki sağ salim gelebildik. Yaşlı ve sevimli kaptanımız eşliğinde sefere çıkacağız birazdan. Sefer dedimse abartmayayım, karşı kıyıya git gellerden oluşuyor. Gönül ister ki haftalarca sürecek bir yukarı Nil macerası yapalım, bu gizemli ülkenin iç taraflarına gidelim, ama nerdeee. Zaten iki günlüğüne gelmemek lazımmış bu şehre. Hiçbir şeye doyamamaktansa hiç gelmemek daha iyi. Aklı kalıyor insanın. Zaman, ah zaman. Kazancakis miydi insanlardan el açıp zaman dilenmek isteyen, kimdi?

Yukarı Nil dedim ya demin, hah, aslında aşağı Nil demeli, yukarı Nil değil, fakat esasında yukarı Nil demem lazım, çünkü yukarı Nil bildiğimiz basbayağı aşağı Nil, özetle yukarı Nil, aslında aşağı Nil! Haklısınız ne dediğimi bilmiyor gibiyim ama benim suçum yok. Biz hep kuzeye yukarı diyoruz ya, aslında Nil güneyden kuzeye aktığı için siz Nil'in güneyine giderseniz nehrin yukarısına çıkmış oluyorsunuz. Aşağıya gidiyorum derseniz de Kuzeye çıkıyorsunuz??!! İki kuruş aklımız vardı onu da bu aşağıydı yukarıydı meselesinde heder ettik, hayırlısı bakalım.



Kaptanımız mahalli giysileriyle oldukça renkli, hani nasıl diyolar "karizmatik", bir amcamız. Renkli mahalli giysi dediğim de pek sık rastlanan bir renk değil sanki: Kum grisi. Senenin hemen her günü bu güneşin altında ekmek parası için gide gele teni artık derilikten çıkmış garibimin. Aslında burada yaşıyor olsam, ben de tüm bu kuma ve toza kesmiş şehirde ölene dek bu işi yapardım. Çöl griliğinin en küçük deliğe kadar girdiği, temizliğin bir lütuf olduğu, güneşin kavurduğu bu Kahire keşmekeşinde herhalde yapılacak en keyifli iş bu.



Kaç bin yıldır Nil'de her türlü iş için kullanılmış bu tekneleri incelerken bir yandan da kaptanla tarzanca sohbet ediyoruz. Altı çocuğu varmış. Bu yaşıma gelmişim benim neden hiç yokmuş. O kadar yol kalk gel, felluka kaptanına medeni durumun dert olsun. Hey yarabbim! Mükemmel Arapçam devreye giriyor, el kaptan var çok sual, yok olmak sana nah bahşiş! Sular seller gibi anlaşıyoruz belli, zira hemen konu değiştiriyor.
Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Bahşiş mefhumu bir başka alem bu ülkede.

