Aşağı git Skip to main content

Gönderen Konu: Ekim'in Denizciler İçin Küçük, Bizim İçin Büyük Maceraları

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
Merhabalar,

Bu kış çok soğuk geçti. İşlerin yoğunluğu da eklenince kızımız Ekim’i birazcık ihmal ettik. Geçtiğimiz bir hafta içinde fuar sayesinde denizi hatırlar gibi olduk. Fuarda bir sürü güzel deniz insanı arkadaşımızı da görünce, geçen sene Gezgin Korsanda başladığımız seyir anılarını burada da paylaşmak istedim. Bu dondurucu kış günleri için geçen sezondan beri sakladığımız bir tutam yaz güneşiyle içinizi bir nebze olsun ısıtabilirsem ne mutlu bana. Ben geçen sene Ekim’in anılarını yazmadan önce Cemalettin Özen Reisin gezi yazılarını henüz keşfetmemiştim. Onları okumuş olsaydım kendi anılarımı yazmaya cesaret edebilir miydim bilmiyorum. Şimdi kendisi de Heyamolahey’e geldi hoş geldi. ( Güzel şeyler yazayım da define adasına giderse beni de yanına alır belki).
O’nun ve bu forumdaki  “Onlar kendilerini iyi biliyor” kapsamındaki diğer kalem üstadlarının hoşgörülerine sığınarak Vira Bismillah diyorum. Altıncı günden itibaren iki forumda eş zamanlı paylaşacağım. 



2016 Ramazan Bayramı Tatil Seyrimiz


“Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı?” diye sorulurdu eskiden. Biz bu soruya tarafsız cevap verip hem okuyan hem gezenlerden olduk. Sadun Boro kitaplarıyla heveslendiğimiz amatör denizciliğe ilk adımı atmak için uzun bir süre bekledik ve geçen sene 2015 Mart ayında teknemiz Ekim’e kavuştuk. Tekne alma sürecinde ve sonrasında hem teknik konularda hem de yelkenli seyirleriyle ilgili çok sayıda kitap okuduk. İnternet sayfası dolaştık. Bir seneyi aşkın bir süre Ekim’i tanımaya, denizcilikle ilgili bir şeyler öğrenmeye çalıştık. Amacımız 2016 yaz tatilinde teknemizle gidebildiğimiz yere kadar seyahat etmek, hem tatil yapıp hem de denizciliğimizi geliştirmekti.


Tatilimizi anlatmadan önce kısaca bazı konulara değinelim.


Ekim: 1982 yılı Fransa Gibert Marine tersanesi üretimi, Gibsea Marka yelkenli fiber teknemiz. Bir ana yelken bir  de cenova denilen ön yelkeni var.  Ebat, 8m boy 2,85m en . Motor içten takmalı 22 beygir Yanmar marka marine dizayn.  Yönlendirme yeke dümenle yapılıyor. Teknenin bir başaltı kamarası bir de orta salonu var. Teknenin içine girdiğimizde sağda tezgahlı bir lavabo ve küçük piknik tüple çalışan ikili ocaktan oluşan bir mutfak, solda tuvalet kabini mevcut. Tekneyi kullanırken oturduğumuz kıç taraftaki bölüm havuzluk olarak adlandırılıyor. Teknenin burun kısmında 40metre zincirin depolandığı bir zincir haznesi ve ucunda teknenin tam önünde demirimiz sabitlenmiş duruyor. Onu denize indirip çıkarırken ırgat ismi verilen ve elektrikle çalışan ufak bir vinç kullanılıyor. Teknenin etrafı koruma amaçlı paslanmaz tellerle çevrili. Bu tellere vardavela deniliyor. Tellere destek veren 1 metre aralıklı çubuklara da puntel diyoruz. Puntellere asılı balonların adı da usturmaça. Usturmaçalar başka teknelerle ya da yerine göre iskeleyle sizin aranızda yastık görevi görüyor. Vapur iskelelerinde bulunan araç lastiklerinin kibar versiyonu diyebiliriz. Bu ön bilgileri vermemizin sebebi çoğu sık sık geçecek terimler olacağı içindir. Bu gezide başka terimler de kullanacağız. Hepsinin açıklamasını yapacağız. Unutursam diye üzülmeyin biz de çoğunu daha yeni öğreniyoruz. Teknemiz Ekim, Yeşilköy balıkçı barınağında bağlı. Yeşilköy, evimize biraz uzak olsa da yıllık bağlama ücreti marinalara göre çok ekonomik. Tekneyi aldığımızda  burada bağlıydı. Biz de yerini değiştirmedik.


Seyahate çıkmadan önceki hafta sonu motoru kontrol edince motoru soğutmak için denizden su çeken pompanın keçesinin bozulduğunu ve dengesiz çalıştığını fark ettik. Buradan sürekli su sızıyordu. Motorun alt bölümünde sürekli su birikiyordu. Acil bir durum olmamakla birlikte, uzun yola gideceğimiz için senelik bakımını da yaptırmak ve pompayı tamir ettirmek amacıyla etkili servis yapan ustayı çağırdım. Arefe günü usta geldi ve motorun tüm bakımlarını yaptı.  Bakımı kendim yapmayı planlıyordum ama cesaret edememiştim. Bu bakım sırasında ustadan biraz daha detay öğrendim. Usta 120-150 saatte bir yağın ve filtrelerin değişmesini önerdi. 


Yolculuk öncesi sürekli hava durumu kontrolü yapıyoruz. 4 ayrı internet sitesinden tahminlere bakıyoruz. Bunlar Poseidon, Meteoroloji genel müdürlüğü, Windyty ve Meteo Consult Marine. Sonuncusunu Ece bir yerlerden bulup telefon uygulamasını indirdi. Güzel bir uygulama. Saat saat, bölge bölge hava durumu veriyorlar hem de 10 günlük tahminler. Elimizde Marmara denizinin tamamının haritası var. Ama biz kolaylık olsun diye Navionics isimli bir akıllı telefon yazılımı kullanacağız. Bu kadar teknoloji kullanarak iyi bir denizci olunmayacağını biliyoruz. Bunu şöyle savunabilirim. Her meslekte ya da hobide olduğu gibi denizcilikte de usta çırak ilişkisi olması en doğrusu. Bizim böyle bir şansımız olmadığı için, öncelikle denizi, denizciliği, meteorolojiyi ve daha pek çok şeyi öğrenmemiz gerekiyor. Elimizdeki teknolojiyi bile ne kadar verimli kullanıyoruz o da meçhul. Şu an için yön bulma ve rota hesaplamalarını bu teknolojiyle kullanmak en doğrusu.


Gezinin süresini 10 gün gibi planladık. Yeşilköy’den çıkıp ilk hedef Marmara adası olacak. Oradan sonra hava durumuna göre Marmara denizi dışına da çıkabiliriz, Güney Marmara'da da dolaşabiliriz.


Gezi öncesinde yaralandığımız yazılı kaynaklardan en önemlilerinden birisi, Gezgin Korsan isimli bir internet sitesi. Burası, üyelerinin tamamına yakını yelkencilerden oluşan bir forum sitesi.  Neredeyse 10 yıl önce kurulmuş. Biz de 5 senedir üyeyiz. Bu forumda teknik bilgiler, seyir notları, denizcilik mevzuatları, ne ararsanız bulabilirsiniz. Biz tekneyi alırken satış ilanı burada paylaşılmıştı. Kıdemli gezgin korsanlardan Can Buluman’ın eski teknesi olduğunu belirtmiş, sorgusuz sualsiz alınacağını tavsiye etmişlerdi. Bu bilgiler ışığında tekneyi görmeye gittiğimiz gibi yarım saat içinde teknenin Can Beyden sonraki sahibi İbrahim Beyle el sıkışmıştık.  Gezgin Korsanlara kısaca “Geko” diyeceğiz. Biz bu platformda pasif üyelerdeniz. Burada yıllardır yazan deneyimli denizciler var. Ayrıca cep telefonundan yüklediğimiz Zello isimli bir bas konuş telsiz uygulaması da var. Gezi öncesi Ender Korsanın  tavsiyesiyle zelloyu telefona yükledik. Denizde olan herkes birbiriyle konuşarak destek alıyor veriyor. Tüm problemler burada paylaşılıyor, çözülüyor. Bir telefon uygulaması daha var. O da MAIS isimli bir uygulama. Telefonun GPS özelliği ile uydudan yerinizin tespit edilmesini sağlıyor. Sürekli uyduya sinyal gönderen telefonumuz sayesinde www.marinetraffic.com internet adresindeki haritada canlı yayında takip edilmenizi sağlıyor. Siz de bu haritaya bakıp yakınınızdaki bütün gemilerin tüm özelliklerini, o anki rota ve hızlarını görüp ona göre önlem alıyorsunuz. Bu uygulamayı da Gekolar sayesinde öğrenip telefonumuza yükledik. Bu uygulama tüm gemiler ya da tekneler tarafından kullanılmadığı için arada haritada görünmeyen sürprizler çıkabiliyor. O nedenle bu uygulama yüzde yüz güvenli değil. Her zaman tetikte olmak en iyi çözüm.  Sadun Boro’nun Vira Demir kitabı da tekne kütüphanesinin baş köşesinde bize rehberlik yapacak.


Hava durumunun bayramın birinci günü sert rüzgar göstermesi nedeniyle seyahat başlangıcımızı 6 Temmuz Çarşamba bayramın 2. gününe kaydırdık. Böylece birinci gün evde dinlenip bayram tebrik telefon görüşmelerini gerçekleştirdik. Laf aramızda Eceyle dönüşümlü olarak epey ütü yaptık. Döndüğümüz de evi neta bulmak için çok çalıştık. Neta, teknede her şeyin toplanmış düzgün olması demek. Çapariz de tam tersi dağınıklık anlamında kullanılıyor.  Bir yandan teknede yemek için köfte ve kavurma hazırladık. Alışverişimizi tamamladık. İçecekler, konserveler ve diğer tüm yiyecekler hazır hale getirildi.  Artık seyahate hazırız. Akşam çok geç yatmayıp sabah 4’te kalkıp gitmeyi planlıyoruz.


Şimdiye kadar okuduğumuz seyir yazılarında insanlar sürekli bir limandan ötekisine gidip duruyordu. Bizim Yeşilköy'e her giriş çıkışımız bile ayrı bir heyecan olduğu için böyle bir seyahat yapabileceğimize hala inanamıyorum. Bakalım biz de onlar gibi o limandan bu limana gezip durabilecek miyiz? Kafamıza göre istediğimiz yerlerde demir atıp, konaklama yapabilecek miyiz?



1.Gün en uzak seyahatimiz 06 Temmuz 2016


Sabah saat alarmının sesiyle uyanıyoruz. Hemen fırlıyorum yataktan. İçimde büyük bir heyecan var. Zaten gece boyu heyecandan çok derin uyuyamadım. Ece de aynı durumdaymış. Günlerdir yaptığımız hazırlıklar gözümün önüne geliyor. Artık bu iş şaka değil. Seyre çıkıyoruz. Bir parça korku da var.  Eşyaları geceden indirmiştim arabaya. Sadece buzdolabındakileri 2 adet araç  termosuna yerleştirip çıkıyoruz. Yol boş. 20 dakikada Levent'ten Yeşilköy'e geliyoruz. Barınağın otoparkına park edip 2-3 tur yapıyoruz eşyalarla. Barınağın kangal köpekleri kafeslerindeler. Biz her önlerinden geçtiğimizde sabahın karanlığında 2-3m dibimizde havlıyorlar. Havlamaların havadaki titreşimi bana olduğundan da büyük geliyor. Nefeslerini dibimde hissediyorum. “Oğlum zaten heyecan ve korku içindeyiz bari siz yapmayın. Bizi tanımıyor musunuz?” Boyahanenin yan odasında balıkçılar içki masasında bağıra çağıra sohbet halindeler. Bizi fark ettiler mi bilmiyoruz.


Nihayet tekneye yerleşiyoruz. Yelkenleri hazırlıyoruz.  Rüzgar çok az kuzeydoğudan arkamızdan esiyor. Motoru çalıştırıyoruz. Eceyle çıkış için plan yapıyoruz. Rüzgar arkadan estiği için ben önce öndeki iki palamar halatını çözüyorum. Palamarlar, tekneyi iskeleye bağlayan halatlar. Daha sonra kıçtan bizi tonoz   denilen ve denizin dibinde sabitlenmiş olan ağırlığa bağlayan halatı çözüyoruz ve Ece, şanzıman kolunu geriye takıp tornistan geri geri çıkıyor. Ben tonoz şamandırasını bırakıyorum. Dönüşte şamandıra sayesinde tonoz halatını kolayca denizin üzerinde bulabileceğiz. Güneş doğmak üzere, seyir ışıklarımız açık. Yavaşça süzülüyoruz barınağın dışına doğru. Karanlıkla aydınlık arasında sadece motorun sesi var kulaklarımızda. Barınağı terk ederken ben hızlıca usturmaçaları toplayıp güverteye alıyorum.  Usturmaçaların seyirde dışarıya sarkık durması hem estetik değil, hem de bir görgü kuralı. Bir de annemin diktiği şık usturmaça kılıflarının deniz suyuyla ıslanıp kolayca yıpranmaması lazım. İşim bitince havuzluğa dönüp dümendeki Ece’nin yanına oturuyorum. Cep telefonunda Maisi açıp uyduya konum göndermeye başlıyorum. Motor saatini kaydediyorum. Bizim saatimiz 05:07 motor saati 431,8. Navionicsten rota hazırlıyorum. Son birkaç günde hava durumundan ve Zellodaki konuşmalardan doğrudan Marmara Adasına gitmekten vazgeçiyoruz. Marmara denizini kuzeyden kıyıya paralel geçerek duruma göre Marmara Ereğlisi, Tekirdağ, Hoşköy açıklarından geçip, Tekirdağ’ın güneyinde Şarköy yakınlarında  Mürefte kasabasına kadar gitmeye karar veriyoruz. Böylece bir problem yaşarsak konuma göre ismini yazdığım limanlardan birisine kolayca sığınır ya da yardım isteriz. Mürefte ismini sürekli karıştırıyorum mürtefe diyorum. Ece de dalga geçiyor benimle. Rotamız 70 deniz mili. 1 mil: 1,8km olduğuna göre. 125km civarı. Ortalama hızımız 5 knot.  14 saatte gitmeyi hedefliyoruz. Yelken açarsak belki süre kısalır. Gün aydınlanıyor. Ambarlı önlerine 1 saatte geliyoruz. Heyecanımız henüz tam olarak geçmedi.  Geçen sene Eylül ayında doğrudan Marmara Adasına gitmeye kalkmıştık. Büyükçekmece açıklarında hava bir anda dönmüştü. Kendimizi zor atmıştık Yeşilköy'e. 1,5 saatte gittiğimiz yolu 3 saatte dönebilmiştik. O nedenle Büyükçekmece koyunu geçene kadar şeytanın bacağını kırmış sayılmayacağız. Orası bizim için bir eşik. Nihayet eşikten atlamayı başarıyoruz. Büyükçekmece'den sonra Kumburgaz, Silivri derken acıkıyoruz. Çıkmadan çay demleyip termosa doldurmuştuk. Ece, çok lezzetli bir  beyaz peynir, domates ve pastırmalı  sandviç hazırlıyor. Ben dümendeyim. Rüzgar saatte 7-8 km hızla esiyor. Biz de yelken açıyoruz ama %80 motor gücüyle gidiyoruz.


Saatler ilerledikçe güneş üstümüzde yükselip, bizi yakmaya başlıyor. Görüş o kadar iyi ki, kıyıyı çok net seçiyoruz, aynı zamanda Güney Marmara'nın siluetini de görebiliyoruz. Selimpaşa, Silivri derken ilerde sancak baş omuzluğumuzda yani sağ tarafımızda 45 derece önümüzde Marmara Ereğlisi'ndeki çirkin beyaz binaları seçiyoruz. Hızımız 6 knot civarı. Beyazlıkları gördükten neredeyse 1 saat sonra Marmara Ereğlisi önlerine geliyoruz. Biz Marmara Ereğlisi'ne geldiğimizde Zellodan Mustafa Ertör korsan Baba Tunca teknesiyle Büyükçekmece'den çıkışlarını anons ediyor. Sonrasında da Zello 2- 3 saat kadar kesiliyor. Deniz neredeyse dalgasız. Rüzgar çok zayıf tam pupamızdan geliyor. Marmara Ereğlisi'nden sonra Tekirdağ Körfezi açıklarından geçiyoruz. Uzun bir mesafe olduğu için saat 4 civarı Tekirdağ hizasına ulaşıyoruz. Sonrasında güney batıya doğru devam ediyoruz. Git git yol bitmiyor. Artık kendi rekorumuzu kırdık. Hoşköy'e gelmemize az kaldı derken yolun başından beri açık olan telsizimizden bir anons duyuyoruz. “Yelkenli tekne” diye bize sesleniyor. Etrafta başka tekne yok. Uzakta bir gemi var. Acaba onlardan mı geliyor? Ben kamaraya inip telsizden cevap veriyorum. Bizi kanal 18’e davet ediyor.


