Konu lüferden açılınca .....
Ref.
http://antigonimou.blogspot.com.tr/2017/03/bir-cocukluk-ruyas-yuri.htmlBir çocukluk rüyası (Yuri - Çeviri Elena -)1977yılının o 20 Ekim günü, Prens adalarından Burgaz’daki evimizde saatin zili ile uyandığımda tan ağarıyordu. Bir önceki günün ikindisi okul çıkışı Galata köprüsündeki seyyar satıcılardan biraz karides almış, 15.15 vapuruna zor yetişmiştim.
Her şey aceleye gelmişti o ikindi vakti! İyi ki o karideslerle bir düzine kadar izmarit tuttuydum da, o gecelik yemimi garantilediydim. Babama kalırsa o kadar çok midye vardı ki yem için karidese para vermem gereksizdi. Aslında babam tüm meraklı balıkçıların, mevsimsel lüfer avında yem olarak kullanılacak izmaritlerin, kazılıp cıva ile parlatılmış küçük zokaya takılana kadar canlı olması gerektiği takıntısını da abartılı bulurdu. Oysa ki gerek gırgırlar, gerekse vahşi lüferlerin yüzünden, bu “değerli” balıkların yerini kolayca tespit edip iki-üç tane bile olsa yakalamak zor olabiliyordu o zamanlar!. Oysa ki yem olarak karides kullanınca, çevrede bir tanecik bile olsa, sonuç kesindi. Çekiciliğine dayanamayıp, kesin yakalanacaktı!
Anlayacağınız, ben de izmaritlerimi o dönem balığa çıkmakta kullandığım Mehmet’in küçük kayığının livarında canlı tutardım. Kendime ait bir kayığım yoktu. Bir ufak yardımcı kayığımız vardı ki onda da livar yoktu, büyük kayığımız ise bu tür balık avı için uygun değildi. Onun içindir ki, arkadaşımın kayığını kullanırdım. Elbette ki o da adada olduğunda, balığa birlikte çıkardık.
O sabaha karşı ama, yalnız gidecektim.
O kadar sabırsızdım ki, kahvaltı bile etmedim! Kuyudaki buz gibi yağmur suyu ile yüzümü yıkadım, bir elma kaptım ve mümkün olduğunca az gürültü etmeye çalışarak eşyalarımı topladım. Evimiz eski ahşap bir binaydı ve yalınayak bile olsan gıcırdardı. Öyle ki iç merdiven basamaklarının her birinin çıkardığı sesten kimin merdivenleri inip cıktığını anlardık. Dolayısile, uyandırmamak için onca gayretime rağmen o sabah da kaçınılmaz olarak babam dikkatli olmamı tembihleyip uğurladıktan sonra tekrar yatmaya gitti.
Hava sakindi. Elbette ki nemden dolayı geçici bir ayaz vardı, ayın etrafında ise bildik o beyaz hale! Okulda olduğumdan kaçırmış olduğum dolunaydan sonraki dördüncü gündü. Yokuşumuzu koşarcasına indim, bir elimde içinde oltaların olduğu sepet, ötekinde de ara sıra diş attığım elma.
Sahile, kayığın bağlı olduğu yere çabuk indim. Elmanın koçanını denize attığımda, dairesel dalgacıklar ve su damlacıkları sıçradı sudan! Denize çarpması ise balık çırpınıyormuşcasına ses çıkarmıştı, o kadar sessizdi yani ortalık.
Lüfer avının zamanı azıcık geçmişti. Büyük curcuna Ekim başı gibi kopmuş, herkes doymuştu. Dolayısile o sabah bütün emareler denizde yalnız olacağımı gösteriyordu.
Kürekleri yerleştirdim, ipi çabucak çözüp demiri de çektim, ve aysız bir Ağustos gecesi anca altı yaşımdayken dedemin beni götürmüş olduğu klasik, en eski nişana doğru yol aldım. O zamanlar her şey bana ne kadar kocaman görünüyordu! Deniz kör karanlık, mesafeler devasa, çevrede karanlıktan görünmeyen balıkçıların gizemli sesleri….O karanlıkta dedem, nasıl oluyordu da yemlerle oltaları bu kadar ustalıkla kullanabiliyordu ve nişanın üzerinde demir atmadan sadece küreklerle sabitlenmeyi beceriyordu?
Dokuz koca yıl geçmişti gideli…Gözlerim ayı izlerken içimden ona şükrediyordum, o gece beni yanına aldığı için.
Küreklerin sudaki sesi ve ıskarmozların küpeşteye sürtünmesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Tam bir sessizlik hakimdi. Küpeşte üzerinde nem damlacıkları parıldıyordu. Her şey mükemmel bir balık avı olacağına işaret ediyordu.