Geçen anlattığım "yavaş yavaş Hasan Şaş" stresi vardı ya hani, bahşiş de benzer bir sıkıntı yaratıyor bünyede. Adım attığınız her dakika birileri elini uzatıp bahşiş istiyor sizden. Bildiğiniz, birebir Türkçe'de kullandığımız haliyle, bahşiş işte. Memfis'te birkaç heykel fotoğrafı çektim nerden çıktıysa silahlı bir asker belirdi taşların ardından, yanına çağırdı. Ahah dedim Türkmenistan'da fotoğraf çekiyorum diye azarlayan askerden ucuz kurtulmuştuk, ama sanırım burada sobelendik. Dualar eşliğinde askerin yanına gittim, bir yandan da Kahire cezaevlerinde gençliğim çürüyüp gidecek düşünceleri tepemde uçuşuyor. Heykelin ardına çekti beni elini uzattı, sırıtarak "bahşiyş?" dedi. Oteldeki tuvaletçiden, sen istemeden sana yardım etmek için sana baskı yapan (?) yoldaki insanlara kadar herkesin ağzında aynı kelime: Bahşiyş? Sorun değil, insanlar hep sıkıntı içinde, durumları zor, ihtiyaçları var bir şey dediğim yok da oteldeki durum beni çok sarstı: Geldiğimin ikinci günü yediğim bir şeyden dolayı benim bağırsaklar kontrol dışı bir deşarj olayına girdiği için, dakikada dört beş kere tuvalet ziyareti gerekiyor. Otelin çeşitli katlarındaki tuvaletlerine gitmek zorundayım, sırf bu bahşiş yüzünden. Ne alakası var diyeceksiniz, çok alakası var. Tuvaletlerden sorumlu bir yaşlı arap adamcağız var. Ben sessiz sakin bir tuvalette "işlerimi halledip" çıkarken, birden burnuma kağıt havlu uzatıyor, bahşiş istiyor. Bir iki üç derken baktım olacak gibi değil, değişik bölgelerdeki tuvaletlere adamı kollayarak sessiz, derinden ve gizli gizli gitmeye başladım, ama hiçbirini kaçırmadı adam, helal olsun. Ben kendi "içsel" derdimi mi düşüneyim, yoksa çıkar çıkmaz burnuma dayadığı kağıt havlu ve "bahşiyş" stresini mi? Zincirleme reaksiyon gibi, "adam stresi" mi bağırsağı tetikliyor yoksa bağırsaklarım bir adamı mı zengin ediyor, anlamak mümkün değil. "Altın yumurtlayan tavuk" olgusu sanırım o gün itibarıyla Mısır günlük diline sayemde yerleşmiş oldu.

Felluka'dan nerelere geldik, yok yok döneceğiz tekrar :)

Yaşayıp gidiyoruz.

Bülent Büyükdağ

Akşama okuyacağım Çetin. Rakıylan.
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

Çetin Kent

Afiyet olsun :)
İyi bir beyaz peynire harca meze hakkını, sonra da okusan olur, yazık etme rakıya :)



Felluka'yı inceliyorduk. Bugün kullanılanların gövdeleri genelde çelik ağırlıklı. Tekne içleri, direk ve dümen palaları ise ahşap. Pala da pala hani. Yosun tutmuş, kalın kalın tahtalardan yapılma, ağır ve iri palalar. Teknelerin çoğu yelkenlerine reklam almış ve bindiğimiz iskelede hizmet veren teknelerin hepsi de sadece turistik amaçla kullanılıyor. Fırsat ve zaman olsaydı da bir gün yukarıda dediğim gibi bir keşif gezisine çıkılabilse, Kahire dışındaki yerleşimlere gidilebilseydi. Turistik ögeler girdi miydi işin içine o işin tadı kaçıyor. Doğal ortam taklitlerini ayağına getiriyorlar, "gerçeği de ahanda buna benziyor, idare ediverin işte kurban" der gibi.



Pala da pala hani. :)
Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Mısır'ı en güzel anlatan belgesellerden birinde, çok etkileyici bir keşif hikayesi seyretmiştim. İtalyan asıllı bir kaşif olan Giovanni Belzoni,  eşi ve ekibiyle birlikte Nil'in yukarısına doğru fellukalardan biriyle yelken açıyordu. Mısır medeniyetinin batılılar tarafından keşfedildiği zamanlar canlandırılmıştı. Maceraperestler, sömürücüler, modern hırsızlar kaza kaza o zamanlardan beri bitirememişler bu muazzam medeniyetin mirasını. Öyle işlemiş ki her yere ve öyle çok, öyle bol eserler kalmış ki, hem dünyada hem Mısır'da yasal olarak sergilenen milyonlarca obje var, gene de bitmiyor, hala kazılıyor. Bunlar bilinenleri bir de. Daha çıkmamışları, ya da parçalananları, kaybolanları, saklananları düşünün bir de. Kahire arkeoloji müzesinde sergilenen onbinlerce eser var, bunun birkaç katı daha müzenin bodrumlarında sandıklar içinde saklanıyormuş. Belzoni, Abu Simbel tapınağını ilk gün ışığına çıkaran kaşif. İngiltere ve Fransa'daki müzelerin eser bulmaları için görevlendirdiği ve aralarında sürekli rekabet olan bir çok insandan biri. Bir yerlerde bulursanız Gerçek İndiana Jones'lar isimli bu belgeseli mutlaka edinin. Mısır'ın gizemleri ve keşfi üzerine seyrettiğim en güzel belgeseldir.

Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Biz sohbete dalmışken kaptan amcamız karşı kıyıya vardı bile. İlk tramolamızı atacağız. Sazlıkların dibinden dönüşü tamamlayıp tekrar apaz seyrimize dönüyoruz. Rüzgar oldukça kuvvetli ve biz dahil birçok tekne camadan vurmuş. Camadan vurmuş dediysem öyle afilli bir durum yok, bildiğin, yelkeni kapatmışlar demek daha doğru. Çuval gibi bir görünüm alan yelkenler, tekneyi o haliyle nasıl yürütüyor o da ayrı bir şaşılacak konu.






Yaşayıp gidiyoruz.

Çetin Kent

Ne hayallerle bindiğim fellukadan, doğru dürüst bir aksiyon göremeden inmek üzereyim. Turistik felluka bu kadar herhalde. Sadece bindiğimde değil diğer su üzerindeki teknelerde de bir numara gözükmedi. Ertesi gün uzaktan çektiğim fotoğraflarda gayet trimli ferah ferah yelkenini açmış olan bir tane gördüm de, işte keçiboynuzu misali. Ne güzel bir görüntü, ne de bir keyif alabildim.

Kıyıya yaklaştık, bir tramola daha atacağız. Bu arada size Kahire müzesinden de bahsedeyim. Her eserin önünde birkaç dakika harcasanız herhalde aylarca çıkamazsınız binadan. Fotoğraf makinesi yasak, video kamera zaten haydi haydi yasak. İlk girdiğinizde vay vay vay diyerek her heykele her kap kacağa hayranlıkla bakarken, bir farkediyorsunuz ki bunun sonu yok, sonra başlıyorsunuz koşar adım dolaşmaya. Yoksa bitmeyecek bu gezi!

Müzenin en ilgimi çeken bölümleri Tutankamona ait bölüm ve mumyalara ait bölümlerdi. Tutankamon herkes tarafından bilinir, en meşhur firavunlardan biridir de aslında gencecik yaşta ölen o kadar da önemli olmayan bir firavunmuş. E bu kadar popüler olması nerden kaynaklanıyor peki diyeceksiniz, hayır hayır Mısır Pop Star yarışmasında filan bulunmamış. Tutankamonun meşhurluğu zaten önemsizliğinden kaynaklanıyor. Garibime öyle süslü püslü firavun mezarlarında yatmak nasip olmamış. Kenarda köşede kalmış, dikkat çekmeyen, kimsenin, yani hiçbir hırsızın adam yerine pardon firavun yerine koymadığı sadelikte bir mezarda yatınca, binlerce yıl bozulmadan kalan tek firavun mezarına sahip oluvermiş. "Ben ne yapayım böyle şöhreti bana yaşarken lazımdı" diyordur belki ama olsun. Yukarıda bahsettiğim belgeselin birinci ve ikinci bölümlerinde Tutankamonun mezarının bulunuşu ve onu bulan Howard Carter'in çabaları da gösterilmekte. Müzede mezardan çıkanları gördüğünüzde sahiden de içiniz ürperiyor. Zaman tünelinden geçmişsiniz gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

Fellukamız son tramolasını atıp iskeleye doğru yönelmişken bu muhteşem müzenin mumya bölümünden de bahsedelim. Ayrı bir ücret ödeyerek girdiğiniz bu küçük bölümde, başlarda "alt tarafı mumya girmese miydim acaba?" diyorsunuz da, o bildik Ramses Ramses diye artık bizden biri olan ünlü firavunu karşınızda görüverince sarsılıyorsunuz. Heykelini ya da "temsili resmini " demiyorum dikkat buyurun, adam saçlı tırnaklı derili parmaklı size bakıyor. Artık Ramses ismini cümle içinde bile kullanmam. Aşağı Nil yukarı Nil karmaşasında üç gram kalan aklımız, mumyalanmış sapasağlam bize bakan binlerce yaşındaki firavunları görünce daha bir uçup gidiyor.

Teknemiz iskeleye yanaşırken kaptanla vedalaşıyoruz.



   
Yaşayıp gidiyoruz.