“Burası yelkenli tekne Ekim. Dinlemedeyiz”


“Ekim, burası Barbaros Hayrettin araştırma gemisi rotanız nedir? “


“240 yönünde Mürefte'ye gidiyoruz.”


“Biz şu an denize kablo döşüyoruz siz bizim 5 mil önümüzden 3 mil arkamızdan geçemezsiniz. Rotanızı 110 yapın arkamızdan dolanın.”


Bayram öncesi Geko sitesinde bu geminin çalışma yaptığını okumuştum ama bayram günü bize denk geleceğini tahmin etmemiştik. Mecburen rotamızı 110 dereceye Marmara Denizinin ortasına doğru değiştiriyoruz. Barbaros Hayrettin de çok yavaş hareket ediyor. Bir süre olduğumuz yerde bekleyip, rotamızı onun kıçına doğru veriyoruz. 10 dakika sonra tekrar anons geliyor.


“Ekim Ekim , Barbaros Hayrettin”


“Ekim dinlemede”


“Kanal 18 lütfen”


Kanal 18 i açıyorum.


“Ekim dinlemede”


Bundan sonrasını biraz kurguyla anlatayım ki o anda yaşadığımız sıkıntı ve stresi unutalım.


“Ekimciğim sen rotayı bizim kıça çevirdin ama ben sana 110 demiştim. Arkadan gelen mavi gemiyi görüyor musun?”


“Evet görüyorum.”


“işte o gemi bizim eskort gemimiz. Onun da arkasından geçmeniz lazım. Aramızdan geçemezsiniz.”


“Ama Barbaros abi sen de Bayram günü tam da döşeyecek zamanı bulmuşsun.”


“Sana mı döşüyom be ya denize döşüyom ben kabloyu.”


“Tamam tamam kızma ben şimdi onun da arkasına çeviriyorum rotayı. İnşallah üçüncü bir geminiz çıkmaz.”


Neyse rotayı epey çevirdik.  Marmara Adası karşımızda kocaman belirdi. “Acaba oraya mı gitsek?” Neyse  rotamızdan sapmayalım en iyisi.


Gemileri atlattıktan sonra tekrar Mürefte’ye doğru yöneliyoruz. Ama biraz sonra bir anda motor duruyor. Bir kaç saattir aklıma gelen mazot bitmesi durumu gerçekleşiyor. Ece’yi panikletmeden hemen dümeni ona veriyorum. Kafamda prova ettiğim gibi soğukkanlılıkla depo kapağını açıyorum. Bidonlardan birisini alıp huniyi yerleştirdiğim gibi hızlıca yakıt ikmalini gerçekleştiriyorum. Sonra her şeyi çabucak yerine kaldırıp Ece’ye “ Hadi sihirli ellerinle kontağı çevir “ diyorum. Ece kontak anahtarını çeviriyor ama motor çalışmıyor. Ben vitesi ileri alıyorum. Bir kaç kere daha deniyoruz olmuyor. İşte şimdi yandık derken Ece “Bir de vitesi geri tornistan yap. Öyle deneyelim” diyor. Ben tornistan yapar yapmaz O da kontağı çeviriyor ve motor çalışmaya başlıyor. İşte mutluluk bu. Yola devam ediyoruz. Bir yandan da yelkenli tekneyle yolda depomuzun bitmesinden utanıyoruz. Bunu kimseye söylemesek mi acaba?


Saat 18 civarı Hoşköy önlerine geliyoruz. Burada da bir barınak varmış ama su çok sığmış. Mürefte'ye gitmek daha iyi. Geko forumda herkes Mürefte'den şikayetçiydi. Oradaki görevlilerin ilgisizliğini anlatıyorlardı. Hoşköy'ü geçince yanımızda bir yunus sürüsü beliriyor. O kadar yakından geçiyorlar ki net bir şekilde görüyoruz. Bizimle birlikte yüzüyorlar. Karşımızda Trakya sahilleri yemyeşil. Harika bir manzaranın sağladığı görsel ziyafetle sonunda Mürefte'ye geliyoruz. Barınaktan girince karşı iskelede tekneler bordalamışlar. Yani iskeleye yan olarak yanaşmışlar. Solumuzdaki iskele ise boş. Biz derinlikten emin olmadığımız için oraya yaklaşmayıp diğerlerine doğru gidiyoruz. Yaklaşık bir saattir poyrazın hızı artmıştı. Barınaktan girince daha azalacağını sanmıştık ama sanki daha da artıyor. Teknenin kontrolü çok zor. Ece, diğer teknelere aborda olalım diyor. Ben de izin istemeden olmaz diyorum. Teknenin birisinde gençler var. Bize soldaki iskelenin güvenli olduğunu söylüyorlar. Ece de oraya doğru gidiyor. Poyraz  tam o iskeleye doğru sertçe esiyor. Yaklaşmak zor da olsa Ece reis kolayca yanaşıyor. Ben atlayıp anele denilen demir halkalara hem baştan hem de kıçtan tekneyi bağlıyorum. Şimdi derin nefes alıyoruz. Saat 19:00 olmuş. Yorgunluktan bittik. Biraz dinleniyoruz . O sırada barınak sorumlusu Bedri Bey geliyor. Hemen gırgır şamata muhabbete başlıyoruz. Kendisi bize çok yardımcı oluyor. Yakıt almak için beni kamyonetiyle 2 km. uzaktaki Mürefte merkeze götürüp getiriyor. Ücret teklif ediyorum almıyor. Barınak ücreti de almıyor. Sanırım Geko forumdaki şikayetlerden şaka yollu da olsa bahsetmemden dolayı bize jest yapıyor. Yemeği beklerken zelloda bir hareketlenme oluyor. Baba Tunca Mustafa korsan Marmara Adasına giderken bozulmuş bir yelkenliyi kendisine bağlayıp çekmeye başlıyor. Fakat gemi yoluna geldiklerinde inanılmaz trafik var. Gemiler küçük tekneleri hiç takmadıkları için işleri zor. Zellodan Tümay Korsan Türk radyoyu arıyor. Türk radyo telsizde 67. Kanaldan yayın yapan bir kanal. Tüm gemiler acil çağrı olan 16. Kanalla birlikte onu da dinliyorlar. Türk radyoya ulaşıncaya kadar gemiler onları çok ciddi tehdit ediyor. Gemilerden birisi hızla üzerlerine geliyor. Marine trafikten gemiyi buluyoruz. En yakın tekne benim. Telsizden anons yapıyorum ama mesafe dışında olduğumuzdan sesimiz gitmiyor. Neyse ki onlar bir şekilde geçmeyi başarıyorlar. Mustafa korsan, asmalı barınağın numarasını soruyor. Ben geçen sene Hulusi korsandan aldığım numarayı kendisine yazdırıyorum.


Akşam yemeği olarak önceki gün hazırladığımız kavurmayı yiyoruz. Yorgunluktan yemek yemek bile zor geliyor. Biz yemeği bitirirken Mustafa korsanın Marmara Adası, Asmalı limanına güvenli bir şekilde girdiğini öğreniyor ve seviniyoruz.  Yemek yiyip yatmamız yine gece 12 yi buluyor. Mürefte, şarabı ile meşhur bir yer. Gidip dolaşıp şarap mı alsak diyorum ama yorgunluğumuz izin vermiyor. Mürefte ismi, Rumca “Myofto” kelimesinden geliyormuş. Anlamı, bin bir dal bin bir çiçek demekmiş. Antik çağlardan beri zeytincilik ve üzüm yetiştiriciliği ile meşhur bir yermiş.  Beldede 10 civarı şarap fabrikası varmış. Bu defalık bizi affet Mürefte. Yorgunluğumuzu anla.


Yatmadan önce Ece'yle tekrar hava durumuna bakıyoruz. Yarınki rotamızı belirliyoruz. Sabah çok erken kalkmamıza gerek yok. Gelecek durağımız, 35 mil ötedeki Çardak Limanı. Gelibolu'nun tam karşısında. Burayı da Gekolardan öğrendik. Orhan Tatlıcılar korsan Ersin Böke korsana tavsiye etmişti. Ersin korsan burayı öve öve bitiremeyince, biz de Çardak’ı ziyaret etmeye karar veriyoruz. Yarınki mesafe bugünün yarısı yani 35mil. Yine de mümkün olduğunca erken çıkıp oraya erken varalım diyoruz. Ece ön kamarada ben de ortada uyuyoruz.
  • IP logged
« Son Düzenleme: 17 Şubat 2017, 23:43:24 Gönderen: Hasan Toparlak »

  • *
  • İleti: 5812
    • Son Denk Kayıkçısı
Viyaa böle Mücahit Kaptan....
  • IP logged
S/Y Bidarka / Fatih / İstanbul


"Son Denk Kayıkçısının Hatırasına"


https://sondenkkayikcisi.blogspot.com/

  • *
  • İleti: 1159
    • KUTUP YILDIZI
Gezi yazılarınız çok hoş.
Sizlerle bereber bizde geziyoruz sanki. :)xx :)xx
  • IP logged
ВЛАДА / TEOS

  • *
  • İleti: 171
Devamini bekliyoruz. Bu yaz ayni rotayi bizde yapicaz insallah

SM-N910C cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi

  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
İkinci gün 7 temmuz 2016 


Yerimi yadırgadığımdan mı yoksa heyecandan mıdır bilmiyorum. Sabah saat 07:00 gibi uyanıyorum. Birazdan Ece de uyanıyor. Hemen çay demliyoruz termosa dolduruyoruz ve hazırlanmaya başlıyoruz. Biz hazırlanırken Bedri bey geliyor. “Çayım var. Buyurun gelin” diyor. Teşekkür ediyoruz. Tekrar ödeme teklif ediyoruz. Kabul etmiyor. Biz de hoşça kalın diyoruz. Palamarları çözüp yola çıkıyoruz. Rüzgar sıfır. Yine motorla gidiyoruz. Hızımız 5.5- 6 knot.




Boğaz girişine gelince gemi trafiğine bakıyoruz şansımıza çok tenha bir saat. Hızlıca Anadolu yakasına geçiyoruz ve oradan kıyıya paralel olarak Çanakkale Boğazına doğru seyrediyoruz. Bugün de rüzgar çok zayıf. Hatta hiç yok. Yelken yapamadan hep motor seyri ile gidiyoruz. İlerde sancak baş omuzlukta Biga'daki İçdaş demir çelik fabrikasının bacalarını görüyorum. 1 saatte İçdaş'ın önüne geliyoruz. Uzaktan fotoğraflarını çekiyorum. Bu fabrika, müşterimiz olduğu için daha önce 3-4 defa gelmiştik. Şimdi de denizden görmek kısmetmiş. İçdaş'ı da geçip Zincirbozan'a geliyoruz. Zincirbozan'da kıyıdan uzak geçmek lazım. Zincirbozan bankı denilen sığlık bölge var çünkü. Zincirbozan sonrasında da Çardak-Gelibolu feribotlarını uzaktan görüyoruz. Çardak’a gelmeden uzun bir lagün bölgesi var. Oradan da uzak durup Çardak koyuna doğru iskele yapıyoruz. Şimdi solumuzda ufak bir dalyan görüyoruz. Dalyanı geçince  bir çadır kamp alanı olduğunu fark ediyoruz. Burada 8-10 tane çadır var. Kamp yapmak için güzel bir yer. Biraz ilerleyince iki plaj kulübünden birincisinin  önünde demirlemeye karar veriyoruz. Burada hem plaj var hem de insanların denize atlayabildikleri ahşap bir iskele. Böylece kıyıya da feribot iskelesine de uzak olacağız. Feribotlardan uzak durmak en iyisi. Demir atmayı bir defa da hallediyoruz. 3-4 metre derinlik var. saat 14:00 olmuş. Hemen denize giriyor ve serinliyoruz. Ben erken çıkıyorum. Ece maske ve şnorkelle dalıp teknenin altını ve demiri kolaçan ediyor. Sonra teknede duş alıp dinlenmeye geçiyoruz. Çardak, rüzgara karşı korunaklı bir koy değil. Tekne sürekli demirin etrafında dönüyor. Ama demir sağlam tutmuş. Kaymadığımızdan eminiz. Demir taraması denilen kayma durumu istenmeyen bir durum. Ben kendime bir bira açıyorum. Sahil ve plaj arkamda. “Size arkamı döndüm kusura bakmayın”  Akşama kadar dinlenmeye devam ediyoruz. Akşam yemeği olarak önceden hazırladığımız köfteleri pişireceğiz. Ece makarna da yapıyor. Akşam üstü rüzgar artıyor. Teknemizin zincirine bosa tutmamız lazım. Bosanın anlamı şu. Tekne demirdeyken bu duruma alarga olmak deniyor. Alargada zincir gerildikçe teknenin yükü doğrudan ırgata biniyor. Bu yükü hafifletmek için zinciri birer halatla teknenin ön tarafındaki iskele ve sancak koç boynuzlarına bağlamamız gerekiyor. Böylece yükü  ikiye bölüp, bütün yükün ırgata binmesini engelleyeceğiz. Bosa için "bosa kancası" denilen bir kanca var. Önce içerde onu  buluyoruz.  Daha önce kullanmamıştık ama evirip çevirince nasıl kullanılacağı belli. Ön tarafa gidip önce bosa kancasını zincire tutturup, ardından zinciri iki taraftan halatlarla koç boynuzlarına bağlıyoruz. Bu işlem acemi olduğumuz için 10-15 dakikayı buluyor. Neyse ki artık öğrendik. 2 dakikalık bir iş olacak bundan sonra. Rüzgar arttıkça  deniz topları ve deniz yatakları sahiplerinden kurtulup boğaza doğru akarken biz de peşlerinden yüzenlere bakıp, yetişip yetişemeyeceklerine dair bahse giriyoruz.  Kimse yakalayamıyor tabi. O sırada Yeşilköy barınaktan komşumuz Hulusi Korsan arıyor. Kendisi Gelibolulu. Bayramı burada geçirip ailesiyle Ayvalık bölgesine gidecek. Onun köyü boğaz girişinden 5 mil aşağıdaymış. Bize “Çardak yerine Hamzakoy'a gitseydiniz daha korunaklı bir yerdi” diyor. Orada gezecek yerler de tavsiye ediyor. Biz de dönüşte de oraya gideriz diyoruz. Yarın hep beraber Çanakkale'ye gideceğiz.



Yemek hazırlanınca havuzlukta portatif masamızı kuruyoruz. Rakımızı açıp siftah yapıyoruz. Yemekler çok leziz. Ece'nin ellerine sağlık. Salata harika. Sonrasında meyvemiz de var. Güneş Gelibolu'nun üzerinden yavaş yavaş batıyor. Unutulmaz bir günbatımı. Bazı anlar bir defa yaşanır. İşte o anlardan birisindeyiz şimdi. Eski denizciler Deniz tanrısı Poseidon'a rüşvet olarak içtikleri içkiden bir miktar denize dökerlermiş. Böylece Poseidon'un onlara iyi davranacağına, fırtınasız ve dalgasız denizler sağlayacağına inanırlarmış. Ben de bu geleneğe uyarak Poseidon'un hakkını veriyorum. Saatler ilerlerken,  tekne de demirin etrafında dönüp duruyor. Feribotlar, gün boyu aralıksız çalışıyor. Bayramın son günü olduğu için mi bilmiyorum sürekli dolup taşıyorlar. Dört tane feribot var ve  sabaha kadar defalarca iki iskele arasında gidip geliyorlar. Gündüz kalabalık olan plajda bir kaç kişi kalmış durumda. Feribota yakın olan restaurant barda arabesk bir canlı müzik var. Bizim önümüzdeki barda harika blues ve rock şarkıları çalıyor. DJ bizim sevdiğimiz pek çok şarkıyı arka arkaya çalıyor. Romantizm had safhada. Yatma vakti geliyor. Yarınki hava durumuna bakıp, problem olmadığını görünce seviniyoruz. Çanakkale Boğazı'ndan aşağı inme konusunda hala tedirginim. Çıkışın zor olduğunu biliyorum. Ece Bozcaada'ya gitmeyi çok istiyor, onu kırmak istemiyorum. Bir daha buraya kadar gelebilir miyiz, onu da bilmiyorum. Aslında hedefimiz Marmara Adasıydı. Ama havanın iyi gitmesi, Zello konuşmalarında insanların moral vermesi, en önemlisi Hulusi korsanın teknik desteği ve olumlu telkinleri, bizi gaza getirmeye yetti bile. Evet evet! Kararımızı verdik. Çanakkale'ye gideceğiz. Buraya kadar gelmişken dönmek yok.


