Marmaris'te dikilen özensiz ve Sadun abiye hiç mi hiç yakışmayan bir tabelaya "anıt" denmesi üzerine... (2018'den)
Eeeeh, zevzek zevzek işler be!
Sadun Abi’yi hiçbir şeyi beğenmeyen aksi bir adam olarak tanır çoğu insan. Öyle idi de. Gerçekten kızdıklarıyla, mahsusçuktan kızdıklarını iyi ayırmak lazımdı.
Ahtapot haşlama mesela. Meşhur kimyonlu haşlama için ‘hah tam ayarında olmuş’ dediğini duyamazdınız. Ya beş dakika daha ateşte kalacakmış da erken almışsınızdır ya da beş dakika fazla pişirmişsinizdir. Hiçbir zaman tutturamazdık o beş dakikayı. Tatlı sert azarlar dururdu.
Hele fotoğraf çektiğinizi fark etti diyelim. Yandınız. “Bana bak, şşş, koy onu yerine be!”
Bir işi kendi beğenene kadar başında durur, mükemmel olduğuna kanaat getirene kadar didiklerdi. Sonbahar’ın zincirine ek yaptırıyordu. İki zinciri birleştiren parçayı, Alim Sür’e dakikalarca çekiçletmişti. Hem orasına vur, burasına vur diye başının etini yiyordu, hem de bu çocuk adam olmayacak, sanayiye vereceğim gibilerden dalgasını geçiyordu.
Bu ve benzeri matrak asabi halleri hoşumuza bile giderdi.
Ciddi bir konuya “taktığını” mesela İstanbul’da bir kış günü görmüştüm. Naviga’da buluşmak üzere sözleştik. Ofise geldiğimde Tuba Noyan’la hararetli bir şey tartışıyorlardı. O sene yeni çıkacak olan Joshua Slocum’un kitabının adını! Orijinal adı dört kelimelik bir isim sonuçta. Gel de Türkçesini beğendir Sadun Abi’ye. Kızcağız bir isim teklif ediyor, ‘yok, mümkün değil, olmaz, ilk defa olduğunu da vurgulamak lazım’, başka bir isim geliyor ardından, ‘zinhar olmaz, hem yalnız hem de dünya çevresinde ilk defa olduğunu anlatması lazım’, başka bir teklif, ‘o da olmaz, adamın bu seyahati yelkenle yaptığını da vurgulamak lazım’…
Of anam, ‘şu sebepten olmaz, bundan dolayı olmaz’ derken derken, derken ben onları seyrederken yoruluyorum! Malumunuz sonrasında kitap şu isimle çıktı: “İlk Defa Tek Başına Yelkenle Dünya Turu” Ciddi bir konuya “kilitlendiği” zaman nasıl titiz ve ısrarcı davrandığına iyi bir örnekti.
Kısmet’in mutfak lavabosunda bekleyen bir tabak ya da bardak olmazdı mesela hiç. Yemek biter bitmez yıkardı, başkasına da elletmezdi. Titizdi.
Ya da iskelemizden ayrılırken, daha birkaç metre gitmeden, o usturmaçalar anında seyir sırasındaki yerlerine konurdu. Kısmet’in ve Sonbahar’ın hiç “dağınık” fotoğrafını göremezsiniz. Patika yürüyüşünde bile kulak arkasında bir gelincik ya da zakkum çiçeği olurdu. Jilet gibiydi. Bizi de güldürürdü, “kulak duymuyor, bir işe yaramıyor bari saksı olarak kullanayım” diyerek. Titizlik, estetik, düzen, kendinin çevirmediği bir kitabın ismine bile mükemmelliyetçi “takıntılar”.
Bunları niye anlatıyorum? Geleceğim.