Nişanımıza çabuk ulaştım. Kürekleri bıraktım, sağ elimi iki defa sepete daldırıp önce mor misinalı oltamı ve bıçağı, sonra da deri tıpalı küçük kavanozu ve cam çubuğu çıkardım.
Zokanın parlaması benim için törensel bir değerdeydi. Gri, oksitlenmiş kurşun parçasının cıva ile parlatıldıktan sonrasındaki ışıltısı beni büyülerdi. Hatırlıyorum da, dedemle birlikte olduğum o gece de zifiri karanlığın içinde tek parlayan oydu.
Önce bıçağın tersi ile zokanın oksitlenmiş mat yüzeyini iyice kazıdım. Sonra, cam kavanozun deri kapağındaki küçük toplu iğneyi çektim. Bir güderi parçası üzerine yerleştirdiğim zokacığın üzerine küçük cam kavanozdaki sıvı metalden (cıva) birkaç damla damlatacak kadar kavanoza iki-üç vurdum ve hemen ovalamaya başladım. O zaman cıva kurşunla amalgam yaptı ve zoka parlamaya başladı. Cam mazgal (çubuk) ile de kurşunu düzleyince, zoka ayna gibi oldu.
Ardından livardan iki izmarit çıkardım. Birini yerde çırpınmaya bıraktım, diğerinin kayın bir tabla üzerinde pullarını aldım, sırt dikenlerini dipten kestim ve sağ sol filetolarını sıyırıp kalanları kayığın kenarından suya attım. Ayın soluk ışığı altında izmaritin cansız, beyaz sırt kemiği sanki canlandı, doğal olmadık bir şekilde titreşiyordu... Bunlar, hasretle bekledikleri kemikteki etleri sıyırmak için saldıran ve oraya buraya çekiştirirken kendileri görünmeyen “yanaz”lardı.
Fileto’nun birini en dar yerinden başlayarak iğneyi dolduracak şekilde bura bura zokaya geçirirken irice bir parçayı da sarkık bıraktım, ayın ışığında nasıl durduğuna baktıktan sonra suya attım.
İki kulaç, ve milimetrenin onda yirmisi kadar misina, ardından bir fırdöndü. Sonra da bir kulaç ve milimetrenin onda kırkı, bir fırdöndü daha ve sonra beden! Milimetrenin onda kırk beşi gerek beden için! Orada, Burgaz iskelesinin açığında, hafif zokanın, sekiz kulaç aşağıya inmesi gecikmedi o gece.
Ola ki davetsiz bir Vatos’a rastlamak kaygısı ile oltayı çabuk çabuk bir kulaç kadar çekerek yemi doğru derinliğe getirip beklemeye başladım. Her şey mükemmeldi. Tam bir sessizlik hakimdi ve ay yakamozu kestiği için de misina parlamıyordu, akıntı olmadığı için kolaylıkla baş tutabiliyordum, yem taptaze, misina kıl kadar ince, zoka da ayna gibi parlaktı. Eskilerin demesi ile “anca bu şartlarda avlanırdı zor balıklar” oysa ki babam bu fikirleri küçümser, balık vuracaksa, derdi, çürük yem de koysan gene vurur; ve ben tabii her zamanki gibi onunla aynı fikirde olmazdım!
Oltamda tek eksiğim “hırsız”dı. Hani şu balığın ilk vuruşta çok daha büyük ihtimalle yakalanmasını sağlayan zokadan sonraki ek, ikinci iğne. Ben lüfer için hiç bir zaman hırsız kullanmazdım, çünkü eskiler derdi ki, sadece “çelebiler” hırsız takar. Balığı derlerdi, bırakacaksın gelsin, hele o sarkan yem parçasını denesin, soğukkanlılığını bozmayacaksın ve birkaç saniye sonraki ilk vuruşa nazaran daha belirsiz ikinci vuruşunu bekleyeceksin ki balık takılsın. İşte o zaman hızlı kulaçlarla balığı kayığın içine çekip ayaklarının arasına sıkıştıracaksın ki yere düşüp misinanı dolamasın, yoksa misinan bir dolaşırsa var ya, o kör karanlıkta gel de çöz sonra…İşte bu yüzden misinan çok ince olmalı ki, bu ikinci hafif vuruşu hissedesin.Yoksa balık zokayı olduğu gibi ağzına alıp kösteği keser.
Ben, aklından dersini tekrarlayan iyi öğrenciler gibi bütün bunları düşünürken ilk güçlü vuruşu hissettim. Yanlış duyumsamış olmama imkan yoktu!
Hani derler ya “Oydu işte! Ta kendisi!