Yataklarımızı hazırlıyoruz. Ece orta kamarada benim karşımdaki koltuğa geliyor. Bu durum benim hoşuma gidiyor. Karşılıklı sohbet ederken her zamanki gibi benden önce uyuyup kalıyor.


Ben demir taramasına karşı biraz tedirginim. Rüzgar kuzeydoğudan esiyor. Hızı epey artıyor. Demirden kurtulursak önce feribot yoluna sonra da Boğaz'a doğru sürükleniriz. Ben de saatimi gece 02 ye kurup uykuya geçiyorum. Gece çok zor geçiyor. 02’de uyanıyorum çıkıp bakıyorum hala yerimizdeyiz “oh çok şükür”.  Acaba saati bir daha kurmasam mı?  Yok en iyisi 04:30’a kurayım. 04:30’a kadar bir kaç kere uyanıyorum yine çıkıp bakıyorum aynı yerdeyiz ne güzel.


Saati 06:30’a kuruyorum. Yine yarım uyku 06:30’da uyanıyorum. Dışarı çıkıp bakıyorum. “Harika! duruyoruz durduğumuz yerde.” Neyse artık yorgunluktan sızıyorum iki saat daha uyuyorum.

  • IP logged
« Son Düzenleme: 18 Şubat 2017, 10:28:17 Gönderen: Mücahit Karabaş »

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
3. Gün 08 temmuz 2016 Çanakkale'ye doğru



Neredeyse ikinci gün hiç bitmeyecekti. Burada yazarken bile bitmek bilmedi. Nerede kalmıştık. Sabah saat 08:00 gibi uyanıyoruz. Ağır ağır toplanıyoruz. Kahvaltıyı havuzlukta yapıyoruz. İstanbul'dan aldığımız hazır katmer vardı. Ece onları tavada ısıtıyor. Yumurta da yapıyoruz. Harika bir gün. Harika bir kahvaltı. Katmerler bayatlamış olsa da keyfimiz yerinde. Kahvaltıyı bitirip biraz miskinlik yapıyoruz.   

Çünkü  çok rüzgar var. saat 11-12 den sonra azalacak görünüyor. Boğazı yine yelkensiz, rüzgar arkada geçeceğiz ama yine de sallanıp sarsılmak istemiyoruz. Hulusi Korsan sağ olsun arayıp hal hatır soruyor. Onlar da Cuma namazından sonra çıkacak.  Köyleri Burhanlı, Gelibolu tersanesinden sonra sağdaki ilk köy. Geçerseniz el sallarsınız diyor. Çanakkale marinada bize de yer ayırtmış. Orada tonoz var mı yok mu bilmiyorum. “İsterseniz önden demir atıp kıçtan kara olursunuz” diyor. Ben” baştan kara olamaz mıyız?” diyorum. “O zaman kıç demiri atmanız lazım var mı sizde?” diyor. Var diyoruz. Hemen inip demiri buluyoruz. Fotoğrafını çekip Hulusi korsana gönderiyoruz. 5,6 kg demir ve 5 metre kadar da zincire sahip. Ayrıca çok uzun bir de halatı var. Hulusi korsan, “Harika bir admiralti çapanız var. ama onu açmanız lazım” diyor. “Haydaa nasıl açacağız bunu?” Uğraşıp açmayı başarıyoruz. L şeklinde bir çubuk var. çekince açılıyor ama sabit durmuyor. Bir tane pim var. onun gireceği deliği arıyoruz yok. Meğerse deliğe girmiyormuş. Toka şeklinde bir pim. Bir kolunu çubuğun kesişme eksenine sokunca sabit duruyor. Eceyle çak yapıyoruz. Bir şey daha öğrendik. Havuzlukta oturduğumuz yerin altına bir sürü su istiflemiştik duş alırız diye. Ben onların bir kısmını içeri alıp demire orada yer açıyorum. Kolay ulaşılabilir bir yere demiri koyuyoruz. Altını kendi zinciri ve halatıyla da destekliyorum ki seyir esnasında sağa sola zarar vermesin.


Sonunda Saat 12 gibi rüzgar azalır azalmaz hazırlığımızı yapıyoruz. Ben ön tarafa geçip demiri çekeceğim. Ama önce bosa kancasını zincirden kurtarmam lazım. 10 dakika uğraştıktan sonra onun da pratik yolunu buluyoruz. Bu acemilik ne kötü bir şeymiş. Ece dümendeki görevine geri dönüyor. Irgatın kaldırma düğmesine basıp diğer elimle de zincirin toplanmaması için zincirlikte yaymaya çalışıyorum. İnanılmaz kısa sürede zincir toplayıp, çapamızı çekiyoruz. Ece kaptan, teknenin burnunu güney batıya doğru çevirince ikimiz de hayatımızın ilk Çanakkale Boğazı seyrine merhaba demenin heyecanıyla göz göze gelip birbirimize gülümsüyoruz. Eceyi bir çocuk kadar mutlu görmek beni çok daha mutlu ediyor. Hayallerine beni de ortak edip, bu işlere bulaştırdığı için ona çok şey borçluyum.   


Feribot iskelesinden sonra gemi trafiğine dikkat etmemiz lazım. Navionicsten gemi yoluna bakarken marine trafikten gemileri kolaçan ediyoruz. Lapseki'ye gelince yine feribotların önünden geçiyoruz. Şansımız yaver gidiyor. Lapseki sonrası gemi trafiğinde bir boşluk bulup gemi yoluna 60-70 derece açıyla Rumeli tarafına geçiyoruz. Az sonra tersaneyi geçiyoruz. Ve biraz sonra sağda Hulusi kaptanın teknesi DUA’yı alargada çift demir atmış halde görüyoruz. Deniz dalgalı, ama Dua iyi tutunmuş yerinde. Hulusi korsanı arıyorum ama ulaşılamıyor. Biz de el sallayıp geçiyoruz.

Akıntı ve rüzgarla hızımız 7 knotları buluyor. Ersin korsan burada yelken açarak gitmişti. Biz de açsak mı diyoruz ama şimdi sahil güvenlikle papaz olmayalım. Zaten yanımızdan da gemiler geçiyor. Hava net, görüş çok iyi. Boğazın her iki tarafında da doğa bize gülümsüyor. Yeşil ve Mavi Çanakkale boğazında başka güzel. Yolculuk tahminimizden kolay. Önce Nara burnunu, sonra uzakta Eceabat'ı görüyoruz. Eceabat'ın arkasından gökyüzüne dumanlar yükseliyor. Anlıyoruz ki yine bir orman yangını. İnşallah büyük değildir. Dünyanın en güzel yerlerinden birisindeyiz. Ormanlarımız çok değerli.  Nara burnunda daralan Boğaz, Eceabat önlerinde genişliyor. Yol genişleyince gemiler de Rumeli tarafına doğru yaklaşıp Eceabat önlerinden tekrar iskeleye kırıp boğaz çıkışına doğru yöneliyorlar. Yani sağdan akan trafikte açıktan alarak dönüş yapıyorlar. Onlar kıyıya yanaştıkları için biz de mecburen Eceabat'a doğru yaklaşıyoruz. Deniz, epey dalgalı derinlik tehlikeli olmadığı için  kıyıya yaklaşabiliyoruz. Ama bu sefer feribot yoluna giriyoruz. Burayı bir an önce geçelim diyoruz ama şimdi de Çanakkale marinanın, feribot iskelesinin hemen yukarısında kaldığını fark ediyoruz. O halde bizim şimdi hemen iskele yapıp hem gemi trafiğini hem de feribot trafiğini kontrol ederek sapasağlam karşıya geçmemiz gerek. Dümene ben geçiyorum. Hızımızı artırıp 2400 devire getiriyorum. Gemi trafiğinin ortasına dalıyorum. Yukarıdan gelen bir geminin kıçına doğru dönüp onun yarattığı dalgaların üzerinden atlayarak gemi yolunun ortasına geliyorum. "O da ne!" Sancak tarafımızda yukarıya doğru çıkan başka bir gemi geliyor. Büyük ve hızlı. Marine trafik hızını 6 knot veriyor. O gelmeden geçer miyiz?  Eceyle ortak kararımız, geçeriz. O zaman durmak yok devam. Gerçekten de gemi gelmeden önünden geçmeyi başardık. Bu sefer de burnumuzda feribotun yaklaştığını görüyoruz. Artık feribotun önünden geçemeyiz. Ben feribota paralel bir rotayla onun yanından aşağıya doğru akmaya karar veriyorum. Düelloda birbirlerine yaklaşan iki kovboy gibi birbirimize yaklaşıyoruz. Sonra da pardon yanlış oldu kardeş diyerek birbirimizin yanından geçip gidiyoruz. Ben feribotu geçer geçmez, iskeleye kırıp feribotun  dümen suyundan geçiyorum ve şimdi uzakta marinayı ve yelkenli direklerini görüyorum. Rotamız doğrudan marina. Feribot iskelesi ve marina girişine kadar irili ufaklı balıkçı tekneleri var. Onların arasında slalom yapıyoruz. Artık marinaya çok yakınız. Ben dümeni Eceye bırakıyorum. Bu tip yanaşmalarda O benden çok daha iyi . Ben de önce marinaya telsizle çağrı yapıyorum. Marina 73. kanalda


“Çanakkale Marina burası Ekim teknesi               


“Dinlemedeyiz Ekim”


“Rezervasyonumuz vardı. Biz 5 dakikaya kadar giriş yapacağız. Baştan kara olmak istiyoruz tonoz verebilirseniz seviniriz.”


“Geleceğinizden haberimiz vardı. Tonozunuz hazır. Buyurun gelin tamam”


Harika! Kıç demirine gerek yok. Ben hemen usturmaçaları indiriyorum. Ece kaptan, marinadan içeri giriyor. Tam karşıda marina bürosunun orada iki kişi bizi bekliyorlar. Rüzgar arkamızdan esiyor. Ama Ece çok usta. Kırk yıllık denizciler gibi baştan kara yanaşınca, halatları iskeleye atıyorum. Arkadaşlar da bana tonoz halatını verip, palamar halatlarıyla hemen tekneyi iskeleye  bağlıyorlar. Yaklaşık 5 saat süren yolculuğumuz burada bitiyor.

Biraz dinlendikten sonra Zellodan Çanakkale'ye ulaştığımızı anons ediyoruz. Tekneyi marinaya kaydediyoruz. Marina ücreti Ekim için günlük 60TL. Elektrik su dahil fiyat.  Önce biraz dinlenelim diyoruz. O sırada Gökçeada'da olan Ersin korsanla zellodan konuşuyoruz. Gökçeada'yı övüyor. Bu gezide sürekli kendisini takip ettik. Çardak limanını O tavsiye etmişti bize. Tek başına seyre çıkması tam cesaret işi. Bir yandan hava durumuna bakıyoruz. Önümüzdeki iki üç gün hava fena değil. Pazartesiden sonra Egede rüzgar biraz kuvvetlenecek. Ece, Bozcaada'ya gitmek istiyor. Hulusi korsanın bize tavsiye ettiği Akvaryum Koyu'nun fotoğraflarına bakıyor. Ben de “Acaba Bozcaada yerine Gökçeada'ya mı gitsek?”  diyorum. Çünkü hava iyiyken Gökçeada'ya gitmek,  Bozcaada'dan zor olmaz. Ama Pazartesiden sonra Bozcaada'dan kuzeye doğru çıkmak zor olabilir. Tahminimce Gökçeada dönüşü daha kolay olur. Biz bu konuyu tartışırken, zelloda Mustafa Korsanın yarın sabah Marmara Adası'ndan çıkıp, Gökçeada'ya gelmeye karar verildiğini öğreniyoruz. Benim aklımda Gökçeada daha ağır basmaya başlıyor. Ece'yle durumu paylaşıyorum. Çok istekli olmasa da O'na da mantıklı geliyor. Hulusi Korsanı da ayıp olmasın diye düşünüyorum. Ama zaten o da bize destek verecektir. Zellodan korsanlara da danışıyorum. da Orhan korsanla Halil korsan İki adanın görülmeye değer olduğunu söylüyorlar. Gökçeada biraz daha ağır basıyor. O zaman son kararımız Gökçeada. Çıkışın kolay olmayacağını biliyoruz. Tekneden inip marina ofise gidiyoruz. Az önce bize tonozu verip yanaşmamıza yardımcı olan Cem Bey, bilgisayarda hava durumuna bakıyor. “Hava çok sert değil direkt gidebilirsiniz. Ama bence kıyıdan yukarı doğru çıkın. Kıyı sizi rüzgardan korur saçak altı giderseniz. Gökçeada hizasını kuzeyden geçince adaya doğru düz gidersiniz dalga ve rüzgarı kullanırsınız.” diyor. Gideceğimiz liman Gökçeada'nın kuzeyinde Kaleköy balıkçı barınağı. İkinci rota mantıklı. Biz yine de yarın yola çıkınca duruma bakarız. Bu karar verme süreci içindeki zello görüşmelerinde Hasan Toparlak Korsandan çok önemli bir bilgi öğreniyoruz. Dün gece demir tarama korkusuyla uykusuz kaldığımı söyleyince O da bana bilmediğim bir telefon uygulamasını daha öğretiyor. Anchor Watch denilen bu uygulama ile demiri ilk attığınız noktada uyduya sinyal gönderip derinlik ve zincir boyuna gore gore maksimum kayma mesafesini giriyorsunuz. Program açık olduğu sürece uydudan yeriniz kontrol ediliyor. Tarama durumunda alarm çalıyor. Mesaj gönderiyor. İşte teknolojinin bir faydası daha. Gerçi gerçek Denizci olabilmek için bu uykusuzlukları da yaşamak gerekiyormuş herhalde. Bunları sonradan yazarken bile insan tekrar o anları yaşıyor. 


Gökçeada kararımızı verdikten sonra çıkıp biraz dolaşalım diyoruz. Ilk hedefimiz biraz büyük bir  benzin bidonu almak. Küçük bidonlardansa büyük bidon daha kolaylık olur. Bidon için bir benzinci buluyoruz Ama onlarda malesef bidon yok. Bize bir yer tarif ediyorlar. Şehir merkezinde sora sora ilgili yeri buluyoruz ama orada da yok. Orası da bize başka bir yer tarif ediyor. Biz çarşının göbeğindeyiz ama bidon yok. Yoksa yok ne yapalım nasıl olsa bir yandan da geziyoruz. İşte meşhur Aynalı Çarşının önündeyiz. İçeri girip sonuna kadar gidiyoruz. Tarihi çarşıda daha çok hediyelik eşya mağazaları var.  Kalabalık bir akşam üstü her yer insan kaynıyor. Çanakkale savaşıyla ilgili güzel hediyelik eşyalar vitrinleri süslüyor. Meşhur “Çanakkale Türküsü” dilimizde çarşıyı bitiriyoruz. Çıkışta solda  bir dükkanda seramik ürünler var. Bunları dükkan sahibinin eniştesi üretiyormuş. Şansımıza enişte de orada. Bizim mesleğimiz endüstriyel fırın olduğu için kendisiyle sohbet edip kartımızı bırakıyoruz. Geldiğimiz gibi çarşıyı boydan geçip çıkıyoruz. Önünde fotoğraf çekiyoruz. Sonra bidonu bulacağımız söylenen Helvacı Kadirin olduğu sokağı buluyoruz. Sokakta helvacılar var. Kadirin dükkanını buluyoruz. Orada da yok. O da bizi baharatçı Salih'e gönderiyor. Baharatçı Salih de ne alaka? Gidiyoruz ama hayal kırıklığımız devam ediyor. Artık vaz geçiyoruz. Kaşla göz arasında Ece bir tabelada ev yapımı limonata yazısını görmüş. Geri dönüp dükkanı buluyoruz. Bu ufak kafede ikişer bardak mükemmel limonatamızı içiyoruz. 4 limonata 6 TL. 