Vira Demir’in her yeni baskısında, yorgun bir kıştan çıkardı. Yazın bize geldiğinde yeni baskılarla ilgili şikayet etmesine başlarda pek anlam veremezdim. Koylardaki değişiklikler, yeni konan ya da kaldırılan alametler, binalar, değişen telefonlar vs derken ciddi ciddi bir güncelleme yaptığını ve bunun ne kadar da yorucu olabileceğini sonradan fark ettim. Düşünsenize Sadun Boro’sunuz ve sizin kitabınızı güncelleyecek, sizden yük alabilecek bir editör olması mümkün değil, ülkede yok. Sürekli yeni notlar alarak bir sonraki baskıya hazırlanıp, baskı sırasında bunları tek tek kontrol edip yeni baskıya göndermek ve ertesi günden itibaren yeni güncellemeleri sonraki baskı için tekrar toparlamaya başlamak. Kabus gibi. Hangi editöre güvenip de tek tek kontrol etmeden gözü kapalı baskıya gönderebilirsiniz ki? Sadun Boro’sunuz çünkü! Yayınevi baştan bir editör vermiş ama en basitinden bir koordinatın doğru yazılıp yazılmadığını ülkedeki kaç yayınevinin kaç editörü kontrol edip, düzenleyebilir, düzeltebilir ki? Ve siz buna nasıl güvenebilirsiniz ki? Siz Sadun Boro’sunuz çünkü. “Anlattığım koyun krokisini, haritasını, fotoğrafını filan sonraki sayfaya koyuyorlar!” diye hiddetlenmek istemiyorsanız, bizzat siz düzenleyeceksiniz o beş yüz altı yüz sayfalık eseri. Siz Sadun Boro’sunuz çünkü. İşiniz zor. Titiz, düzenli, mükemmeliyetçi, ısrarlı, kelimelere takıntılı, fotoğraflara takıntılı. Bizim yazılara bile takardı bazen. İstanbullu bıçkın delikanlı tarzıyla kafamıza çakardı: “Anlattığınız yerler için mutlaka harita koyun lan! Nereyi anlattığınızı nereden bileceğiz!”
Bunları neden anlatıyorum? Geleceğim dedim ya.
Kitaplarından biri için fotoğrafları çeken ismi, telefonda nasıl haşladığına şahit olmuştum. Öyle bir azarladı ki, ben gerildim. “O foto o eser içindi, sen nasıl başka yerde kullanırsın” diye demediğini bırakmadı adama. Birini azarlarken “emaye huni” kavramının kullanıldığına ilk defa o konuşmada şahit olmuştum. Sonradan açıkladı “emaye huni”nin faydasını, iki gün kendime gelemedim gülmekten. Esere saygı, eseri sıradanlaştırmama, kopyalaştırıp değerini düşürmemeye gösterdiği özeni de yukarıdaki sıfatlarına ekleyebiliriz.
Bir gün, bir televizyon kanalında yayınlanan bir deniz programının, kendisi de denizci olan yapımcısı geldi. Sadun Abi’yle röportaj yapmak istediler. Sadun Abi’nin yüzünde bir ifade belirdi hemen. Kameraman, sunucu, yönetmen hepsi maaile gelmiş, röportajı yapacaklarından eminler. Fakat Sadun Abi’nin içine sinmeyen bir şeyler var, çok belli. Programın adını sordu, anlamadı, tekrar ettiler, yine anlamadı, belki de anlamamazlığa geldi (ki “bu kulağın duymamasının çok avantajını gördüm, bazen çok işime yarıyor” derdi) niye röportaj yapacaksınız diye sordu, ısrarla birkaç defa daha sorular yöneltti, yaz ortasında ortam soğudu ve inanılmaz biçimde vermedi röportajı, iyi mi? Kendisiyle ilgili program yapılmasına müsaade etmedi! O programın o bölümünde konuk olmayı oldukça da tavırlı biçimde geri çevirdi. Siz Sadun Boro’sunuz çünkü. Biz sıradan insanlar anlayamayız, sadece tahmin edebiliriz: Herhalde televizyonda size soru soracak adamın, programına sizi konuk edecek adamın bir derinliği, bir ağırlığı, bir geçmişi olmalı, siz Sadun Boro’sunuz çünkü, bunu karşınızdaki adamın gözünden anlıyorsunuz. Siz Sadun Boro’sunuz çünkü.
Bir akşamüstü yürüyüşten döndü, saydırıyor kendi kendine, belli kızmış birine. Ne olduğunu sordum.