Daha hassas algılamak için küpeşte üzerinde doğrulmuş, sabit bir şekilde duruyordum, alnımda birkaç damla soğuk ter: İşte gelmiş ve denemişti..Beğenmiş miydi acaba???
İşte o hareketsiz kalıp her şeyimle parmak ucuma odaklandığım o anda alnımda bir serinlik hissettim, sanki bir hafif rüzgar…Yine de yaptığıma konsantrasyonumu bozmak için yeterli değildi. Kalbimin atışlarını şakaklarımda hissediyordum ki, sabahın ilk duasını yapan hocanın sesini duydum. Odaklanmamı bozmamaya çalışıyordum ama hep de bir şeyler oluyordu.
İkinci vuruş belli belirsizdi. Elimi çok hafif bir şekilde birkaç santim kadar kaldırdım, ağırlığını hissettim, ani bir el hareketi ile tasmaladım ve hızla yukarı çekmeye başladım. Bir, iki, üç..büyüktü..dört, beş, yedinci kulaçta balık ayaklarımın arasına sıkışmış, boşa kaçmaya çabalıyordu. Ay ışığında onu daha iyi görebilmek, ve iğneyi çıkartmak için ellerimi yüzgeçlerine geçirdim, işte o anda gece daha bir karanlık oldu. Anca göğe bakınca gördüm kapkara bulutları! Aynı anda rüzgar daha bir şiddetlendi ve bir uğultu duymaya başladım. Ay kayboldu. Fırtına geliyordu …“karayel”.
Oltadan balığı çıkarıp livara attım, çırpınmalarından sırılsıklam olmamak için de çabucak kapağı kapadım.
İkinci filetoyu da takmak için vaktim olacaktı sanki, nitekim kayığın kıçını havaya çevirmeden önce yaptım da! Oltayı yemledim ve hemen dibe indim. İşte o anda bulutların arasından bir pencere açıldı sanki, ortalık aydınlandı, o zaman anladım ki, hava çok kötülemişti. “Bir tane daha tutabilecek miyim?” Birden bir balık çok şiddetli “vurdu” o kadar ki, refleks olarak çektim ve ilk denemesinde yakalandı! Çekmeye başladım, kayık hemen havaya yan döndü. Artık soğukkanlılığımı kaybetmiştim. Her şey çok hızlı ve mekanik bir şekilde gelişiyordu. İlk dalgalar kayığa önden çarpmaya başlamıştı. İkinci balığı da attım livara, boş zokayı suya atıp hızla misinayı boşalttıktan sonra toplamaya başladım. Kayık kontrolsüzce moloza doğru sürükleniyordu. Toplamayı bitirir bitirmez ellerimi bir beze silip küreklere asıldım.
Hava iyice patlamıştı, artık dalgalar çok daha yüksekti ve tepede köpürerek parçalanıyordu. Allahtan korunaklı bir yere varmak için mesafe kısaydı ve rüzgarı artık kıçtan alıyordum. Eğlenmeye bile başlamıştım.
Normalde günün de artık ağarması gerekiyordu ancak havanın yoğun bulutlu oluşu onu birazcık geciktiriyordu ve hava keyfimi bozmasaydı, onca izmaritle kim bilir ne balık tutmuş olacaktım. Moloza yaklaştığımda çiselemeye başlamıştı ve birinin yüksek sesle bağırdığını duydum ama rüzgar sesin bana gelmesini engelliyordu. Yaklaştıkça döndüm ve fenerin ışığında babamın sarı yağmurluğunu gördüm.
Babamı ilk kez böyle görüyordum . Havayı muhtemelen benden önce hissetmiş ve tam olarak nerede olacağımı da bilmediğinden, Burgaz ile Kaşık adası arasında balık olmadığında gitmeyi adet edindiğimiz Heybeli’nin Çam Limanında olmamdan korkmuştu. Çünkü oradaydıysam, molozda dört kayığın batmış olduğu o fırtınadan dolayı, büyük bir ihtimalle o günü dönemeyebilecektim. Bir süre sonra gün aymaya başlamıştı. İkimiz birlikte eve dönerken üstelik henüz nefesi düzene girmemişken sordum:
-Neden balığa çıkmak için normal, livarı olan bir kayık almıyoruz?
Döndü, bana baktı ve kendinden geçercesine bağırarak:
-E vallahi pes! dedi. Bu günkü olanlardan sonra bir de kayık mı istiyorsun??? İstesem de, bırak ki imkansız addediyorum, bu olanlardan sonra elimizdekini bile satmamız lazım! Artık Mehmet’in kayığını da asla almak yok! Bitti!