Sonra geldiğimiz yerden dönüyoruz. Köşedeki helvacıya giriyoruz. Çanakkale peynir helvası alacağız. Yarım kg. kendimize alıyoruz. Satıcı kadın 4-5 gün dolaba girmeden dayanır diyor. Çanakkale'ye doğru yolda olan Hulusi korsanlara da helva alsak mı acaba diye konuşuyoruz. Gelibolu'dan geldiklerini duyunca satıcı kadın, “Geliboluluların ayrı bir peynir helvası var onlar bizimkini sevmez biz de onlarınkini. Bence hiç almayın” diyor. Biz de şaşırıyoruz. Istanbulda olsak satıcı hemen 1 kg paketleyip elimize tutuşturmuştu. Hanımefendinin dürüstlüğü bizi şaşırtıyor. Teşekkür edip çıkıyoruz. Tekrar çarşıdan dönüşe geçiyoruz. Ece bu sefer deniz ürünleri restaurantı görüyor. Balıkçı Yaşar balık stop isimli bir mekan. Trafiğe kapalı bu caddeye masa ve sandalyeleri atmışlar. Biz de caddedeki bu masalardan birisini gözümüze kestiriyoruz. Midye dolma çekiyor canı. Alkolsüz bir restaurant ama oturuyoruz. Servis çok iyi ve porsiyonlar bol. Midye dolma, midye tava ve kalamar tava söylüyoruz. Yiyecekler çok lezzetli. İstanbul'da bir çok yerde midye dolmaları sırf dolma olarak yaptıkları için bu midye tadı damaklarımızı şenlendiriyor. Keyifle tıkanana kadar yiyoruz. Hesabı ödeyip kalkıyoruz.

 
Sahile yakın bir yerde dibekte kahve tabelası görüyoruz. Burada kahve içmek için oturuyoruz. Sokakta masa ve ufak sandalyeler var. Şu an tarihi çarşının en güzel yerindeyiz. Etrafımız tarihi taş binalar. Kahve yapılan ufak dükkan da bu binalardan birisinin alt katı. Ben kalkıp kahveciyle sohbet ediyorum. Orası eski valilik binasıymış. Şimdi vakıfların malıymış. Kiraya vermişler. Üst katı komple bir avukat yazıhanesiydi. Bir anda tarihte yolculuk yapıyor gibiyiz. Etraf cıvıl cıvıl. Çanakkale çok güzel bir şehir. En azından bizim gördüğümüz sahil bölümü çok güzel. Tarihi doku korunuyor. İnsanlar çok modern. Herkes güler yüzlü. Bana İzmir'den de güzel geldi. Ece de çok sevmiş. Burası Türkiye'de yaşanacak en güzel şehirlerden birisi. Kahveler gelince kahvecinin Ordu'lu damadı gelip bizimle sohbet ediyor. Bana bakıp bakıp gülüyor. Niye gülüyorsun diyorum. “Abi ne biçim yanmışsın kıpkırmızı olmuşsun” diyor. Ben de gülüyorum. Sohbete devam ediyoruz ama adam densiz, arada bana baktıkça gülüyor. Şaka yollu ben de ona kızıyorum. Sonunda ödeme yapıp kalkıyoruz. Marinaya giderken çok güzel bir saat kulesi var. Karşısında da bir çorbacı. Ben diyorum ki burada da güzel çorba içilir. Sonra feribot iskelesinin karşı çaprazında bir kokoreççi var. Hepsi cazip ama bizim biran once gidip depoyu fullememiz lazım. Marinadaki yakıt istasyonunun pompacısı saat  22:30 gibi gelecekti. Marinaya girince pompacının geldiğini görüyoruz. Aynı anda Hulusi kaptan ve ailesi de yemeğe gidiyorlar. Ayak üstü sohbet ediyoruz. Meğer onlar da bizim gördüğümüz çorbacıya gidiyorlarmış. Hulusi kaptan yelken açarak inmiş Çanakkale'ye. Sahil güvenlik görmüş ama bir şey dememiş. “Bu arada bize keşke Anadolu Yakasından inseydiniz zorlanmazdınız. Sağdan trafik daha çok gemiler için. Size kimse bir şey demezdi” dedi. Bunlar bize hep ders. Onları yolcu edip depomuzu mazotla dolduruyoruz. Daha sonra tekrar marinadan çıkıyoruz. Zelloda Koray Özbeyli Korsan kızarmış dondurma tavsiye etmişti. Hiç bir yerde bulamıyoruz. Sonunda birisi bize marinanın karşısındaki Doğan pastanesini tavsiye ediyor. Doğan pastanesinin dondurması kızarmamış da olsa müthiş. Doğal süt kullandıkları belli. Meyve aromaları çok yoğun. Bayıla bayıla yiyoruz. Sonra oradan çıkıp meşhur Truva Atı heykeline yürüyoruz. 12 sene once çekilen Holywood yapımı "Truva" filminde kullanılan at maketini buraya getirmişler. Önemli bir turistik figür olmuş. Truva antik şehrinde bulunan derme çatma at figüründen gerçekçi olmuş. Geçen gelişimde de burada fotoğraf çekmiştik. aslında Truva atı Grek'lerin hileleri sonucu Anadolu kenti olan Truva'yı ele geçirmelerinin sembolü. Bu atın burada olması biraz çelişkili bir durum. Gerçi biz de hikayeyi kendisi de İzmir'li olan Homeros'un kaleminden öğrenmiştik. Bin yıllardır herkesin sahip olmak istediği bu güzel toprakların ve denizlerimizin değerini daha çok bilmemiz lazım.

Burada da fotoğraf çekip dönerken haşlanmış mısır alıyoruz. Sadece 3 gündür denizde olduğumuz halde bu kadar pervasızca yeme içme çok normal değil ama 3 gündür gözümüz acıkmış. Uzun süre denizlerde olsak kim bilir önümüze çıkan ilk insanı bile yerdik herhalde.


Marinaya döndüğümüzde saat 12’yi geçmiş. Hulusi Korsanlar da dönmüşler. Biraz daha sohbet ediyoruz. Gökçeada planını paylaşıyoruz. Onlara da mantıklı geliyor. Artık uyuma zamanı ama once marinadaki duş imkanından faydalanmak fena olmaz. Sıcak duş o kadar güzel geliyor ki sanki aylardır yıkanmamışım gibi hissettim. 15 -20 dakika keyifle banyo aldıktan sonra tekneye dönüyoruz. Yataklar hazırlanıyor. Sabah erken kalkıp Van kahvaltısı veren bir yere gideceğiz. Rüzgar durumu yine öğlene kadar çok olduğu için saat 11 gibi çıkmaya karar veriyoruz. Ben akşam üstü eski iş arkadaşım Songül'e Çanakkale'ye geldiğimizi ve yarın Gökçeada'ya gitmeyi planladığımızı haber vermiştim. Songül'ün nişanlısı Altan, adada fizik öğretmeni ve şansımıza onlar da yarın adaya gidiyorlar. Hatta ortak arkadaşımız Adalet de adaya yerleşen babası Hayrettin amcaları ziyaret için  İngiltere'den gelmiş. İkisini de görebileceğim. Bu arada kayın validemin kuzeni Kadriye teyzelerin de orada olma ihtimali var. Onun kızı Çiğdem de adada beden eğitimi öğretmeni. Belki de birbirlerini tanıyorlardır. Gidince göreceğiz.


Çanakkale, tarihi dokusuyla ve Çanakkale savaşının hatıralarıyla dolu bir kent. Belki dönüşte burada şehitliklerin tamamını içeren günübirlik turlardan birisine katılırız. Ersin korsan, kişi başı yemek dahil 60 TL’ye bir tura katılmıştı. Güzel anılarla dönmüş ve zelloda bazı hikayeler anlatmıştı. İkimizin de ailemizde burada şehit olmuş büyüklerimiz var. Hatta Ecenin büyük büyük dayısı Teğmen İbrahim Naci burada şehit olmadan once savaşı anlatan bir günlük tutmuş. Bu  günlük 5 sene once tesadüfen büyük dayısı olan Sermet Dayının ölümüyle ortaya çıkmış. “Allahaısmarladık” isimli bir kitap olarak Yeditepe yayınevi tarafından basılmıştı.


Sabah ola hayrola diyerek 3. Günü kapatıyoruz. Saat bire doğru uykuya dalarken sahilden gelen insan seslerine, uzaklardan gelen canlı müzik nağmeleri karışıyor. Biz, şimdi de rüyalar alemine yelken açıyoruz.

  • IP logged

  • *
  • İleti: 327
  • Teknede yaşamak..tekneyi yaşamak..
    • Rota Atlantik
Yazmayayım diyorum.. Aykırılık yapmayayım diyorum.. Yok ama tutamayacağım kendimi.. Arkadaş neden küçük ! 10 millik seyirde nelerin olacağını kim bilebilir.. Yaşamanın büyüğü küçüğü olur mu? Konu deniz olunca neden biz kendimizi ve yaşadıklarımızı ve millerimizi, az, küçük vs görüyoruz.. Dünya'da pek çok insanın yaşayamayacağı hatta kalkışamayacağı (ama cesaret ama maddi) bir maceraya küçük demek neden?

Yapmayın yahu.. şanslı bir azınlık olarak biz adımıza her ne dersen de artık bunu kendimize yapmamalıyız. Yaşam tecrübeler dizinden ibaret.. Deniz yaşamın sadece bir parçası..O kadar abartmaya, o kadar da kendimizi sanki uzay aracı yapıyoruz gibi sanmaya ne gerek var.. Ha bak korkuyorsanız ''büyük denizciler'' ne der ne düşünür diye..eyvallah saygı duyarım.. Ama inanın gerek yok..onları da abartmaya gerek yok..

BU SİZİN MACERANIZ..SİZİN DENİZİNİZ.. VE SİZİN TEKNENİZ.. REİS SENSİN! ve Senin yaşadığına; asla ama asla küçük dememelisin..

Sen önemlisin.. Ve lütfen hepimiz için denizlerde olmaya devam et.. meceralarını yaz paylaş.. önemli değil nerde nasıl kaç mil..her bir mil okyanus olur bazen..

Sevgiyle, rüzgar kolayınıza olsun..
Dilek Ergül
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 4254
8 yıl önce Orak Ada'dan Büyük Çatı'ya ulaştığımda kendime "işte Kaptan Onıdın oldum" dediydim. Bu vak'adan 5 yıl sonra kendi teknemi Karacasöğüt'ten Mersin'e getirince yine "işte şimdi Kaptan Onıdın oldum" demiştim. Yani olup olacağımız hepi topu Kaptan Onıdın. O halde, Dilek'in dediği gibi, Vira Demir!
  • IP logged
Saatin fazla tiz tıkırtısında,ışık yıllarının ömür süremizle alay eden sesini de işitiriz.

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
4. Gün  Gökçeada'ya Doğru
     
Çanakkale’de sabah 7’de uyanıyoruz. Önceki gecenin yorgunluğundan sonra deliksiz uyumuşuz. Ama yine de erken saatte ayaktayız ve dinç durumdayız. Sabah ilk işimiz tekneyi yıkamak. İskelemizde Wallstreet isimli büyük bir yelkenli var. Sancağımızda da 12 metrelik bir motor yat. Bu motor yat, 2 gün önce Gökçeada'ya gitmeye çalışmış. Ancak rüzgâr ve dalgadan geri dönmek zorunda kalmışlar.  Bugün bir tur firmasıyla Bozca adaya gideceklerdi. Tekneyi yıkarken onları rahatsız eder miyiz acaba darken, Cem beye soruyorum. O da “yıkayın bir şey olmaz. Kimse rahatsız olmaz burada” diyor. Biz de tekneyi bir güzel yıkıyoruz. Su depomuzu dolduruyoruz. Etrafı neta edip seyre hazır hale getirdikten sonra tekneyi kapatıp feribot iskelesinin diğer tarafında sahilde Van kahvaltısı yazan yere gidiyoruz. Burası Biber Bistro isimli bir mekan. Kişi başı 18 TL ye zengin bir kahvaltı var. Ama Van kahvaltısının başrol oyuncusu otlu peynir maalesef bitmiş. Normalde çok sorun edeceğimiz bir durum olduğu halde üç günlük denizciliğimizin verdiği olgunluk ve servis yapan personelin güler yüzüyle hızlı servisine saygı gösterip sesimizi çıkarmıyoruz. Sen kalk Çanakkale’ye gel ve Van kahvaltısına git. Kahvaltı faslımız bir saat sürüyor. Keyfimiz yerinde. Karnımız iyice doydu. Su ve yakıt depomuz da dolu. Ekim de marinada bizi beklediğine göre kalkma zamanı. Marinaya gitmeden önce devlet hastanesinin bahçesinden geçip arka caddesinde bulunan Carrefour mağazasına alışverişe gidiyoruz. Onun yanında Tekzen yapı market olduğunu görüyoruz. Dün benzin bidonu arayışımız boşunaymış. Bilseydik doğrudan buraya gelirdik. Yapı marketten lazım bir şey var mı diye düşünüyoruz. Şimdilik yok. Daha çok soğuk içecekten oluşan küçük alışverişimizi kısa sürede bitirip tekneye dönüyoruz. Hulusi Kaptan da teknesinin başında son hazırlıkları yapıyor. Onlar güneye gidecekler biz de kuzeye. Son taktikleri alıyoruz. Onları yolcu ettikten sonra biz de Ekim'i yolculuğa hazırlıyoruz. Teknemizde buzdolabı olmadığı için araba termosu olarak bilinen 15 litrelik ve 40 litrelik 2 buzluğumuz var. Bunların içinde kullandığımız buz kasetlerini ve bir kaç şişe suyu akşamdan marinanın buzdolabındaki buzluğa koymuştum. Onları dolaptan alıp buzluklara yerleştiriyorum. Ekimin bir de 15 litrelik kendi buzluğu olduğu için 2-3 günlük gezilerde bizi idare edebilecek kapasitemiz var.
   
Saat 12.00 gibi palamar botunun yardımıyla önce arka tonozu suya bırakıyoruz. Rüzgâr arkamızdan saatte 8-10mil hızla esiyor ama palamar botu bizi tutuyor. Daha sonra öndeki palamar halatlarını çözüp avara oluyoruz. Yani iskeleden uzaklaşıyoruz. Palamar botu bizi çıkarıp dönüyor. Ece dümende tornistanda manevrasını yapıyor. Marinadan ayrılıp yola çıkıyoruz. Rota planımıza göre önce kıyıdan feribot iskelesini hızlıca geçeceğiz sonra gemi trafiğine göre karşıya Avrupa Kıyısına doğru seyredeceğiz. Şansımıza ayrılan veya yanaşan feribot yok. İskeleyi iskelemizde bırakıp ortaya doğru yöneliyoruz. Gemi trafiği de çok yoğun değil. Dikkatlice karşıya geçiyoruz. Çok güzel bir gün ama Güneş tepede. Üç gündür epey yandık. Dudaklarım çatladı Ağrı ve kaşıntı var hafiften. Bolca krem sürdüğümüz halde etkili olmadı. Ayrıca teknede hijyeni sağlamak da zor. Belki mikrop bile kapmışızdır.
 
Karşı kıyıya geçince ileride Şehitler Abidesi’ni ve dalgalanan bayrağımızı görüyoruz. Yanından geçerken bayrağı selamlıyoruz. “Çanakkale geçilmez” sözüne ithaf en gemilerin seyir defterlerine “Çanakkale geçildi” yazılmazmış. “Abide selamlandı” denirmiş. Bu saygılı ritüeli devam ettirerek Abideyi selamlıyoruz. Bu topraklar gerçekten çok güzel, çok değerli yerler. Çanakkale savaşında burayı canlarıyla savunan Atalarımıza çok şey borçluyuz.
 
Abidenin arkasındaki koya Morto Koyu diyorlar. Zamanında Cenevizliler bu ismi takmış. Ben Zelloda mortonun İtalyanca ölüm anlamına geldiğini söylüyorum. Onlara eski Kaptan-ı Derya Mezzo Morto Hüseyin Paşanın hikâyesini anlatıyorum. Venediklilerle savaşırken ağır yaralanan Hüseyin Paşanın öldüğünü zanneden Venedikliler, moral bulup daha da saldırırlar. Bir gün sonra Hüseyin Paşa tekrar savaşa dâhil olunca Venedikliler gözlerine inanamaz. Yarı ölü, yani mezzo morto lakabını takarlar.


                                                       
Morto koyunun ardından Seddül Bahir koyuna ulaşıyoruz. Artık Ege denizi önümüzde masmavi parıldıyor. Biz kıyıya çok yakın gidiyoruz. Marinadaki Cem Bey öyle tavsiye etmişti. Karşıdan gelen bir iki tekne de kıyıya çok yakın geliyorlar. Biz onlara yol vermek zorunda kalıyoruz. Sonunda Çanakkale Boğazından çıkıyoruz. Gökçeada tüm heybetiyle karşımızda. Sanki haritalarda daha uzak duruyordu. Rüzgâr tam karşımızdan geliyor. Dalga da öyle. Ortalama 1metreyi bulan dalga var. Rüzgâr saatte 8- 10 mil hızında. Sancak yapıp kıyıya paralel yukarı gidemiyoruz çünkü dalganın yandan gelmesi bizi çok zorlar. Mecburen karar değiştirip doğrudan adaya doğru dalgaların üzerinden aşarak gitmeye başlıyoruz.         



