Hava zaten bulutluydu, iyice yüzünü kararttı. Serin serin yoklamaya, biraz da ufak damlalarla geliyorum demeye başladı. Kapalı yere geçme zamanı geldi. Masayı içeri aldık ve sohbet orada devam etti. Bu sene hurma zeytin az olmuş, “neşesi” yokmuş. Yağış azlığından, havaların soğuk gitmemesinden. Ona bir üzüldük. Nezih abi “Kopanisti” (Bu bölgeye özgü bir peynir türü) sordu, bu sene o da yokmuş. Yaşlı bir kadıncağız yaparmış en son, kızıyla birlikte, ikisi de rahmetli olmuş. Gene yapanlar vardır belki ama yapımı çok uzun, zahmetli ve incelikler isteyen bir peynir olduğundan herhalde zamanla kaybolur gider. Haydi ona da bir üzüldük. Yediklerimiz bizi mutlu ederken, kaybolan ürünlere üzülmek de ancak bu masaya yakışırdı. Gözlerimi, hafif kısık, hemen açığımızdaki sardalya avlayan gırgırlara kilitledim. Anason kokusuna mekan olan soğuk bardağımı avucumda sıkarak, ayaklarımı masanın altına uzattım, geriye yaslandım, yağmur damlaları çatıda tıkırdarken, terapi gibi gelen ve kulaklarımdan içime akan bu doğa sohbetine kendimi bıraktım.
“Hurma zeytine üzüldüm bak, tarım işi böyledir zaten” diyor, Nezih Öztüre, “gözünün içine bakarsın, son gün yağmur yağar ya da dolu gelir! Her sene bir dert. Bizim bademlere de bir sene domuz basar, öteki sene yok rüzgar eser, bilmem ne! Şu domuz işinde, haydi diyoruz nafakasıdır hayvanın, yiyeceği kadarını yesin, ellemeyelim. E koca hayvan, çıkıyor ağacı kırıyor.
“Çağlasını çok sever” diyor Ata Soyak.
“Yaaa, çağlasına bayılıyor” diye devam ediyor Öztüre, “Geliyor hayvan...”
Ata Soyak cümleyi tamamlıyor, “..yatar, yatırır böyle dalı, vura vura devirir böyle”
“Tarım işi zordur. Bilirsiniz fıkrayı, tek bir tarlası ve tek bir eşeği olan çiftçinin hikayesini”
“Yok be ya, bilmiyoruz, anlatsana” diye atılıyor Nedim Atilla.
“İşte bir köylü adamcağız. Hayatta bir tarlası var, evde bir kocakarı, bir de bir eşeği var. Adam gariban. O sene buğday ekiyor. Buğday da nasıl güzel. Her gün yalvarıyor Allaha, havalar iyi olsun diye. Zamanı geliyor, orağı alıyor tam biçmeye gidecek, evden çıkıyor, bir dolu, bir afat. Tarlaya varıyor, dolu mahvetmiş buğdayı. Yatırmış hepsini çamura. Adam kahroluyor. “Ah be ya, bir gün bekleyeydin Allahım” filan. Eve dönüyor. Eşikte oturmuş kocakarı ağlıyor. Adam şaşırıyor, ”nereden duydun” diyor, “ tarlanın buğdayın mahvolduğunu nereden haber aldın?” Kadıncağız “ben ona ağlamıyorum ki diyor, eşek öldü! Ona ağlıyorum” Haydaaaaaaa... Bir buğday bir eşeği vardı adamın ikisi de gitmiş. Bir kaç gün kahroluyor, üzülüyor. Derken Ramazan ayı geliyor. İşte orucunu tutmuş adam. Tam top patlamasına, iftara, bir iki dakika varken, bir cıgara yakıyor adam. Yukarı bakıyor, “gıcık oldun de mi?” diyor, “eşeği de kurbana saymazsam adam değilim!”
Buruk gülüşmeler yayılıyor masaya. Tarımla uğraşanın işi zor.
“Bademlerin de tabii, ihtiyacı arı” diye kaldığımız yerden devam ediyor Nezih abi. “Hele erken çiçek açtı mıydı, ortada arı yok dölleyecek. Geçen biri dedi ki frenk elması dik bademlerin çevresine. Ne işe yarayacak dedim, meğer bademden daha erken çiçek açan bir bitkiymiş frenk elması. Diktik bakalım şimdi. O çiçek açtı mıydı, bademden önce, arılar gelmeye başlarmış”
Ata Soyak devam ediyor: “Benim arıların da yarısı öldü bu sene ya. Sebebini de anlamadık. Arıların bir sevdiği şey de, ben de yeni öğrendim, biberiye imiş. Senede dört kere açıyor ya, ondanmış. Bu sene dağa taşa her yere biberiye diktim ben de. Bu hayvanları bırakmasalar, keçileri yani, onlar yemese daha da çok olacak. Arılar soğuk havalarda bile üzerinde çiçeklerin. Bulduğum her yere biberiye diktim.
(Hemen takılıyorlar) “Bol bulduğun belli, masadaki her şeyde biberiye var” (Gülüşmeler)
“Tabii ya! Poğaça, moğaça, ekmek her şeye dolduruyorum biberiyeyi”
Gözlerim sardalya avlayan teknelerde, kulak kesilmişim bademe, arılara, biberiyeye. Seviyorum Ege’yi, Ege’ye dair her şeyi. Peynirini, balığını, hurma zeytinini, mezesini, barbununu öptüğüm kadim Ege. Uzaklarda Midilli göz kırpıyor bak. Çatıda çalan yağmurun eşsiz notaları. Barbaros Midilli’ye dönmüş müdür acaba? Oruç’un esir alındığını duymamıştır daha, kim bilir nasıl hiddetlenecek. Yükünü bile boşaltmaz, duyar duymaz ağasının peşinden gider bak görürsün, aha buraya yazıyorum. Feci cenk olacak.
“Çeto! Uyudun mu be!”
“Yok be abi, sizi dinliyorum”