“Dün bir adam geldi” dedi, “Fotoğraf çektirmek istiyormuş.”
“E ne var ki bunda abi, ne güzel” dedim,
“Bekle be!” dedi, “Bitirmedim!”
Fotoğrafı çektirmiş, adam mutlu mesut ayrılmış gitmiş.
“Ee peki bugün kime kızdın ki?” diye sordum
“Aynı adam yine geldi” dedi!
“Eee?”
“Dün benle çektirdiği fotoğrafı tişörtünün önüne bastırmış. Bir de bana ‘baaak Sadun abi güzel olmuş mu?’dedi....”
Uzaklara bakıp, cevap veremedim...
“Eeeeh, zevzek zevzek işler be!”
...ama sonra tutamadım koyverdim kendimi...
“Gülmesene be!!!!” diye son noktayı koydu.
İşin komik kısmı bir yana, çok ince bir nokta var burada. Önemli bir laf bu: “Eeeeh, zevzek zevzek işler be!” Çok şey anlatıyor. Sadun Boro’nun ve kendi alanında inanılmaz seviyelere gelmiş insanların “huysuzluğunu”, “tersliğini”, “tahammülsüzlüğünü” , “aksiliğini” anlatan müthiş bir tepki cümlesi.
“Eeeeh, zevzek zevzek işler be!” Müthiş, müthiş.
Bunları neden anlatıyorum? Geleceğim merak etmeyin.
Böyle dopdolu bir adam, sevdalısı olduğu Gökova’ya bir sunu, bir armağan bırakmak istese elbette ki bir deniz kızı bırakacaktı. Kimin aklına gelir, denizin içinde bir kayanın tepesine denizkızını iliştirmek ve kime emanet edilir böyle bir güzel? “Kopyala yapıştır” bir eser olabilir mi? Ordan kes, burdan ekle, öbür tarafa yapıştır, üstünkörü, uydur kaydır bir eser olabilir mi? Üzerinde sıradan bir kitabe, darmadağınık savruk cümlelerle bir yazı olabilir mi? Yakışır mı? Siz Sadun Boro’sunuz çünkü. Ne yapmış peki? Cumhuriyet tarihinin önde gelen heykel sanatçılarından Tankut Öktem’e emanet etmiş hayalini. Etkileyici bir denizkızı, kayanın kenarına ilişmiş, biraz dinlenip tekrar maviliğe geri dönecekmişçesine canlı ve üzerinde buram buram “Sadun Abi” kokan bir yazı. Gurur duyulacak, esaslı bir sanat eseri.
Kalamış’a bir anıt dikildi hatırlarsınız. Merkezinde Sadun Abi ve Oda Abla’nın dümen başında olduğu, çevresinde de dünyayı dolaşan Türk amatör denizcilerinin rölyefleri olan. Yaratım süresince atölyeye bizzat gitmelerinden, anıt üzerinde yer alacak isimlerin onun onayından geçmesine kadar her detayın içindeydi. Başlarda herhalde meşhur aksiliğinden çekinilerek haber verilmedi ama haberi olduktan sonra, iş ilerledikçe içine sinen bir eser olduğunu belli etti. Rölyefte yer alması teklif edilen bazı isimleri şu şu şu sebepten o isim olmaz diyerek reddettiğini hatırlıyorum. Detaya girmeyelim. Yani ondan habersiz bir “eser” yaratamazsınız. Onun içine sinecek. Çünkü ismi var. Çünkü siz Sadun Boro’sunuz. Ona yakışan bir yaratıcılık olacak.
Bunları neden anlatıyorum. Tabii ki Sadun Boro’yu tanıyanlar onun bu yönlerini bilir. Onun ardından önce ailesi sonra bizler, elimizden geldiğince titizlik göstereceğiz. Ona yakışmayacak, sığ, özensiz her ürünü oraya buraya dikerek adına “Sadun Boro Anıtı” demekle olmaz o işler.
Kendisi artık yok diye aklınıza gelen her zevzekliğe ismini veremezsiniz.
Eeeeh, zevzek zevzek işler be!
Yaşayıp gidiyoruz.