Ne olur ne olmaz can yeleklerimiz giyiyoruz. Böylece maceralı yolculuğumuz daha yeni başlıyor. Dalgaların üzerinden atlaya zıplaya rüzgâra karşı motor 2400 devirde gidiyoruz. Hızımız 5-6 knot civarı. Ada 15 mil uzakta görünüyor. Ama biz Adanın kuzeyine çıkacağız O nedenle adanın doğu yakasını dolanıp, kuzeydeki Kaleköy’e gideceğiz. Güneş, rüzgâr ve Egenin koca dalgaları. Aklımıza Bodrumdaki dostumuz Süngerci Aksona Mehmet Ağabey geliyor. O, şimdi yanımızda olsa. “İyi ki de şu koca deryaların çağrısına kulak verip buraya yönelmişiz” derdi. Bir gün onun kadar büyük denizci olabilecek miyiz acaba?  Dalgaların frekansı çok sık olmamakla birlikte bizi korkutuyor. Yine de dönmek yok. Ada da gittikçe yaklaşıyor. Aklımıza, geçen sene boyunca Türkiye’den Yunanistan’a kaçmaya çalışan çoğunluğu Suriyeli göçmenler geliyor. Bu zor sularda uyduruk botlarla ve sahte can yelekleriyle yüzlerce insan öldü. Burnumuzun dibindeydiler, bir şey yapamadık. Bunları düşünürken kendi ikiyüzlülüğümüzden utanıyoruz. Adanın şekli ince, uzun,  uçak kanadı gibi bombeli. Karşıdan gelen rüzgâr adaya çarpıp hızlanıyor ve bize sürekli direnç gösteriyor. Ayrıca dalgalar da her iniş çıkışımızda teknenin gövdesine çarpıp bizi yavaşlatıyor


Anneme Gökçeada'ya gittiğimi söylemeyin. O beni okyanusta sanıyor

Yaklaşık 3 saatte adanın güney doğusundaki Aydıncık Burnuna geliyoruz. Ama burada rüzgâra ve karşıdan gelen dalgalara ek olarak bize doğru gelen bir akıntı olduğunu hissediyorum. Sanki yarım saattir Aydıncık Burnunu geçemedik de yerimizde sayıyormuşuz gibi. Yolun ilk yarısındaki neşemiz artık kalmadı. İçimden keşke gelmeseydik demeye başladım. Motorda en ufak bir problem olsa gerisin geriye yelkenle dönmek zorunda kalacağız. Saat çok geç olacak. Gece seyri deneyimimiz yok. Çok zor bir seyir değil ama buraya kadar gelmek için harcadığımız emeğe yazık olacak.  En sonunda” iyi düşünelim iyi olsun” diyoruz.  Gerçek hızımızı bir türlü çözemedim. Uydudan gördüğümüz hızla bizim hızımız arasında kesinlikle büyük fark var. Ben motor devrini 2600’lere getiriyorum. Motoru çok zorlamak da istemiyorum. Ama sonunda sanki biraz ilerledik. Sancağımızda Kabatepe'den Gökçeada’ya gelen feribotun aheste aheste Kuzu Limanına girişini seyrediyoruz. Kuzu limanı, çok iyi saklanmış ince uzun bir koy . Limanın içini görebilmek için  denizden koyun hizasına kadar gelmeyi beklemek zorunda kalıyorsunuz. Burnu geçip kuzeye doğru sonra da batıya doğru gidiyoruz. Biz ne tarafa dönersek rüzgâr yine karşımızdan geliyor.  Bu kadar zorlanmaya rağmen saatler hızlı geçiyormuş gibi. Saat 19.00 oldu. Biz daha Kaleköy’ü göremedik derken en sonunda iskele baş omuzlukta tepede Türk bayrağını görüyoruz. Akşam karanlık olmadan buraya bağlanabilirsek harika olur. Bilmediğimiz bir yere yanaşmak her zaman zor. Ben Aydıncık Burnundan sonra her ihtimale karşı yakıt ikmali yapıyorum. Neyse ki çok harcamamışız. Depo çabuk tamamlanıyor.  Kaleköy’e girerken Navionicsten derinliğe bakıyoruz. Liman girişinde biraz sığlık var. Her limanın ve marinanın girişinde iki fener olur sağda sancak feneri yeşil renk. Solda iskele feneri kırmızıdır. Bir marinaya girerken sancak fenerine yakın girersiniz çünkü trafik sağdan işler. Ama Navionicse göre sancak feneri tarafı biraz sığ. Biz de kontrollü şekilde iskele fenerine yakın giriyoruz. Dümende Ece var. Ben yine usturmaçaları indiriyorum. Ersin korsanın dediğine göre iskele geniş olduğundan bordadan yani yandan yanaşabiliriz. Gerçekten barınağa girince sağ taraftaki iskelede sadece bir kaç motor yat görüyoruz. Biz de onların arkasına bir yere bordalayacağız Ekimi. Kıyıda bizi bekleyen bir adam var. Eliyle işaret ediyor. Biz de onun işaret ettiği yere yaklaşıyoruz. İçerde rüzgârın etkisi azaldı. Burası o kadar korunaklı bir liman ki mendireğe ilave olarak 3 metrelik kalın duvarlar örmüşler. Ecenin usta manevraları ile kolayca yanaşıyoruz. Barınak sorumlusu Ahmet Bey bize yardımcı oluyor elektrik ve su var. Bunlar için 5TL fark ödeyerek günlük toplam 40 TL bağlanması parası vereceğiz. İlk günün ücretini peşin veriyoruz. Ahmet Bey eski model gri Mercedes arabasına binip gidiyor. Ben her ihtimale karşı cep telefonu numarasını alıyorum. Saat 20.00 olmuş. Aç ve yorgunuz. Adaya ulaştığımızı zelloya ve sevdiklerimize haber veriyoruz. Arkadaşım Songül’e de haber veriyoruz. Onlar da sabah adada olacaklar.   
Kendimize geldikten sonra erimeye yüz tutmuş donmuş köfteleri tavaya atıyoruz. Makarnamız ve zeytinyağlı patlıcanımız da var. Yemek bizi kendimize getiriyor. Akşam olunca mendirekte gençler gezmeye başlıyor. Aslında şu an nasıl bir yerde olduğumuza dair bir fikrimiz de yok. Bir anda bu kadar kalabalık görmeyi beklemiyorum. Bir saat önce kıyıda kimseler yoktu. Trafik polisinin araç plakası anonslarını duyunca “bu adam niye bu ıssız yerde anons yapıyor ki” demiştim. Meğer burası Adanın balık restaurantlarının ve barlarının olduğu en gözde eğlence bölgelerinden birisiymiş. Zaman biraz daha ilerledikçe canlı müzik sesleri kulaklarımıza ulaşıyor. Kıyıda insan kalabalığı görüyoruz. Daha önce burada kalan Ersin Korsan buranın çok ucuz olmadığı konusunda bizi uyarmıştı. O da Sandal Restaurant isimli bir mekâna gidiyormuş. Korsanlara %20 indirim yapacaklar demişti. Neyse biz bu akşam doyduk. Birazdan çıkar biraz dolaşırız. Bölgeyi keşfederiz.
Saat 23’e kadar tekneden çıkmıyoruz. Sonra yürüyerek mendirekten çıkıp kalabalığa giriyoruz. Sağlı sollu bir sürü ufak tezgâh var. Hediyelik eşya cenneti. Sonra restaurant ve barlar başlıyor. Hepsi de kalabalık. Solda bir dalış kulübü standı görüyoruz. Gökçeada Dalış Merkezi. Bir genç kız bekliyor. Dalış için yarın müsait değiller. Acemi dalıcıları daldıracaklarmış. Pazartesi olur diyor. Tamam diyoruz. Gelmeden önce Ece, Gökçeada dalış imkânlarını araştırırken burada Kaleköy’e çok yakın bir yerde milli park yapılan bir dalış sahası olduğunu öğrenmişti. Burada su altı canlı çeşitliliğinin zengin olduğunu okumuştuk. Dalış için kıyıdan botla bölgeye gidip üçerli beşerli grupları suya indiriyorlarmış.
Restaurantların bazılarında canlı müzik var. Her yer insan kaynıyor. Biz anayola kadar ilerliyoruz. Birazdan sağ tarafımızda limanın bittiği yerde bir nizamiye girişi görüyoruz. Burası askeri bir tatil tesisiymiş. Daha ileride boş bir arsanın kenarında bir kokoreç tezgâhı görünce sanki 2 saat önce yemek yememişiz gibi birbirimize bakıyoruz. 100 metre sonra da bir otobüs durağı ve bekleyen bir kaç gence rastlıyoruz. Buradan merkeze yarım saatte bir midibüs varmış. Yaz sezonu olduğu için gece 01.00’e kadar seferler devam ediyormuş. Tam ve yarım saatlerde merkezden kalkan midibüsler, ring sefer yapıyorlarmış. Sabah buradan merkeze gidebiliriz. Restaurantların olduğu yerde akşam saat 20 ile 24 arası araç girişi yasak. O nedenle dışarısı araba kaynıyor. Yukarıda kalenin etrafında beş altı tane otel var.  Bu araçlar, o otellerde kalanların ve gecelik yemek ve eğlenceye gelenlerin arabaları herhalde.  Dönüşe geçip kokoreççiye uğruyoruz. Burada birer çeyrek kokoreç yiyip, ayran içiyoruz. Kokoreç lezzetli gerçekten. Kokoreç ustası da gençten bir arkadaş. İlginç bir şapka da takmış. Kömürde yaptığı kokoreçleri eşi servis ediyor. Artık tekneye dönme vakti geldi. Gidip uyumak dinlenmek lazım. Bu yorucu günün sonunda nihayet buraya kadar gelmek çok güzel. Ama hala buradan nasıl döneceğimizi kara kara düşünüyoruz. Başlangıçta buralara geleceğimizi bile hayal edememiştik. Artık burası son durak. Hava durumuna göre Salı sabahı geri dönüşe geçsek iyi olur.


Kaleköy Barınak
  • IP logged
« Son Düzenleme: 19 Şubat 2017, 12:47:20 Gönderen: Mücahit Karabaş »

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
5. Gün Gökçeada Bizim


Pazar sabahı yine sabah 8:30 civarı uyanıyoruz. Teknede kahvaltı için imkânlarımız mevcut. Ece kahvaltıyı yavaştan hazırlarken, ben de masayı havuzluğa kuruyorum. 15-20 dakika sonra kahvaltıya oturuyoruz. Bu arada Liman girişinden önce sancak tarafında yarım kalmış bir otel inşaatı fark ediyorum dün dikkat etmemişim. Her yeri çirkinleştirmekte üstümüze yok. Biz kahvaltı yaparken arkamıza bir motor yat yanaşıyor. Ben hemen çıkıp bağlanmalarına yardımcı oluyorum. Teknenin kaptanıyla ayaküstü sohbet edip kahvaltıya dönüyorum.



Havuzlukta keyif yapıyoruz. O sırada Songül arıyor. Onlar da adaya gelmişler. Altan Hocanın evindelermiş”. Ev uzun süredir kapalı olduğu için biraz toparlamamız lazım” diyor. Öğlene doğru merkezde buluşacağız. Gelip almayı teklif ettiler ama biz kendimiz gideriz dedik. Kahvaltı sonrası kahve keyfi de yapıyoruz.  Kahve içerken konuştuğumuz, Ecenin abisi Kaan, bize orada Bandırmalı bir arkadaşının olduğunu söylüyor. Eski Bandırmaspor ve Fenerbahçeli futbolcu Seracettin Kırklar'ın oğlu İskender Beymiş. Aydıncık plajında Seyir Defteri isimli bir restaurantı varmış. İskender beyin telefonunu internetten bulup arıyoruz. Bizi seyir defterine davet ediyor. Fırsat bulursak gün içinde uğramak istediğimizi söylüyoruz. Dünün yorgunluğu geçti. Sadece dudaklarımız enfeksiyon olmuş biraz ateş yapıyor. Bende bir sürü uçuk var. Çanakkale’den bepanten krem almıştık ama fayda etmedi. Adadan da ilaç almak lazım. Kollarımın iç tarafı bile yanmış soyulmaya başlıyor. Bir ara çıkıp tur atıyorum. Yeni gelen motor yatın kaptanıyla sohbet ediyoruz. Onlar da Gelibolu’dan gelmişler. Tekne sahibi ve eşiyle birlikte 3 kişiler. “Patron Gelibolu’daki tersanenin sahibi” diyor. Daha önce Yeşilköy Barınakta da kalmış bizim kaptan.


Saat 12 civarı Songüllerle buluşmak için Ekim’i kapatıp limandan çıkıyoruz. Durağa doğru yürüyoruz. Durakta yaşlı bir hanım var. Bizi merkeze götürecek midibüsü beklerken hanımefendiyle sohbet ediyoruz. Eşinin kalede moteli varmış. Ona yardım için İstanbul’dan gelmiş. “Bugün de Pazar var, oraya gidiyorum” diyor. Biz midibüsü beklerken durakta bir jip duruyor. Önde yolcu koltuğundaki hanımefendi bizi merkeze bırakmayı teklif ediyor. Biz de kabul edip biniyoruz ama diğer hanımefendi gelmiyor. Yolda sohbet ederken bizi alan çiftin de kalede butik oteli olduğunu öğreniyoruz. Belki de diğer hanımefendi o nedenle gelmedi. Merkeze kadar biraz sohbet imkânı buluyoruz. Onlar da 6 yıl önce her şeyi bırakıp İstanbul’dan gelmişler. Burada mutlu oldukları belli. Bizi merkezde ana meydanda bırakıyorlar. Songül bize Meydani Pastanesine gelmemizi söylemişti. Pastane de bu meydanda zaten. Ece hemen karadut şerbeti söyleyelim diyor. Ben de çok severim. 2 karadut sipariş ediyoruz. Şerbetler buz gibi ve çok lezzetli. Bu sıcak havada ilaç gibi geldi. Bu pastanenin meşhur Efi badem kurabiyesini duymuştuk ama şu an canımız istemiyor.  Birazdan Songül ve Altan Hoca geliyorlar. Gidip arabayı alıp hemen geleceklerini söylüyorlar. 10 dakika sonra arabada seyahat halinde buluyoruz kendimizi. Altan Hoca 3 senedir burada ve çok iyi bir rehber. Adayı anlatmaya başlıyor. Gökçeada 23 km. uzunluğunda 11 km eninde. Türkiye’nin en büyük adası. Kendi içinde barajı var. 9000 nüfus var. Üçte biri Rumlarmış. Ada da 12 köy var. Rumlar daha çok kırsal kesime dağılmışlar. Zeytinli, Bademli, Kaleköy, Tepeköy, Uğurlu  gibi köyler Rumların yoğun yaşadığı yerler. 



Adanın çok güzel bir haritası tekneyle konaklanacak yerler de belirtilmiş.



Adada bir havalimanı açılmış 1 sene kadar açık kalmış. Sonra aniden siyasi nedenlerle kapatmışlar. Hala 25-30 çalışanı varmış çalışmayan havalimanının. İşte ülkemizin ilginç hali. Kayınvalidemin yeğeni Çiğdemin adada beden öğretmeni olduğunu tanıyıp tanımadıklarını sorunca Altan Hoca “Aaaa bizim Çiko!" demez mi. Hemen telefonla Çiğdem'i arıyor ve Ece'yle görüştürüyor. Ece de Çiğdem'le çok samimi bir görüşme yapıyor.  Gündüz işleri varmış, akşam bizim yanımıza geleceklerini söylüyor. Ayrıca annesi Kadriye Teyzeler de adadalarmış. Bir anda buradaki çevremiz hatırı sayılır şekilde genişliyor.  Bugün önce Songül’le ortak eski iş arkadaşımız Adaletlere gidiyoruz. İngiliz eşi Kevin ve annesi Nuran Teyze'yle bizi karşılıyorlar. Ufak kızları Sofi Hazel, sapsarı çok tatlı bir çocuk. Bir yandan sohbet edip bir yandan Hazel’le oynuyoruz. Evleri çok güzel bir bahçeye sahip. Babası Hayrettin amca dışarıdaymış. Bizi daha sonra oğlak güveç yemeye beklediklerini söylüyorlar. Daha fazla rahatsız etmeyelim diyerek onlardan ayrılıyoruz. Songüller bize önce zeytinli köyünü gezdirecekler. Burada meşhur "Madam'ın Dibek Kahvesi" varmış. Zeytinli Köyü'ne kaç dakikada geldik bilmiyorum çünkü yol boyu sohbet ettik. Köyde uygun bir park yeri bulduktan sonra eski Rum evleriyle çevrelenmiş sokaklarda gezinip fotoğraflar çekiyoruz.