Hatırlıyorum, cevap vermedim. Ancak olayı her hatırlayışımızda o sabahı hala capcanlı anılarında taşıdığını görüyorum. Ben de onca yıldır böyle bir balıkçı kayığının hayalini taşıyordum….
28 Ekim 2002, günlerden Pazartesi, babam ve ben Avrupa yakasının banliyö treni ile Küçük Çekmece’ye gidiyoruz. İnternet üzerinden bulduğum bir tekne ustası, bana yepyeni bir «Cornish Gig» yapabileceğini söylemişti. Bunlar geçen yüzyılda Cornwall’de kullanılan bir çeşit filikalardı. Sonunda buna karar vermiştim çünkü hem ihtiyar Foti’ninkine en çok benzeyen modeldi, hem de İstanbul’dan gitmiş olduğum onca sene içinde hayalimdekine en uygun tek kayıktı.
Adadan gitmeden önceki son yıllarımda, Foti’nin Kumbaros’ta ya da Kaya’da son kalan “istakoz”lar için sepetleri denize atışı hala gözümün önünde. Seksenini geçmiş, mağrur, devasa cüssesi ile kayığına binmiş, küçücük bir çocukken öğrendiği gibi kürek çekerek adanın turunu atardı.
Öyle büyürdü o yıllarda Burgaz’lı balıkçılar! Kürek ve yelkenle. Sıvri adaya, Pendiğe, Yeşilköy’e hatta daha bile uzağa kürekle giderlerdi. Ölmeden önceki son yaz, babam ve ben onu büyük kayıkla Sivri’ye götürmüştük…son bir kez daha gitmek istediğini söylemişti, sanki “son”un geldiğini bilmişcesine..Ölümünü Atina’da öğrendim ve ilk işim kayığının ne olduğunu sormak oldu. Bir arkadaşı almıştı. Ondan sonra bir daha da görmedim.
Boğazıyla, Haliciyle İstanbul’da, küçük mesafelerin deniz yolu ile katedilmesi, aynı zamanda kıyı balıkçılığı gibi iki önemli geleneği vardı. Dolayısile, deniz taşımacılığında kullanılacak 1-4 kişilik kayık yapımı son derece gelişmişti. 4-7 mt. lik öyle kayıklar vardı ki, 1-2 kürekçi oturağı vardı. Bunlar sadece kürekle beş mil hız yapabilen hafif, dar-uzun kayıklardı. Foti’nin kayığı da, Çanakkale boğazında, Marmara’da dolaşan bu tip kayıkların son örneklerindendi. Bu tip kayıklar hızla yerlerini kısa, tıknaz, içten veya dıştan takmalı kayıklara bıraktılar. Kıyı balıkçılığı neredeyse öldü, Haliç’in bir kıyısından ötekine yolcu taşıyan “kürekçi”ler de yok artık.. Bir dönem böylece sona erdi, bense bir çocukluk hevesimi tatmin etmek için onca sene boyunca boşa uğraşmıştım hiç değilse bir “omurga”sını bulmak için!
Nihayet Küçük Çekmece’de tekne yapımı olan bölgeye vardık. İlerliyoruz, ve ben sağlı sollu tekne yapımlarını incelerken birden, karanlık bir imalathanede, lacivert bir kayığın gövde kavisini gördüm. Taş kestim! Mümkün değildi! Hayal görüyor olmalıydım! Gözlerime inanamıyordum! Beni gören babam da durdu. Kendimi öyle kaybetmiştim ki, çevredeki her şey silinmişti. Ağır çekimde gibi kayığı kendime hedefleyip ilerledim. Kulağının arkasına kalem yerleştirmiş bıyıklı birisi bana gülümseyerek dudaklarını oynatıyor, bir şeyler söylüyordu ama ben hiçbir şey duymuyordum. Birden kendime geldim ve babamın hayranlıkla:
-“Kırk sene oldu ben böyle bir kayık görmeyeli!” dediğini duydum.
Bıyıklı İsmail’in dedesinin (Ayvansaraylı meshur Pamuk usta) 1944te Arnavutköylü bir Rum balıkçı için yaptığı altı metrelik bir kayıktı bu, şimdiki sahibi de tamir için atölyeye getirmişti. O eski yıllarda kürekle zahmetsizce yol almak üzere yapılmış, muhteşem hatları olan bir kayık!
Ustabaşına soruyorum:
- Bana bunun tıpa-tıp aynısını yapabilir misin??
Cevap veriyor: -Elbette!
Bana “Cornish Gig”i yapabileceğini söyleyen ustaya hiç gitmedim, zira bunca senedir, bir çocukluk rüyamı gerçekleştirmenin yolunu başka yerlerde aramış, başka yerde bulmuştum..
“Nisos Antigoni” (Burgaz Adası) işte o gün doğdu.