Rumlar yabancılara veya Türklere ev satmadığı için burası onların kalesi gibi. Ama çok sayıda cafe ve dükkân var bunlar da Türklere kiralanmış. Herkes kardeş kardeş yaşıyor. Evlerin mimarisi birbirine benziyor. Sokaklarda hep bizim gibi turistler var. Yerli halk ortada yok. Köyün içinde tatlı bir yokuş var. Önce yukarılara doğru çıkıp sonra aşağıya doğru iniyoruz.  Daracık sokaklarda zamanda yolculuk yapmış gibi yürüyoruz. Altan Hoca bize erik topluyor.

Sonunda Madam’ın Yeri’ne geliyoruz. Burası çok güzel manzarası olan ve genişçe terasla çevrelenmiş bir cafe.  Ece, muhallebileri görünce kahveden önce muhallebi yemek istiyor. Sakızlı muhallebi henüz masaya gelmeden sakızın kokusunu duyuyoruz. Mekanın sahibi bir Rum ailesi. Altan Hoca’yı tanıyorlar zaten. Çok kibar insanlar. Muhallebiden ben de tadıyorum ama oldum olası çok sevmediğim bu tatlıdan bir kaç kaşık almakla yetiniyorum. Sonra muhteşem kahvelerimiz geliyor. Sohbet eşliğinde içiyoruz. Altan Hoca hesabı ödedikten sonra oradan ayrılıp arabaya biniyoruz.



Zeytinli Köyü


Şimdiki hedefimiz adanın güneyindeki Laz Koyu denilen bir plaj. 50’li yıllarda altı yedi eylül olaylarından sonra Karadeniz’den ve Doğu Anadolu'dan bir grup insan, hükümet tarafından adaya getirilmiş. Buradaki Rum hâkimiyetini kırmak için zorunlu bir göç olmuş bu durum. Neredeyse 50 yıldır adada Türklerin sayıca üstün gelmesi sağlanmış. Laz koyu da adını bu göçten sonra almış. Yerleşimin olmadığı çok temiz ve korunaklı bir koy. Sadece ufak bir restaurantı var. Pazar günü olduğu için epey kalabalık. Çok sayıda arabanın arasında boş bir yer buluyoruz. Altan Hoca burada bir arkadaşına rastlıyor. Arkadaşı bize rehberiniz çok iyi diyor. Biz zaten anlamışız.  Beraberce plaja iniyoruz ve hemen denize giriyoruz. Serinleyip çıkıyoruz. Bir kişi hariç, tabi ki Ece. Su kuşu Ece, bir buçuk saat kadar suda kalıyor. Biz de sohbet ediyoruz. Sonra bira alıyoruz. Bir bira 13 TL başka bir yer olmadığı için mecburen alıyoruz. Etrafımızda herkes araba termoslarıyla gelmiş. Kendi yiyecek içeceklerini getirmişler. Biz zaten bir kaç saatliğine geldiğimiz için idare ediyoruz. Sonra tekrar denize girip çıkıyoruz. Toparlanıp arabaya dönüyoruz.



Laz Koyu

Dönüşte Aydıncık koyuna nam-ı diğer Kefalos Koyu'na gidiyoruz. Aydıncık Koyu’nun hemen yanında bir tuz gölü var. Buranın çamurunda insanlar şifa bulmaya geliyormuş. Ancak bu mevsimde kuruduğu için mi bilmiyorum bir takım mikroplar ürüyormuş. Geçenlerde epey insan, deri hastalıklarına yakalanmış. Yaz mevsiminde gölden kötü kokular da geliyor. Aydıncık Koyu, sörfçülerin favori mekânlarından birisiymiş. Bir kaç tane sörf kulübü var. Bulgaristan’dan hatırı sayılır miktarda turist buraya sörf yapmaya geliyormuş. Seyir defterini buluyoruz. Hem iç tarafta hem de sahilde ayrı yerleri var. İskender Bey sahildeki restauranttaymış. Oraya doğru gidince masada arkadaşlarıyla bira içerken buluyoruz kendisini. İskender Bey, uzun boyu ve iri cüssesiyle sevimli birisi. Siması ve konuşması Bandırma’lı olduğunu haykırıyor. Bizimle çok ilgileniyor. Çok uzun zamandır buradaymış. Artık adalı olmuş. Bandırma’yla bağları kopmamış. Ece'nin abisi Kaan'ın eski arkadaşı. O da denize meraklı. Botu tamirde olduğundan bir haftadır zıpkınla avlanmaya gidemiyormuş. “Zıpkınla ya da oltayla avladığım balıkları restaurantta pişirip, servis ediyorum” diyor. Bir şeyler ikram etmek istiyor ama biz teşekkür ediyoruz. Eğer birkaç gün daha kalırsak bir gün müşteri olarak geliriz diyoruz. Tekneyle adada demirleyecek çok fazla yer yokmuş. Derinlik ve hava şartları her zaman uygun olmuyormuş. Ama kendi restaurantının önüne çoğu zaman demir atılabileceğini söylüyor. Arzu ederseniz gelirsiniz, yardımcı oluruz diye ekliyor. On beş dakikalık sohbetten sonra kalkıyoruz. Bir isteğiniz olursa 24 saat arayın diyor. Sağ olsun çok iyi birisi. Saat 18.00 olmuş neredeyse. Şimdi geldiğimiz yoldan geri döneceğiz.  Songüller bizi Kale köye bırakıp eve dönecek ve akşam yemeği için hazırlanacaklar. Sonra Yakamoz isimli bir restaurantta yemek yiyeceğiz. Kaleköy’ün sahildeki restaurantları biraz kazıkmış. Yakamoz tanıdıkmış. Çok da iyiymiş. Kabul ediyoruz. Kaleköy’e gidince Altan Hoca önce yukarıya kaleye çıkalım diyor. Arabayı dar sokaklardan birisine park edip kaleye çıkıyoruz. Aşağıda Ege Denizi çok güzel görünüyor.


Gözlerim Mustafa Korsanın teknesi Baba Tuncay'ı arıyor. Bu sabah Çanakkale’den yola çıkacaklardı. Ve işte karşıdalar. Bütün yelkenleri açık. Rüzgârda yan yatmış süzülen bir gelin gibi.



Babatunca geliyor

Ben zellodan anons edince Mustafa korsan karşılık veriyor. Onlara tepede olduğumuzu söylüyorum. “bayrağın oradaki sen misin?” diyor Mustafa ağabey. Ben de heyecanla “evet “ diyorum. Meğer o da beni kandırmış. “Şaka yaptım nasıl göreyim” diyor. Güzel bir şaka.  Hakkını vermek lazım. Ben oradan onların fotoğraflarını çekiyorum. Videoya da çekiyorum. Kendi fotoğraflarımızı da çekiyoruz.                                         



Kalede açılmış bir gediğin önünde de fotoğraf çekiyoruz. Ben yerden bulduğum bir taşı gediğe koyarak biraz geyik muhabbeti yapıyorum.
O sırada Mustafa korsanlar barınağa girmek üzereler. Biz de aşağıya inip onların yanaşmalarına yardım edelim diyoruz. Arabayla aşağı iniyoruz. İnerken kalenin orada yukarı çıkan arabaların çokluğu nedeniyle trafik sıkışıyor. Dar bir yerden geçmeye çalışırken ben de arka camı açıp direksiyondaki Songül’e yardımcı olmaya çalışıyorum. Yanımızdaki park etmiş arabaya çok yaklaşıyoruz. Tam yanından geçerken ben kaç gündür teknelerden edindiğim alışkanlıkla, yandaki arabayı elimle itmeye çalışıyorum. Kimse fark etmiyor yaptığım komikliği. Ben dayanamayıp, kendi kendimi ispiyonlayarak yaptığım komikliği onlara da anlatıyorum. Arabayı itmeye çalışmam, herkesi güldürüyor.



Aşağıda sahil trafiğe kapatıldığı için Songüller bizi yolun başında bırakıp hazırlanmak için eve gidiyorlar. Biz hızlı adımlarla limana gidiyoruz. Mendireğe ulaştığımızda Mustafa Korsan da yanaşmaya çalışıyor. Ekim’in arkası dolu olduğu için onlar iskelenin en sonuna yanaşacaklar ama acayip rüzgâr var. Bir balıkçı onlara yardımcı olmak istiyor, talimatlar veriyor. Ama onlar da derinlikten şüphelendikleri için tereddüt ediyorlar. Sonunda balıkçı onları ikna ediyor ve yanaşıyorlar. Biz de kısa sürede onları bağlıyoruz. Mustafa ağabeyle ilk defa karşılaşıyoruz ama o kadar samimi birisi ki hemen tokalaşıp öpüşüyoruz. Elektrik bağlamalarına da yardım ediyorum. Sonra yemeğe gideceğimiz için müsaade istiyorum. Onları da Yakamoza davet ediyorum.



Tekneye dönüp hazırlandıktan sonra Altan Hocalar geliyor. Saat neredeyse 22.00 olmuş. Bu akşam Avrupa kupası finalinde Fransa Portekiz futbol maçı var. Onlar maç olan bir yer istiyorlar ama sahilde böyle bir yer yok. Her yerde müzik var. Sonra maçı boş verip Yakamoza gidiyoruz. Burası çok güzel bir restaurant. Tepede deniz manzaralı terasta masamıza oturuyoruz. Rakımız ve soğuk mezelerimiz geliyor. Mezeler taze ve lezzetli. Kavun - peynir standart. Ara sıcak olarak kalamar söylüyoruz. Izgara kalamar halka şeklinde geliyor ama çok lezzetli. Sohbet harika. Yakamozun sahibi Atatürkçü Düşünce Derneği Gökçeada Şubesi Başkanıymış. Yakamoz'u Oğluyla birlikte işletiyorlar. Temiz bir mekan. Servis çok iyi. Sadece müzikler biraz demode.


Yemekler, mezeler biterken az önce Altan hoca ile seçtiğimiz büyük levrek balığı, ızgara formunda masaya geliyor.  Hemen ardından Kuzen Çiğdem ve erkek arkadaşı Murat, masamıza teşrif ediyorlar. Samimi kucaklaşmalarla birlikte onlar da sohbetin içindeler. Sanki yıllardır tanışıyor gibiyiz. Murat biraz daha çekingen çok efendi birisi. Kısa sürede o da ben de çekingenliğimizi atıyoruz. Adadan, kendilerinden bahsediyorlar. Murat aslen Gelibolu'lu bir aileden. 70’li yıllarda  O henüz doğmamışken babası adaya göç etmiş. Burada zeytinlikleri var Çiğdem’in de ön ayak olmasıyla 40-50 tane keçi almışlar. Bir sürü tavukları da varmış. Hem zeytincilikle hem de hayvancılıkla uğraşıyorlar. Aynı zamanda avcılığa da meraklı. 2 tane çok güzel köpeği varmış. Çiğdem 2 senedir adadaymış. Tüm bunlara ek olarak Murat Gökçeada Belediyesi'nde çalışıyor. İkisi de çalışkan gençler.  Gece saat 01’e kadar sohbet ediyoruz. Restaurant sahibi, Murat'ı da Altan Hoca'yı da tanıdığı için sağ olsunlar bizi sabırla bekliyorlar. Sonunda hesabı ödeyip kalkıyoruz. Bizi tekneye kadar bırakıyorlar. Yolda dondurma da ısmarlıyorlar. Yarın sabah Altan hocalar bizi meşhur bir kahvaltıcıya davet ediyorlar. Oradan Çiğdemlerin evine gideceğiz. Akşam da Altan Hoca, bize özel tokat kebabı yapacak. Nasıl yoğun bir program bu yahu? 


Yorgun argın yataklarımızı yapıyoruz. Kısa bir süre Mustafa ağabeylerin yanına uğruyorum. Birlikte hava durumuna bakıyoruz. Yarın hava çok yüksek olacak görünüyor. Tekneyle barınaktan çıkılmaz diye karar veriyoruz. Onlar da Adayı gezebileceklerini ya da dinleneceklerini söylüyorlar. İyi geceler diyerek ayrılıyorum. Ekim’e dönüp yatıyorum. Ece, çoktan uykuya dalmış. Mendirekte gençler gitar çalıp şarkı söylüyorlar. Ama benim dinleyecek halim kalmamış. Hızlı bir gün oldu. Uykuya dalışım da aynı hızda gerçekleşiyor. 
  • IP logged
« Son Düzenleme: 19 Şubat 2017, 13:04:05 Gönderen: Mücahit Karabaş »

  • *
  • İleti: 1159
    • KUTUP YILDIZI
Mücahit çok sıcak ve çok güzel bir seyir yazısı çıkıyor,
bölmemek için çok müdahil olmuyoruz,
böyle devam lütfen.
  • IP logged
ВЛАДА / TEOS

  • *
  • İleti: 663
    • S/Y DUA-1 SEYİR DEFTERİ
Mücahit Reis; geçen yazı anlatırken; yeni yazın da yaklaşmak olduğunu hatılattınız. Kısmetse bu yaz sizin rotanıza biz talibiz.  Biraz daha uzatıp; Kuzey Ege Adalar seyri olur mu diye de kafa yormaya başladık. Anlatımınız çok güzel, Viya böyle.
  • IP logged
S/Y DUA-1 Hayatta olabileceğiniz en güzel yer, bir DUA'nın içinde yer almaktır. Şems-i Tebrizi

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
6 . Gün  11 Temmuz 2016 Pazartesi

Sabah yine erken kalkıyoruz. Temiz bir uyku çekmişiz.  8.30 gibi Songül arıyor. Yarım saate geleceğiz diyor. Biz de yavaş yavaş hazırlanıp yürümeye başlıyoruz. Mendirekten çıktıktan sonra karşıda arabayı görüyoruz. Gideceğimiz yer, Mustafa'nın Kayfesi isimli bir mekân. Kahvaltısı çok lezizmiş. Buraya Adaletler de gelecek.



Mustafa'nın Kayfesi, Kaleköy'e ismini veren kalenin arka tarafında bir yere düşüyor. Ağaçların altında dağılmış masalardan gölgede olan bir tanesini seçiyoruz. Aynı zamanda güzel bir manzaraya tepeden bakıyoruz. Biraz sonra zengin kahvaltımız soframıza geliyor. Hangisinden yiyeceğimizi şaşırdığımız bir çeşitlilik var. Ortaya getirdikleri domates ve salatalıklara bayılıyorum. Salatalıklar kabuklarıyla gelmiş. O kadar doğal ki yıllardır bir salatalıktan bu kadar lezzet almamıştım. Kabuktan yayılan o acımtırak tadı çocukluğumdan beri unutmuşum neredeyse. Akşam sağlam yemek yememize rağmen kurt gibi acıkmışız. Kahvaltımızı bitirirken Adalet ve Kevin, kızları Hazelle geliyorlar. Onlar kahvaltı yapmışlar. Birlikte kahve içiyoruz. Uzun süre sohbet ediyoruz. Kevin’ın bacakları sivrisinek yaraları ile dolu. Alışık olmadığı için alerji yapmış. Benim dudaklarımdaki uçuklar da davul gibi olmuş zonkluyor. İki gazi iyi anlaşıyoruz. Ona sivrisineklerin kan grubuna göre insan seçtiklerini anlatıyorum. İlk defa duymuş. Mustafa'nın Kayfesinde iki saat kadar kalıyoruz. Saat öğlen olmuş. Altan Hoca, Mustafa'nın Aydın'lı olduğunu söylemişti. Park yerinde de Aydın plakalı bir araba görmüştüm. Buradan ayrılmadan önce yanına gidiyorum. Aydınlı olan ben değilim eşim diyor. Eşi ortalarda yok. Ama kayınvalidesi ve eşinin kardeşi oradalarmış. Beni Onlarla tanıştırıyor. Kayınvalide jeofizik mühendisiymiş. Aydın bölgesinde dolaşmadığı köy bucak kalmamış. Dedemin köyü Şahnalı’nı iyi biliyor. Kendisi de Ankara’da bizim okuduğumuz fen fakültesinden mezun. Aslen Erzincanlıymış ama artık Aydınlı olmuş. Yanında oturan kızı da ODTÜ’yü bitirmiş. Hemşerilerimle ayaküstü biraz daha sohbet etmek istiyorum ama bizimkiler otoparkta beni bekliyorlar. Hesabı Altan hoca ödemiş. Yine bizi mahcup etti. Şimdiki durağımız Çiğdemlerin evi. Adaletler buradan ayrılıyorlar. Onlarla akşamüstü kebap partisinde görüşeceğiz. Parti Murat’la Çiğdemin baraj gölünün üst tarafındaki çiftliklerinde olacakmış.

Arabaya atlayıp Çiğdemlere gidiyoruz. Annesi ve Babası ile bizi bekliyor. Kadriye teyze ve eşi emekli albay Bünyamin Beyle 3-4 sene önce Balıkesir’de kayınpederin evinde tanımıştım. Biz bir tatil dönüşü Ecenin ailesine uğradığımızda onlar da misafir gelmişlerdi. Çok hoş sohbet ve cana yakın insanlar. Köyde birlikte birkaç güzel gün geçirmiştik.  Kadriye teyze 4- 5 ay önce üçüncü kere bel fıtığı ameliyatı geçirmiş. Bu sefer platin takmışlar. Aylardır hareketleri kısıtlı bir şekilde istirahat ediyormuş. Bizi görünce çok sevindiler. Önce erik suları geldi sonra Türk kahveleri, sonra baklavalar darken iki üç saat oturduk burada. Çiğdem, hayvan sevgisiyle dolup taşan birisi olduğundan evde 3 köpek 2 kedi var. Bunların dışında mahallenin tüm hayvanları yine onların gözüne bakıyor. Ece de hayvanları çok seviyor. Hele joker isimli teriyere bayıldı. Sürekli jokerle oyunlar oynadı. Bir ara aşağıya bahçeye indik. Kadriye teyze oraya domatesler salatalıklar ekmiş. Zaten Bünyamin Bey yaz kış her gün mutlaka salatalık domatesle kahvaltı yaparmış. Derin sohbetimizin bitmeyeceğini anlayınca müsaade istedik. Saat 3 gibi oradan ayrılıp Kaleköy’ün komşu koyu olan Yıldız Koyuna gittik. Burada plaj da olmasına rağmen sol taraftaki kayalıklara havlumuzu serdik. Deniz çok dalgalıydı. Kayaların üzerine kondurulmuş bir merdivenden denize girip çıktık. Ece yine uzun uzun yüzdü. 2 saat sonra oradan ayrılırken Songül'ün ayağı kaydı kayaların üstüne düştü. Ayağını yaraladı. Neredeyse kırık şişelere de çarpmaktan son anda kurtulmuş. Sahilde şarap ve bira içen sorumsuz insanların attığı şişeler ölümcül tehlike arz ediyor. Ama plajı işleten restaurant kayalarda oturanlardan para kazanmadığı için orayı temizlemekle vakit kaybetmiyor. Türkiye gerçekleri. Neyse ki daha büyük bir yaralanma kırık çıkık oluşmadı. Orada duş alıp Altan hocanın evine gidiyoruz. Biz dinlenirken Altan hoca tokat kebabının malzemelerini almaya gidip geliyor. Okuldan arkadaşları Sefa hoca, ablası ve oğluyla geliyor. Hep beraber yola çıkıyoruz. Muratla Çiğdemin çiftliğine ulaşıyoruz. Burası harika bir yer. Çiğdem de Murat da bir orada bir burada sürekli bir takım bahçe işleriyle uğraşıyorlar. Etrafa yayılan keçiler bizi görünce yanımıza geliyorlar. Hepsi elimdeki ekmek torbasına odaklanıyorlar. En sonunda bana karşı saldırıya geçiyorlar. Ben resmen kaçmaya başlıyorum. Arkamda 8-10 tane keçi. Ece kahkahalarla gülüyor. Gül bakalım Ece Hanım.



Sonunda Çiğdem onları ağıla kapatıyor. İçlerinden bir tanesi tam evcil köpek gibi. Diğerlerinden ayrı olarak o dışarıda kalıyor. Torpilli. Simsiyah olduğu için adı Zeytin. Ama kendisine gösterilen hoşgörüyü kötüye kullanıp yaramazlık yaptığı için Çiğdem onu da boynuzlarından tutarak zorla arkadaşlarının yanına ağıla götürüyor. Bu arazi epey geniş alana yayılıyor. Zeytin ağaçları çok sağlıklı. Aşağıda gölet manzarası da müthiş. Eceyle fotoğraflar çekiyoruz. Cennetten bir köşede gibiyiz.  Altan hoca etleri ve sebzeleri hazırlarken ona yardımcı oluyoruz. O sırada Adaletler geliyor. Babası Hayrettin amca 12 Eylül öncesi sendika işleriyle uğraşmış. Ecenin babasını da o dönemlerden tanıyor. Onunla da ortak bir yanımız çıkıyor. Adanın büyüsü çok ilginç. Buraya gelmeye karar verirken şu ortamın oluşacağını söyleseler inanmazdık.  Şu an burada 15 kişi var ve herkes birbiriyle sohbet halinde, gırgır şamata esprili bir ortamdayız. 2 günde denizin yorgunluğunu unuttuk. Yine kara insanı olduk. Tokat kebabı özel bir mangalda yapılıyor. Birbirinden bağımsız iki yanma odası olan sacdan mamul bir mangal. Orta bölmesi boş. Burada boydan boya yatay bir çubuk var. Hazırladığınız ucu kancalı şişleri bu çubuğa asıp dikey sallandırıyorsunuz. Her iki yanma bölgesini eşit miktarda odunla doldurup yakıyorsunuz. Şişlerin hazırlanışı da çok önemli. En üste kuyruk yağı gelecek şekilde kuzu kuşbaşı, patlıcan, biber ve patatesleri sarımsakla diziyorsunuz. Kebap piştikçe en üstteki kuyruk yağı eriyip bütün malzemenin üzerinden süzülüp aşağıdaki tepsiye damlıyor. Kebap pişince tepsideki su ve yağla birlikte servis ediliyor. Altan hoca sırf sarımsak ve domatesli şişler de hazırlamış. Muazzam bir lezzet oluştu. Çiğdemin mükemmel çoban salatası, yanında da rakımız ve neşeli muhabbetimiz de olunca unutulmaz bir akşam oluyor. Kimse misafir gibi davranmadı herkes her işe yardımcı oldu. Ben de bol bol şiş dizdim. Yemek sonrası harika bir karpuz, finalde de neskafe içerek geceye noktayı koyduk. 

Gece saat 12 gibi hava çok serinliyor. Üşüyoruz ama çaktırmıyoruz. Songül ve Altan Hoca bizi Kaleköy’e bırakacak. Yarın tüm gün Kadriye teyzelerin konuğuyuz. Songül’le Altan Hoca da iki gündür bizimle çok ilgilendiler ve çok yoruldular. Yarın onları baş başa bırakalım diyoruz. Yine de bir şey isterseniz arayın diyorlar. Daha ne isteyelim yahu?  Sağlığınıza duacıyız.

Altan Hoca çok sosyal birisi, iki gündür Adanın her yerinde karşılaştığımız pek çok kişi hemen yanına koştu. Sohbet etti. Kendisini kısa sürede sevdirmiş. Biz de onun sohbetinden çok şey öğrendik. Çok güzel vakit geçirdik. Songül zaten yıllardır tanıdığım süper bir arkadaşımız. Onlarla vedalaşıp tekneye gidiyoruz. Hava şartları güzel olsa onlarla birlikte tekne turu yapmayı planlamıştık ama İstanbul için sözleşiyoruz.

Ekimin yanına gittiğimizde bizim teknenin önümüzdeki motor yata yaklaştığını arkamıza da bizimkine çok benzer bir yelkenlinin geldiğini görüyoruz. Teknenin adı Mekik. Gezgin korsan bayrağını görünce sahibinin Bursa’lı korsanlardan Sinan Uluvar olduğunu okuyorum. Kendisi ortada yok. Mustafa ağabeylerden de ses seda yok. Biz de tekneye geçip uyku düzeni alıyoruz. Sabah Çiğdem gelip biz alacak. Saat 01.00 olmuş. Gökçeada çok güzel.


7. gün  12 Temmuz 2016 Salı

Bugün Salı. Bugün tatilimizin ilk haftası tamamlanmış olacak. Hala buralara nasıl gelebildik anlamış değilim. Sabah 9 gibi kalkıyoruz. Dışarı çıkınca Sinan Beyle tanışıyoruz. Elektrik kabinine uzak olduğu için buzdolabına elektrik alamıyormuş. Ben de onun fişini bizim prize takmayı teklif ediyorum. Onun için iyi bir teklif. Kabul ediyor. Sinan Bey Yunanistan adalarını gezmiş bir aya yakın bir süredir denizlerdeymiş. Normalde Trilye'de bağlı olan teknesi Mekikle birlikte güzel bir tatil yapmış. Şimdi dönüşe geçmiş. Onun teknesi de bizimkiyle aynı tasarımcının elinden çıkmış. Şimdi Fransız Dufour firmasına satılmış olan Gibsea marka. Bizimkinden yarım metre uzun.  Bugün hava fırtınamsı olduğu için burada kalacakmış. Hem de dinlenirim dedi. Biz elektriği bağladık. Hazırlanırken Çiğdem geliyor. Çıkmadan Mustafa beylere bakıyorum. Onlar da yeni uyanmışlar. Biraz sohbet edip ayrılıyoruz. 

Çiğdemin arabasıyla 10 dakikada eve ulaşıyoruz. Kahvaltı hazır bizi bekliyor. Kadriye teyze mükemmel bir kahvaltı hazırlamış. Çanakkale’deki Van kahvaltısında bulamadığımız otlu Van peyniri burada karşımıza çıkıyor. Dört dörtlük bir kahvaltı. Uzuun uzuun muhabbet burada da çok zevkli. Kahvaltı sonrası biz Bünyamin Abiyle balkonda kahve içip sohbet ediyoruz. Kızlar içerideler. Öğlen 13’e kadar evde takılıyoruz. Daha sonra hep beraber arabaya atlayıp özel bir plaja gidiyoruz.  Plaja gitmeden önce yol kenarında denize sıfır konumda, şapel olarak adlandırılan ufak bir kiliseyi ziyaret ediyoruz. Normalde burası hep açıkmış. Ziyaretçiler mum yakıyormuş. Ama bu defa kapısı kilitli. camı da kırılmış. Adaya gelen ziyaretçiler buraya zarar vermiş olabilir, yazık! Adanın güneyine doğru giderken bir anda girişi fark edilmeyen bir yoldan sola denize doğru dönüyoruz.  Ufak bir plajdayız şimdi. Bizden başka bir aile var. Ufak bir çadırı gölgelik olarak kullanıyorlar. Biz onların yanından geçip, koyun doğusuna doğru yürüyoruz. Burada bizi bir sürpriz bekliyor. Plajın sonlarına doğru kayaların içinde, temiz tatlı su akan bir çeşme var. Su çok az akıyor ama buraya karpuzu ve soğuk içeceklerimizi koyarak onları serin tutmayı sağlıyoruz. Havlularımızı yayıp kayanın dibine oturuyoruz. Kadriye teyze açılır katlanır sandalyesinde oturuyor. Bel rahatsızlığından dolayı bu sene ilk defa plaja gelmiş. Biz de buna sebep olduğumuz için mutlu olduk. Beraber denize girip çıkıyoruz. Ben her zamanki gibi erken çıkıyorum desem daha doğru olur. Ece önce 1 saat kadar maske ve şnorkelle bölgeyi keşfediyor. Sonra Çiğdem uzun sure yüzüyorlar. Dalga ve rüzgâr onları epey sürüklüyor. Denizden çıktıktan sonra sandviç ve karpuz yiyoruz. Burada bir süre kalıyoruz. Onlar çekirdek de çıtlatıyorlar ama ben dudağımdaki uçuklardan dolayı tuzlu bir şey yiyemem.


Adanın en güzel plajlarından birisi burası. Yerini tarif edin deseniz edemem. Aşk çeşmesi diyor bizimkiler.  Çok iyi vakit geçiriyoruz. Hem kafamız hem vücudumuz dinleniyor.  Dostlar arasında olmak iyi geldi, moraller yüksek. Akşam 17 gibi kalkıyoruz. Çiğdemin Zeytinli köyü yakınında küçük bir bahçesi var. Oraya gidiyoruz. Çiğdemin bahçeyi sulaması gerek. Biz de o esnada böğürtlen toplayıp yiyoruz. Bu bahçe de çok sakin, çok güzel bir yer. Çiğdem size de Adadan arsa alalım diyor. Bize çok cazip geliyor bu fikir. Neden olmasın?

Saat 18 gibi evdeyiz. Duş alıp dinleniyoruz. Sonra yürüyerek merkezdeki meydana gidiyoruz. Taylan isimli meşhur bir restaurant var. Burada Kadriye Teyze bize tandırda oğlak ısmarlayacak. Restaurant çok temiz elit bir yer. Biz 3 kişi tandır istiyoruz. Çok güzel bir açık ayran da yanında. Kebaplar ve lahmacunlar da çok iyi. Herkese tavsiye ederiz.

Yemekten sonra Kadriye teyzeyle Bünyamin Abiyi eve bırakıyoruz. İkisiyle de vedalaşıp her şey için teşekkür ediyoruz. Buradan Murat’ın yanına gidiyoruz. Murat belediyede nöbetçi bu akşam. Bir akşam nöbet tutup iki gün dinleniyormuş. İş arkadaşı ve adaşı olan Muratla birlikte bize kahve yapıyorlar. Adaş Murat da adaya göç etmiş Trabzonlu bir aileden. Bizim Murat gibi doğma büyüme adalı. Bize eskiden Kaleköy’deki belediye tesislerinde garsonluk yaptığı dönemdeki eğlenceli anılarını anlatıyor. Renkli bir insan.  Burada da 23’e kadar oturmuşuz. Sonunda Muratlarla vedalaşıyoruz. Bu akşam Allah ne muradımız varsa verdi. Bizim Murat'a ayrıca teşekkür ediyoruz. Onlardan ayrılıp,  tekrar meydana dönüyoruz. Hediyelik bir şeyler bakalım diyoruz. Adanın meşhur keçi sütü sabunlarından almaya karar veriyoruz. Ailemize ve arkadaşlarımıza neredeyse 30-40 tane sabun alıyoruz. “Dönüşte teknemiz batarsa köpüklerden yerimizi tespit edebilirler” diyorum. Ada kekiği ve bir kaç çeşit reçel de aldıktan sonra kızlara dondurma ısmarlamayı teklif ediyorum. Birlikte Meydani pastanesine gidip oturuyoruz. O sırada Mustafa ağabeyle oğlu Tunca da önümüzden geçiyorlar. Onlara seslenip masamıza davet ediyoruz. Mustafa ağabey minibüse yetişeceğiz diyor ama Çiğdem ben sizi de bırakırım diyor.  Alışveriş yaptığımız dükkânlarda da pastanede de herkes Çiğdeme hürmet gösteriyor. Çiğdem de Altan hoca gibi sosyal yönü kuvvetli. Çok iyi bir iletişimci.


Birlikte dondurma yiyip sohbet ettikten sonra arabaya biniyoruz. Ece ve Çiğdem öndeler. Biz ufak clio arabanın arkasına 3 erkek sığışıyoruz. 15 dakikalık yol zor da olsa geçiyor. Mustafa ağabey ve oğlu Tunca uzun boylu insanlar. Onlar için yolculuk daha sıkıntılı olmuştur. Sonra biz Çiğdemle teknemize gidiyoruz. Birer bira için sohbetimize devam ediyoruz. Çiğdemle çok iyi anlaştık. Umarım biz de onları İstanbul’da ağırlama fırsatı buluruz. Saat 1 olmuş. Çiğdem kalkıyor. Ben onu yolcu etmek için birlikte arabaya kadar eşlik edeyim diyorum. Ama karşımızdan öyle soğuk bir rüzgâr esiyor ki titremekten konuşamıyorum bile. Arabaya kadar bile gidemiyorum. Çiğdem bana dön artık der demez vedalaşıp dönüyorum. Kızcağıza ayıp oluyor ama ben hayatımda çok az bu kadar üşümüşümdür.

Geri dönüp tekneye biniyorum. Biraz ısınıyorum. Bu akşam adadaki son akşamımız. Kaç gündür çok az uykuyla idare ediyoruz. Uçuklarımız ilaç takviyesiyle biraz kabuk bağladı ama onlar da çok ateş ve yorgunluk yapıyor. Artık uyku vakti. Son bir defa her akşam olduğu gibi hava durumu sitelerine bakıyoruz. Mustafa ağabey bana bir rehber kitap verdi bu akşam. Sadun Boro'nun Vira Demir'ine benziyor. Boğaz geçişinden önce okursun dedi. Kitabı sabah yolda okuruz.

İyi geceler Gökçeada son defa...

  • IP logged
« Son Düzenleme: 20 Şubat 2017, 22:49:07 Gönderen: Mücahit Karabaş »

B

Burak Doneray

Ne kadar güzel yazmışsınız keyifle okudum.Teşekkürler.
  • IP logged

  • *
  • Donatan Temsilcileri
  • İleti: 1165
8. gün 13 Temmuz 2016 Çarşamba

Hoşçakal Gökçeada, Merhaba Çanakkale

Oturmaya Gelmedik Derken..

Artık bir haftalık denizciler sınıfına adım attık. Her ne kadar kaç gündür karada dolaşsak da akşamları deniz üzerinde uyuduk. Uyanıp dışarı çıkınca arkadaki Mekik teknesinin gittiğini anlıyoruz. Sinan Bey erkenci. Mustafa ağabeyler çıkış için hazırlanıyorlar. Ben o arada kahvaltılık bir şeyler almak istiyorum. Tek alternatif kaşarlı tost.  Dört tane tost alıp dönüyorum. Sonra Mustafa ağabeylerin avara olmalarına yardımcı olup onları uğurluyorum. O sırada barınak sorumlusu Ahmet beyin gri mercedesini görüyorum. Yanına gidip geçmiş 3 gün için 100TL bırakıp kendisiyle helalleşiyorum.

 

Baba Tunca'yı Uğurluyoruz


Döndüğümde Ekim de, Ece de hazırlar. Biz de palamarları çözüyoruz. Önce öndeki halatları çözüyorum. Çünkü dün ayrılan bir teknede önce arka halatı çözmüş, rüzgâr yine sancak baş omuzluktan esiyordu. Teknenin önce arkası iskeleden ayrıldı, burnu neredeyse iskeleye çarpacaktı. Biz önce ön halatı çözdük sonra arka halatı. Tekne yavaşça iskeleden uzaklaştı Ben de biraz daha abanıp itiyorum. Bir sıçrayışta tehlikesizce tekneye biniyorum. Hemen halatları topluyorum ve havuzluğa getiriyorum. Usturmaçaları da toparlıyorum. Yavaşça liman çıkışına yöneliyoruz. Rüzgâr saatte 10-12 mil görünüyor. Limandan çıkar çıkmaz kendimizi dalgaların kucağında buluyoruz. Bıraktığımız yerden devam. Can yeleklerini hızlıca giyiyoruz. Dalga kuzeyden geldiği için bir süre kuzey doğuya doğru adanın açıklarına gidiyoruz. Dalga etkisi azalana kadar bu yönde gidip daha sonra Boğaza doğru yönelirsek rüzgârdan da faydalanırız. Mustafa ağabeyle zellodan konuşuyoruz. O da aynısını tavsiye ediyor. Önceki akşam bize “dalgaya 90 derece açıyla gitmeyin demişlerdi. İskele baş omuzluktan alın dalgayı. Böylece direğe aşırı yük binmesine engel olursunuz” demişlerdi. Çok doğru bir bilgi. Teşekkürler.  1- 1,5 saat kadar deniz böyle devam ediyor.

Biz Gökçeada’yı arkamızda bırakıyoruz. Buradaki herkese tekrar çok teşekkürler. Her şey çok güzeldi. Onlar Gökçeada’nın Bozcaada kadar bozulmasını istemedikleri için “burayı insanlara çok övmeyin az turist gelsin” demişlerdi. Ama biz Gökçeada’yı çok sevdik. Herkese de tavsiye ediyoruz. Vaktimiz olup daha geniş bir zamanda gelirsek. Ziyaret edemediğimiz köyleri görmek ve Aydıncık’ta sörf öğrenmek de isteriz. Gökçeada’nın olumsuz tek bir yanı vardı o da Adanın imara açılmasından dolayı çok fazla inşaat olmasıydı. Özellikle merkeze yakın pek çok yerde havadaki toz duman bazen rahatsız edici boyuta ulaştı. Gereksiz yapılaşmanın en kısa zamanda durmasını diliyoruz. Adanın etrafındaki aşırı dalga ve rüzgâr da Ada sakinleri gibi herkesin gelmesini istemiyor olsa gerek.

Ege denizinde Ekim kızımızla birlikte süzülüyoruz. Saat 12 civarı deniz sakinleşiyor. Biz de Boğaza doğru dönüyoruz. Önce cenovayı yarım açalım diyoruz. Rüzgâr orsa geliyor 45 derece yani. Sonra cesaret geliyor cenovayı tam açıyoruz. Motor + yelken ilerliyoruz. Ada gittikçe bulanıklaşırken Çanakkale Boğaz’ı belirgin hale geliyor. Sonunda Rumeli tarafından Boğaza giriyoruz. Hemen bir keyif birası açıyorum. Seddül bahir ve Morto Koyu derken Abideyi selamlıyoruz. Boğaza girerken yelkeni kapatmıştık. Ama akıntı da olduğu için yavaş gidiyoruz. Yelkeni açıp gemi yolunu hızlıca geçebiliriz. Sancak kıç omuzlukta büyük bir gemi var. Sonrasında kısa bir boşluk ve Egeden Boğaza girmeye hazır 3-4 tane gemi görüyoruz. Marine trafikten gemilerin tam sayımını yapıyorum. Yanımızdaki gemiden sonra fırsatı yakalayıp geçersek harika olur. Yoksa uzun süre geçemeyiz. Ben cenovayı açıyorum ve büyük geminin kıçına çeviriyorum dümeni. O geçer geçmez biz de Abideyi pupamızda bırakıp Anadolu yakasına geçmeyi başarıyoruz şimdi buradan yukarı Çanakkale’ye doğru çıkacağız. Ben dümeni Ece’ye verip dinlenmeye geçiyorum.




Morto Koyu ve Abide


Sohbet ederek yavaş yavaş yukarı çıkıyoruz.  Ece gemi yolundan kaçmak için kıyıya çok yaklaşıyor. Kepez yakınlarında kıyıya çok yaklaşmışız. Bir de kardinal denilen uyarı şamandıralarından görüyoruz. Üzerinde batıdan geç işareti var. Bu herhalde büyük gemiler için. Ama yine de navionicse bakalım. Navionics de doğru düzgün çalışmıyor burada. İleride sığlıkları açık mavi olarak görüyoruz. Derken sonunda tekne bir anda duruyor. Önce şokla yakıt bitti zannediyoruz ama bu araba değil ki bir anda dursun. Aşağıya bakınca acı gerçeği anlıyoruz. Kıyıya oturduk. İkimiz de önce sinirleniyoruz. Ece bumbayı yana açıp tekneyi yatıralım diyor. Bumbayı açıyoruz yelken de açık rüzgâr ne güzel yandan geliyor ama tekne yatmıyor. Ben hemen zelloya sarılıyorum. Mustafa kaptan 5 mil kadar önümüzde. Çağrımı duyunca geri dönmeye kalkıyor. Ben sakın gelmeyin burası çok sığ devam edin diyorum. Onlar da, ben de ayrı ayrı sahil güvenliği arıyoruz. Önce biz tekne çekmeyiz diyorlar. Sonra yardıma geleceklerini söylüyorlar. O sırada zelloda Gülümser Korsanla, Halil Korsan bize yardımcı olmak için çabalıyorlar. Onların da tavsiyesiyle bumbayı iyice açıyoruz. Şansımıza yandan gelen dalga da var. Ama yok, tekne oynamıyor. Sonunda Ece, maske ve şnorkelini alıp suya iniyor. Allahtan dibimiz kumlukmuş ve tekne yosun tabakasından dolayı kuma batmamış. O sırada sahil güvenlik botu geliyor ama sığlığa yaklaşamıyor. Gidip 10 dakika sonra ufak bir balıkçı teknesiyle geri geliyorlar. Bize yaklaşıyorlar. İki tane uzman çavuş var balıkçı teknesinde. Bir tanesinde halat var. Diğeri ona halatı bize atmasını söyleyince adam halatın hepsini bize atıyor. Oysa bir ucunu kendisi tutması gerek. Diğeri ona kızıyor” niye hepsini attın?” diye. Diğeri “Ne bileyim” diyor. Neyse ben halatı açıp diğer ucunu onlara atıyorum. Sonra ön taraftaki koçboynuzuna bağlıyorum. Onlar bizi yana çekmeye çalışıyorlar olmuyor. Sonra öne doğru çekmeye karar veriyorlar. Balıkçı diyor ki burası kumluk korkmayın bir şey olmaz. O sırada Ece teknenin yan tarafına tutunmuş kendince ağırlık yapmaya çalışıyor. Ben de çok hafif ileri yol veriyorum. Balıkçı bizi kumdan kurtarıyor ama o sırada yandan Ece bağırıyor. “Mücahit durdur tekneyi!” diye. Tekne hareket edince yanda asılı kalan Ece, zor tutunuyor. Ben tekneyi durduruyorum. Ece’yi tekneye alıyorum. Bir yandan yelkenleri kapatalım derken Ekim, tekrar kayıp kuma oturuyor. Buna ek olarak sahil güvenliğin halatının motorumuza dolanma ihtimali var. Halatı sudan alıp tekrar motora yükleniyorum. Kurtuluyoruz. O sırada sahil güvenlik balıkçıyla buluşuyor. Başçavuşlar kendi teknelerine geçiyor. Ben yanlarına gidene kadar balıkçı uzaklaşmaya başlıyor. “Ağabey hesaplaşmadık nereye?”  diyorum. Bir şey istemez ayıp ettin diyor. Acayip şekilde mahcup oluyoruz. Sahil güvenlik bize “iyi misiniz?” diye soruyor.

“Evet, iyiyiz teşekkürler”


“Nereye gidiyorsunuz?”


“Çanakkale marinaya”


“Tamam. Orada buluşalım evraklarınızı kontrol edeceğiz”


“ Tamam” diyorum.


 Bizi kurtardınız ya istediğinizi kontrol edebilirsiniz. Zellodan kurtulduğumuzu anons ediyorum. Karaya oturmamız yorgunluk ve dalgınlığımıza geldi. Kardinali gördüğümüz halde yönümüzü değiştirmedik. Kurtarma sırasında Ecenin suda olması da çok büyük bir hataydı. Çok şükür hiç bir şey olmadı.  Bu bize iyi bir ders oldu. Bu seyahatte deneyim kazanalım deyip duruyorduk. Allahtan acı bir durum yaşamadan atlattık bu badireyi. Ece evde her hangi bir kaza olmaması için her zaman tüm önlemleri alır. Ben ona ailemizin iş güvenlikçisi derim. Bu defa ikimiz de hatalı davrandık. Neyse ki tekneye de bize de hasar gelmedi. Bize yardımcı olan tüm korsanlara çok teşekkür ederiz. Sonrasında zelloda Orhan korsan başka bir çözüm söyledi. Kıç demirimizi botla 15- 20 m öteye götürüp atmak, sonra da vinç yardımıyla tekneyi çekmek de farklı bir çözümmüş. Halil korsan motora çok yüklenmeyin dipten kum kaldırır pervane ve motora zarar verirsiniz demişti.  Zellonun avantajları saymakla bitmiyor. Tatilin başından beri bumba direği kırılanlar, tuvalet camı patlayanlar, gemi trafiğinin ortasında yardım isteyenler. Herkes, herkese yardımcı oldu. Teknik bilgi ve yol yardımı verdi. Hatta tekneyle bir mezarlıktan geçen bir korsan başka bir korsanın ricasıyla orada yatan tanıdığını selamlamak için korna çaldı. Böyle hoş jestler de oldu.

Saat 19.00 civarı Çanakkale Belediye Marinaya giriyoruz. Akıntıya karşı çıktığımız için epey yavaş geldik. Şansımıza feribot iskelesinden kolayca geçiyoruz derken bir anda bir şey oluyor ve abartısız limandaki bütün balıkçı tekneleri yerlerinden avara olup trafiğe çıkmaya başlıyorlar. En az 10 tane büyük balıkçı teknesi iskelelerinden ayrılıyor. Hangisi ne tarafa gidecek kestirmek o kadar güç ki. Ecenin uyarısıyla teknenin burnunu biraz açığa Boğazın ortasına doğru veriyorum. Hızımı düşürmüştüm ama yine biraz artırıyorum. Yönüm ve hızım sabit olsun ki diğer tekneler ona göre sağımdan solumdan gider diye düşünüyorum. Ama bir yandan da ufak balıkçı tekneleri çıkış yapıyor limandan. Onlarcası aynı anda. Sanki bir yerden haber gelmiş. Balık akını var  koşuuuun!" diye. Apar topar hareketlenmişler. Neyse bir kaç slalom hareketiyle birçoğunu da selamlamayı ihmal etmeden aralarından geçiyoruz. Ben tekrar dümeni Eceye bırakıp marinaya telsizle bilgi veriyorum. Usturmaçaları indiriyorum. Marinadan giriyoruz. Tam karşıda geçen günkü yerimiz hazır. Ama bizi bekleyen kimse yok. Ben bir an panik oluyorum. Baba Tunca teknesinin yanına gireceğiz. Tuncay'ı arkada otururken görünce seviniyorum. Ona sesleniyorum. Sağ olsun hemen kalkıp teknenin güvertesine zıplıyor. O sırada marina görevlisi ve Mustafa ağabeyi de görünce çok rahatlıyorum. Ecenin ustaca baştankara yanaşması halatların bağlanması ile artık yolculuk sona eriyor. Herkes geçmiş olsun diyor. Sonra Sahil güvenliği fark ediyorum. Evrakları alıp büroya gidiyoruz. Az önce bize yardım eden uzman çavuşlar bir tutanak tutuyorlar biz de imzalıyoruz. Bize yardımcı oldukları çok teşekkür ediyoruz ve onları uğurluyoruz.

Tekneye dönüp ortalığı neta etmemiz lazım ve de duş almamız iyi olur. Mustafa ağabeyler de “Biz sizi bekleriz acele etmeyin birlikte gideriz yemeğe” diyorlar. Onlara çorbacıdan bahsedince hoşlarına gidiyor. Biz de hızlıca hazırlığımızı yapıyoruz. Tekneyi yıkıyoruz. Sonra duşumuz alıyoruz. Biz tekneyi yıkarken Sinan Bey geliyor. O da Çanakkale marinaya bağlanmış. Yemekten geliyormuş. Ayaküstü ona yol maceramızı anlatıyoruz.

Saat 21.00 gibi marinadan çıkıyoruz. Mustafa Beyler de bizim yüzümüzden epey beklediler.  Benzinci ortada yok. 23.00 gibi gelir diyor görevli Caner. Siz de gelirseniz deponuzu doldurur. Saat kulesinin karşısındaki çorbacıya gidiyoruz. İşkembe çorbalarımızı ve beyin salatası söylüyoruz. Yemek sırasında başımızdan geçen olayı değerlendiriyoruz. Mustafa Bey ve oğlu Tunca çok deneyimliler ve çok şey yaşamışlar. Tunca 19 yaşında, 5 yaşından beri denize çıkıyormuş.  Bize hem bilgi verdiler, hem de çok fazla moral. Kendi maceralarını da anlattılar. Bu kadar destek vermeleri bizi çok rahatlattı. Mustafa ağabey hesabı ödemekte ısrar edince çok mahcup olduk. Biz de onlara Doğan pastanesinin dondurmasını anlatıp oraya davet ettik. Marinaya da yakın olduğu için yakıt almak için hızlıca gidip geri gelebilirim. Saat zaten 10.30 olmuş bile.

Doğan pastanesine oturup dondurmamızı söylüyoruz. Sonra saat 23.00 gibi bana marinadan telefon gelince hızlıca gidip bidonlarımızı ve depomuzu dolduruyorum. Ardından pastaneye dönüyorum. Dondurmanın üstüne Türk kahvelerimizi içiyoruz. Mustafa Ağabeylere Ecenin beni denizcilik hayatına nasıl soktuğunu anlatıyorum. Kendi geçmişimizi de kısaca anlatıyoruz. Bizim birlikte bu yola baş koymamız onların da çok hoşuna gidiyor. Mustafa ağabey Eceyi 316 paslanmaza benzetiyor. 316 paslanmaz korozyona ve neme en dayanıklı paslanmaz çelik türüdür. O nedenle denizcilikte tekne ve gemilerde en çok kullanılan malzemedir. Sanırım Ece hayatında hiç böyle kompliman duymamıştır. Ben de bundan sonra ona 316 paslanmaz diye takılacağım.

Marinaya dönüyoruz. Sabah erkenden Mekik’le birlikte üç tekne arka arkaya çıkıp Marmara Adasına gitmek için boğaz tırmanışına başlayacağız. Boğaz iki deniz arasındaki seviye farkından dolayı Egeye doğru akıntıya sahip. Az da olsa karşıdan rüzgâr alacağız. O nedenle motora kuvvet gideceğiz. Zaman zaman çok yavaşlayacağız o nedenle sıkıntı yapmayın diye uyarıyorlar bizi. Teşekkür ediyoruz ve teknemize gidip yatma hazırlığı yapıyoruz. Zor bir gün daha geride kaldı. Yarın sorunsuz çıkarız umarım.
  • IP logged

 
Yukarı git